31 Temmuz 2011

modern zamanlar

Denizin uçsuz bucaksız maviliğinde yitip gitmişti gene. Neden böyle kaçıp kaçıp bu kayalıklara sığınıyor, neden bitiremiyordu içindeki hesaplaşmayı da niçin çıkamıyordu bu lanet olasıca hayat oyununun içinden gene ya bugün daha bir kederliydi işte. Kocası, kızı, çevresindeki bir yığın insan kalabalığının içinde bir çakıl taşı gibi an be an köşelerinin yontulduğunu, yorulduğunu, umarsızlığını duyumsuyordu. İçinde bir kartpostal gibi donup kalmış anılar dışında ağır bir yük oluyor işte böyle kendini bu kayalıklarda buluveriyordu. Açıklardan geçen şileplerin peşi sıra kaybolan gözlerinde anafor yarası bir sızı saplanıyor yüreğine, susup kalıveriyordu bu kayalıklarda. Susmak onu en çok kendinden koruyor yarım kalmış bir sözcük gibi gene umuda sığınmasına yarıyordu en çok. Oysa umut en kötü, en bencil, en bağışlanmaz, en iyileşmez yarasıydı zamanın. İşe güce vermese kendini, sürekli içinde biriken bu ağırlıkla nereye kadar giderdi orasını da bilmiyordu. Boş verebilse; bir martı gibi uçsaydı keşke o da bu hayat oyununda ya olmuyor, yüreği düğümlendikçe burada buluyordu kendini böyle. Ansızın kızının o tatlı gülüşü geldi gözünün önüne, serçe parmağını tuttu sımsıkı. Hayatın bana yegâne armağanı diye geçirdi içinden. Kocasının dünyayı kurtarma kavgasının aslında aşklarını kurtarma kavgası olduğunu anımsadı sonrasında da. Kim kurtarabilmişti ki zaten dünyayı, acının çanağından içmeyen birileri olmuş muydu acep bu hayat oyununda onu da bilmiyordu. Sevmediğimiz ne çok şey, düşlemediğimiz ne çok gerçek sarmıştı dört bir yanımızı da alışı vermiş gene de hayat oyununu oynamıştık o umut denen sözcüğe sığınıp. Alıp bir taşı sektire sektire fırlatmak da vardı ötelere, öylece dalıp gitmekte derinliklere. Başkalarını anlamak elden ele çoğalıveren bir karanfil kızılı düş olsa gerekti bu kimsenin kimseden haberdar olmadığı çağda. Ne çok adam çıkıyordu kendisine aşkını sunan; ne çok yalan, ne çok ihanet gizliydi her birinde oysa. Ellerine dokundukça içlerini okuyordu, kirli içlerini. Etini isteyenleri bu mavi denize gömmek ve orda arada bir su yüzüne öfkesini fışkırtan bir anaç balina gibi yalnız yaşamayı düşlüyordu bir tek. Aşka dair bir yerlerde vaktiyle okuduğu iki satır geliverdi aklına. Maviye maviye çalar gözlerin/yangın mavisine. Hayır, okuduklarının çoğu yalandı, buzullar çevirmişti dört bir yanını. Bu pırıl pırıl ışıltılarda zamanla oynaşan denizde mi yalandı peki? Ah keşke ona da inseydi vahi. O da inanıverseydi şuracıkta gerçeğin bir olduğuna. Aşkın tüm pislikleri yeneceğine… Duyuyor muydu dalgaların sesini, rüzgârın hışırtısını, kızının üstümü açılmıştı gene, gidip bir örtü verip gelseydi, bu ay ne kadar kar etmişti şirketi, ah birde kazandırmasaydı o adamlara tutarlar mıydı onu beş dakika orda. Gitmeliydi, yeterdi bu kadar kaçması hayattan. Kapayarak telefonunu anca bu kadar koruyordu kendini bu modern zamanlardan…

12 Temmuz 2011

:)




düşün ki; sabah sabah solundan kalkmışsın da
başka bi çağa açmışsın gözlerini
öyleki herşey herkese pay edilmiş
ben senle eşitim, sen ötekiyle, öteki kedi köpekle
düşün ki; aşktan ve ölümden dertliymişiz yanlızca…

tk

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /