31 Mart 2009

SUS ÇİÇEKLERİ...




Biliyor musun yaşadığım hayat bazı öyle havasız, öyle dar geliyor ki; açacak bir pencere bile bulamıyorum. Sıkıntıyla, öfkeyle içkiye veriyorum kendimi ama hiç birinden fayda yok. Çokça zaman içimdeki bu karanlık mezarda kendimle baş başa kalıyorum. İnsan böylesi zamanlarda en çok geçmişiyle dertleşiyor. İdealleri, aşkları, sus çiçekleriyle…

İçimizdeki sus çiçekleri konuşmaya başlıyor. Neler neler anlatıyor bir bilsen. Bir aynanın griliğinde tutuklu kalan, bir duvarın önünde öldürülen anılar çıkınca karşına konuşmaya başlıyor sus çiçekleri…

“hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz…” sahi hep çelik adımlarla mı yürüdük bu yollarda? Çocukluğum geliyor aklıma kimi! Karagöz oynatan bir Bekir dayı vardı mahallemizde. Bir seferinde “önceleri ben konuştururdum ama şimdi kendileri konuşmaya başladılar” demişti perdedeki kuklalarını göstererek… Yıllar sonra ancak şimdi anlıyorum kuklaları da sus çiçeklerinin konuşturduğunu.

Şu yalancı tanıklar kahvesinde niçin şiir yazdığımı düşündüm bugün. Soruya ne cevap versem hep biraz eksik kalır biliyorum. Ufo ve vampir hikâyeleri gibi inanılması güç bir şey şiiri niçin yazdığımızın cevabı da. Eskiden halkım için yazıyorum der, kestirip atardım. Kolay cevaptı… Neyse sıkıntıya boğmak, umudunu kırmak niyetinde de değilim. Lisede bir felsefe hocam vardı. Hayatı kayıt altına almayı da ondan öğrenmişimdir işin aslı. “Yazmak, bir inanca tutunmak” derdi. Oysa ben ne vakit Kadıköy’e gitsem Elif’in yüreğinden bir ton çöp çıkarıyorum.

zaman üzeri işlemeli ebruli bir sedef şişe
içine hapis olansa kendisi insanın
peki ya bir yudumda hayat bulan kim?


Biliyorum zor sorular bunlar. Bak gülüşüyor yan masadakiler. Toyluğun hafifleten armağanını bölüşüyorlar korkusuzca. Bir cigara daha yakmalı galiba. Sislerde ilerleyen bir geminin düdüğümü çınladı ne.

Gazeteleri seçim sonuçlarını yorumlayan bayların akıl hocalığıyla okumuyorum ama bu ülkede olup bitenler benimde kulağıma geliyor. Gerçi ne zaman uzak durabildik ki olup bitenden. Bir arkadaşım vardı: yokum artık demişti ben bu oyunda, ürkütmeyecekti bir daha fincancı katırlarını. Ne zaman rastlaşsak oyundan çıkmaya uğraşıyor hâlâ biliyor musun?
Kürt Kürtlüğüne, Türk Türklüğüne, Atatürkçü Atatürkçülüğüne, Alevi Aleviliğine, Müslüman Müslümanlığına tutunuyorsa hâlâ nasıl becerecek değil mi Müslümanlığın Ebu Süfyan takımıyla tekkede dağıtılan yumurtayı bölüşmeyi. Yoksa şu vatan, millet, Sakarya milliyetçiline mi dalmalı o da gözlerini yumup.

Neden bilinmez bir fıkra geldi aklıma. Biraz belden aşağı ama belki de bu umudu Allaha kalmış halkın en iyi tercümanıda bu fıkralar. Adamın biri kadir gecesi ölmüş, cuma günüde toprağa gömülmüş. Onu tanıyan bizim Temel imama sormuş. haçan imam efendu habu adam mübarek kadir gecesi öldü, cuma günü defnettik. Cennetlik midur? İmam kitaba göre öyle demiş. Temel ama hırsız idü, yetimi, fakiri fukarayı soyardu demiş yine de cennetlik midur? İmam Allahın işine karışılmaz demiş. Dediğin günlerde öldüyse cennetliktir. Temel haçan içkisi, kumarı, karı kız ayağı da vardı. Sübyancıydı bir de. Yine de cennetlik midur hoca efendi? Hoca bakmış ki bu adamı başından savamayacak sinirlenmiş epey bir. be adam Onu cuma günü cennete alırlar ama bu dediklerini yapmışsa cumarteside anasını bellerler orada demiş.

her şeye rağmen görüyorsun ya az ısınıverse havalar
şırıltıyla çağıldıyor köpüklenen sular kayalarda
çiçeğe duruyor dal
kanı kaynıyor kertenkelenin…


Ve ben; şu şarabi kederin ezilesi yalınlığında pencerelerimi kırıp bütün kuşlarımı göğe salmak istiyorum. Süt duruluğuyla orada öylece bekleyen uzak, upuzak göğe…

t.kurt.

30 Mart 2009

SİS ÇANLARI





Frengiye tutulmuş
dalgaların vahşi ıslığında
gümüş bir kelebeğin
ışıktan kanatlarıyla
geçebilmek aynalardan.
Suspus iklimlerin
kırık harfleriyle
fısıldamak kulağına:
İlk anne deyişine tutunur gibi
bir çoçuğun.

Ağlamak ve de
sevişir gibi ağlamak bir kez daha.


t.kurt

25 Mart 2009

SONSUZ AŞK





Denizin yüzünde uçsuz bucaksız yayılmış çarşaf gibiydi mavi. Sabah yeline kendini umarsızca bırakmış martılar bu sonsuzlukta oradan oraya keyfince süzülüyordu. Bulutlar da olmasa yer gök bir birine karışmış sanırdınız...

Kadın esen sabah rüzgârını boynuna dolamış, ardında izlerini bırakarak sahil boyunca çıplak ayak yürüyordu. Ara ara eğilip kıyıdaki çakıl taşlarının pırıltılı yüzlerini topluyordu, aradığı yüze benzeterek. Ansızın durdu. Bu sonsuz maviliğe baktı. Ay teni kendini denizin kollarına bırakmak istiyordu. Üzerindeki her şeyden kurtuldu. Göğüslerinin kara üzüm tanesi gibi uçları suya düşmüş karanfil yaprağı gibiydi. Teni mavinin yüreğinde kulaç atarken beline vuran ışıkla lapinalara benziyordu. Özgür martılar gökte, o denizde, kadın ruhu her yerdeydi...

Tüm balıklar onun özgür ruhunu görüp, birbirlerine fısıltıyla onun güzelliğini anlatmaya başladılar. Bir zaman sonra kulaktan kulağa aralarına katılan bu özgür ruh, tüm maviliğin dilinde bir masala dönüştü...Lapina sürüleri, yengeçler, denizanaları, midyeler, akrepler, yunuslar, mercanlar hayranlıkla onu konuşuyordu. Oradan geçmekte olan Kılıç balığı’nın kulağına da gitti tüm denizin bildikleri...

Yavaşça kadına yaklaştı. Gördüğü güzellik aklını başından almıştı. Kadının etrafında döne döne yüzüyor, çığlığa benzeyen sesiyle onu selamlıyordu. Kadın önce korkuyla sahile doğru yüzmeye başladı ama içindeki derinliklerden gelen ses, Kılıç balığı’nın ona zarar vermeyeceğini fısıldıyordu. O sesi dinledi...

Kadın Kılıç balığı’nın özgürlüğüne tutundu; Kılıç balığı kadının aşkına. Maviliklerle vals edercesine suları yara yara yüzmeye başladılar. Ara ara denizin üzerine düşen sabah güneşi de onlara katılıyordu. Denizin oğlu aradığını bulmanın coşkusuyla bütün balıklara aşkını haykırdı, kadınsa martılar gibi çığlık atıyordu sevinçten. Saatlerce yüzdüler...

Derken vakit geceye vardı, ortalığı usul usul kaplayan karanlıkta ışıldayan büyülü bir fener onları davet eder gibi bir yanıp, bir sönüyordu uzaklarda. Yüreklerinin kapısı aynı şarkının sol anahtarıyla açıldı, ışığın yolunda sonsuz aşka doğru yüzdüler. Işığa vardıklarında kadın çoktan bir denizkızına dönmüştü. İşte o günden beri sonsuz aşkın güzelliği ışık kadar hürdü tüm yüreklerde...


T.KURT

21 Mart 2009

SEÇİMLERE VE İNSANA DAİR DÜŞÜNDÜKLERİM...





KARAGÖZ’LÜ ŞİİR

Uzuneşek oynamaktan tutsak
Bir topumuz vardı
Bir de Maradona’mız Latin Amerika’dan

Kibrit kutusunda vasati kırk yıl
Bir de hepsi hepsi bir karagöz resmi işte
Sol yanımızda duran

ZEZE

'söğüt ağacından
zeze yapmak
çocukken en çok sevdiğim şeydi'

uzaklardan geldim!
heybemde
kıyılardan topladığım
ölü deniz yıldızları.
göğsümde kaynayan ocakta
ak düşlerim...

BARIŞ

Yaşamak biraz eflatun olsaydı
Kırmızı görünseydi
Sabah sabah gözüme hayat…
Gecenin mavisine saklansaydı
Çocuk yanlarım.

Olmasaydı savaşlar
Ölmeseydi parmaklarım...
Ellerim, ellerine öğretseydi dokunmayı
Usul usul büyüseydi serçe parmaklarım.

HATIRA

Saçların söğüt ağacının gölgeliği a kızım
İki zeytin tanesini, üç dilim ekmeği bölüştüğümüz.
O gülüşün yok mu ya: Güvercingöğsü mor
Bıraksalar koparacak hâlâ dizginlerini...

ÖZGÜRLÜK

Hani, kapanırken zarf
Erir ya tunç bir gökyüzü gibi satırlar
Güvercingöğsü
Mor, yeşil, eflatun
Öylesi geliyorsun aklıma...

Kömürden, demirden, sudan ve ateşten bilyeler biriktiriyorum sana...

BARIŞ

Ali topu Ayşe'ye at
Ali topu Berfin'e at
Ali topu Rachel'e at
Ali topu Temel'e at.

Kilimlerin üzerinde oynayan çocuklar olmalıyız
Öküzün boynuzunda dursa bile zaman...

ANNE

Bu günlerde rüya göremiyorum
Oysaki atlasta hâlâ bolca mavilik var
Küresel ısınma belirtisi galiba tüm bunlar.

Babasız bir İsa gibi piç bu zamanda
Avuntumuz anne sevgisi hâlâ...

GÜNEŞİ KOVALAYAN TÜRKÜ

Kaya gibi sessizce
Kaldırıp başımı arada bakarım kıyılardan
Fısıldar kulağıma dalgalar
Güneşi kovalayan türkülerini.

Portakal ağacı gülümser
Gün yanığı yüzüyle
Duyumsarım içtenliğini
Anlarım ki; o da bizden biri

DEVRİM

Bir avuç ışığa sarkıtılan kovadır devrim
Kuyu kadar derin
Kuyu kadar karanlık bu dünyada…

Çocukların gözlerinde uzak bir yıldızın ışıltısı
Ellerinde yaprak yaprak karanfil sevincidir devrim.

Bir bakmışsın yanı başında kıyı
Bir bakmışsın ufukta kaybolan gemidir devrim.

Sonu sevmekle biten bütün cümlelerde
Bir zamirin aşkına benzer devrim...

AY GÜNLÜĞÜ

Kıyıları hançerlemiş akşamlar
yüreğine saplı deniz
kaybolan gemilerin mendireğinde giden uyku...

Yalnızlığın güncesi
kırık aynalarda
param parça bir begonya gülüşü...

Tütün kokan uzaklar
ay yüzlü akşamlar
en keskin kılıçlarıyla kınında uyuyan mısralar...







HANİ SORARLAR YA; KİME OY VERECEKSİN, DİYE. BEN BÖYLESİ SORULARA HEP GÜLÜP GEÇMİŞİMDİR. YUKARIDAKİ ŞİİRLERİ ZAMAN İÇİNDE YAZMIŞIM. GALİBA ÖTESİNDE BİR SÖZE DE GEREK YOK GAYRİ...

SEVGİYLE KALINIZ.

TEMEL KURT



.

19 Mart 2009

AŞK




uzak ufuklara asılı çanlarda ölü gölgeleri
denizkızlarının
vakitler lâl, yelkovan kuşları kanatsız
suspus iklimlerde
ağızlarda badem tadı ilk öpmelerin.


gülün kaderine işlenmiş kan rengi bir unutuş…



T.KURT

16 Mart 2009

UZAK




usul usul büyüyen kız çocuklarına




1

Denizin mavisini görebileceği bir duvara tutunur erguvan
dokununca kapanan küstüm çiçekleridir mimozalar
ayrılık karanfil kokar,gözlerin papatya
gitme yüzüm solmasın...

Uzak iklimlerde de çocuklar vardır kuşları çok seven
gemiler değil, denizlerdir uzaklaşan bizden bazen...

2

Güzeldir, çığlık çığlığa merhaba demek karanlık bir deniz mağarasında yaşama
güzeldir Akdeniz sisi içinde soluklanmak...

Bağıran bir şehir büyür içimde
perdeleri en yüksek sestir yaşamak...

Bazen bir söz, bir tohum gibi düşer yere
açılır şehrin kapıları
hafiften bir rüzgar bile yeter kapı eşiğinden kayıp gitmene.
Kök salıp kalabilmek için gidilir bazen de...

Denizin tuzu bile yetmez bazen, saçlarından alıp seni geri getirmeye.
O vakit denilir ki 'Gurbet bu: gidip de dönmemek var; gelip de....'

3

Parmaklarınla yüzündeki bulutlara dokundun mu
gözlerinden gerisi bir karanlıkta kaldın mı hiç
oysa bir tutamdı saçların
...

Senin ve benim ayazım çıplak mavi
tangodan geride kalan bozgun ömrümüzde
dudaklarında duru bir deniz
mavisi dökülmüş ufkumuz.
Hadi git;
karanfil ve tarçın kokulu sabahlar için uyan sevgili...



temel kurt

14 Mart 2009

yaşamdan hikayeler-1




Geldi geleli içindeki yalnızlık; ne yapsa, ne etse bir türlü dinmek bilmiyordu. O yakıcı çöllerde bile böyle değildi oysaki. Özlemlerine kavuşmanın tedirginliğiyle bir günde doldurmuştu koca evi kolilere. Uzak kaldığı ailesi yanı başındaydı ama yine de içinde bir yabancılık, bir sahipsizlik duygusu; sanki düşmüş bir uçağın kara kutusunu arıyordu yana yakıla… Belki de kuruntu ediyorum, diye geçirdi içinden. On dakikadır sıra beklediği koltukta karıştıracak dergiler arandı. Konuşmalara istemeden kulak veriyordu. Kuafördeki kadınların derdiyse başkaydı. İçini bir sıkıntı bastı. Çılgınca alış veriş etmek, sokaklara atmak kendini, yürümek, demli bir çay içmek geçti içinden. Saçını başını unuttu…

İğneden ipliğe ne ararsan bulabileceğin üç katlı mağaza alışveriş çılgını kadınlarla doluydu. Koca mağazada beğendiği bir şey bulamayınca oradan da çabucak sıkıldı. Sokağa attı kendini. Dükkânların vitrinlerinde gördüğü ayakkabıları izledi uzun uzun. Çiçeğe durmuş erik ağaçları sessizce baharı müjdeliyor, sel olup akan kalabalıkların aksine bu hafta sonu caddeden tek tük gelip geçen yolcular ekmek kırıntısı aranan serçeleri pek de ürkütmüyordu. Yolu iskeledeki çay bahçesinde son bulduğunda içi biraz olsun ferahlamıştı. İnce belli bardakta içtiği demli bir çay onu iyice kendine getirdi. Daha ilk yudumda içi sımsıcak kaynamaya başlamıştı bile. Saçlarını yaptırmadığına hiç pişman değildi. Saçlarından sarkan kıvırcık bir bukleyle oynaşırken tıpkı atlıkarıncadaki bir çocuğu andırıyordu. İskeleye yanaşan vapurların düdük sesleri, etrafta oturan üniversite öğrencilerinin senli benli konuşmaları arasında bol bol içtiği demli çaylarla akşamı etti. Bir güzel acıkmıştı da. Evine gidip koca bir tabak salata yapmak ve bol bol makarna yemek istedi canı. Rejimde olduğu aklına geldiyse de artık asi yanı onu çoktan ele geçirmişti. Hesabı ödeyip o sarı taksilerden birine el etti. Yıllarca özlemini çektiği memleketinde olup bitenlere dair haber spikerinin duyurduğu haberler içini nedense sıkıntıya boğdu. Yaklaşan secimler, küresel ekonomik kriz, lotonun büyük ikramiyesi için kuyruğa giren milyonlarca insan, çeteler……. geleceğe dair hiç umut vaat etmiyordu. Başını sarı taksinin buğulu çamına yaslayıp İstanbul da ortalığı usul usul kaplayan akşam karanlığında tıpkı bir panayır yerini andıran vitrin ışıklarını seyrederek evine vardı.

Zile basıp kapının ona içerden açılmasını düşündüyse de anahtarını çevirip kapıyı açtı. İçerisi suskun ve karanlıktı. Duvarda lambanın düğmesini bulunca bütün bu düşüncelerden de kurtuldu. Işık her şeye anlam veriyordu. Yol yorgunu bedeninin kanepenin üzerine bıraktığında karşı duvardaki çiviye asılı üniversite yıllarında çektirdiği fotoğraf ilişti gözüne. Erciyes’in karlı doruklarında kalbinin küt küt attığı günleri anımsadı. Daha küçümen bir kızken evin çatısına çıkıp yıldızlara dokunmak için uzattığı merdivenden paldır küldür düştüğü günden bu yana kayaların ıslığını fısıldayan rüzgârları içine çekmek, dağlarla dost olmak, kar koklamak onun vazgeçilmezi olmuştu. On yıl öncesindeki gülüşü hâlâ sönmemiş bir çoban ateşini andırıyordu.

Epey bir zaman o kanepede uzandıktan sonra açlığı kendini hatırlatınca kalkıp mutfakta aldı soluğunu. Hünerliydi salata yapmakta. En çok da domatesleri dilimlerken kendini izlemeyi severdi. Makarnayı suya salınca sosu hazırlamaya girişti. Masayı donatıp bir kadeh de kırmızı şarap doldurdu kendine. Duvardaki sarkaçlı saat her zaman olduğu gibi saat başını vurdu yine. Masaya biri bar taburesini andıran iki sandalye daha koymuştu. Gidip Cemali’yi ve kuzuyu da çağırdı yemeğe. Cemali yüksek olan koltuğa oturdu, kuzu diğerine. Neden bilinmez Cemali’nin pek iştahı yok gibiydi. Böyle yersen asla canlanamazsın ufaklık, dedi gülümseyerek. İçten gülümseyince Ege'nin mavi sularına benzerde yüzü. Kuzunun iştahınaysa diyecek yoktu. Ne bulursa silip süpürüyordu. Bir an elimde sihirli bir değneğim olsa şu oyuncaklara can versem, diye geçirdi aklından ama sonra onların böyle bu sessizlikleriyle daha güzel olduklarını düşünüp bu dileğinden vazgeçti. Evet, gerçekten de suskun halleriyle daha güzellerdi…


Nedense masayı öylece bırakıp yatağına gitti. Yüz altmış beşinci sayfasında kaldığı romanı bir on sayfa daha okuyup sıkılmadan kapattı. İçinde kendini bulamadığı kitaplar çekilmez oluyordu. Televizyonu açıp kanallar arasında gezindi. İlgisini çekecek hiçbir şey bulamadı. Masanın üzerinde duran otomobilinin anahtarları gözüne ilişince aklından çıkıp bir Ankara’ya gidip gelmek geçti. Yolları oldum olası sevmişti ama uyku daha tatlı geldi. Mavi ışığın gölgesinde kıvrıldığı koca yatakta uyuyakaldı.


Zambağın somutlaşmış çırakları çalarken uyandı.

t.kurt

8 Mart 2009

LEKE






Alnımızda kırlangıç izi bir uzak leke kaldı aşktan
Sararmış yaprakların yüzünde kurudu apansız kan.
Kalbimize buzdan bir bıçak sapladı soğuyan sular

Ne boktan günler gördü şu yaşlı dünyamız
İskender’in ordularını da tanıdı; Spartaküs’ün yüreğini de
Ezile ezile şaraba döndü salkımları

Dünyanın karanlığını giyinmiş bir gelindi Pippa
Ölü bir kelebeğin gölgesi gibi
Dört bir yanı kaplarken beyaz lilyum çiçekleri.


temel kurt

6 Mart 2009

YOL




Bugün en az bir kez adını anımsadım
En az bir kez yürüdüm yalnızlığımla
En az bir kez yoldaşlık ettim çöl rüzgarlarına.
Yollar ve yangınlar gördüm
Küfürler, dualar, yalanlar...

Denizdeki karartının kayık olduğunu hayal ettim
Kefterime neden bilinmez
Önce bir gül çizdim
Sonra İstanbul'da bir akşam üstünü...

Artık günde en az bir kez ölmeyi geçiriyorum aklımdan
Bir çakıl taşı gibi uyumayı denizde
sonra yaşamayı, kırmızıyı, şarabı ...

Minarelerden yankılan sesleri çizdim yüzünün tenhasına
Kalabalık meydanlarda çınarları
Bozulmuş düzenleri, birikmiş öfkeleri...
Akdeniz mavisi öpüşlerini
Yıldızların nasıl da çocuk olduğunu
Kibritçi kızın neden öldüğünü
Teninin iyot koktuğunu...Suya çizilen bir ebru gibi çizdim!

Hiç tarif edilmez gidişleri, sonra dönüşleri....
Kırlangıç uçuşu bir yazdan geriye kalan erguvan lekeli anıları...
Falları, sırları, söğüt ağaçlarını, suları...
Bugün en az bir kez uçurumları düşündüm.

Yine de sen atlasta, en uzak karasıydın ömrümün
en derin yarası ve de...

t.kurt

3 Mart 2009

özlem

kıyı boyu yürüyüp boş bir banka oturdu. geçen gemileri izledi epey bir zaman. sonra sıkıldı. hafif esen rüzgardan epey bir üşümüştü. demli bir çay içip kendine gelmek için eyüp dayının barakasına gitmek geçti aklından. kalkıp usul adımlarla yürüdü iğne yapraklı çamların arasında. yolu yarılamıştı ki eyüp dayının bu kış öldüğünü anımsadı. olduğu yere çivilenip kaldı. küfürler etti kendine. ama unutmuştu işte...

sabah uyandığında; eve nasıl geldiğini, soyunup nasıl yatağa girdiğini anımsamadı. öyle halsizdiki öğleye kadar kalkmadı yataktan. ayağa kalktığında sokakta buldu kendini. erken açmış erik çiçekleri gülümsüyor, serçeler öğlen sıcağında ekmek kırıntısı aranıyordu. tren garının merdivenlerindeki büfeden bir gazete aldı. başlıkları söyle bir gözden geçirip iki adım ötesindeki çöp tenekesine attı gazeteyi. trende cam kenerına oturup yol boyu rayları izledi. çeliğin yüzünde ışıldayan bahar içini ısıtıyordu. ama bu da sıktı onu. kendime bir ödül vereyim bari , diye fısıldadı yüreğine.

Sonbahar-ki acının değişmez dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya,
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına
Sonbahar-ki doyumsuz bir aşkın sonudur.(m.ALTIOK)


trenden iner inmez bir sigara yaktı. insanların, çınarların, güvercinlerin arasından geçip ona kavuştuğu meydana vardı. çiçeğe durmuş bir dal gibiydi gözleri...

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /