30 Aralık 2008

YENİ GÜNLER






"Pazartesiler karışmış Salılara
Ve hafta bütün bir yılla:
Kesemez zamanı
Bezgin makaslarınız sizin
Ve günün bütün adları
Yıkanıp gider gecenin sularıyla."*

Ne uzak, ne yakın
Ne sonrasız şey,
Şu kalbimin bozkırlarını saran
Göğün kül grisi maviliği.
Kurt uluması mı desem, şafak sökümü mü?
Sarı sıcak çilelerimiz...

Beklediği ne ki?
Nedir uzayıp, kısalan bir avuç yaşamda
Oysa öyle kahverengi
Öyle uzaktır ki her şey
Kendi yalnızlığının dolambacında...


...





TEMEL KURT



*paplo neruda

26 Aralık 2008

geçmiş zaman hikayeleri

Yağız atın derisinde şaklayan kırbacın sesi Arnavut kaldırımlarıyla döşeli sokağın diğer ucundaki iki katlı ahşap evin önünde oynayan kızların kulaklarında kapı tokmağını çağrıştırıyor, kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından bakan minik kız çocuğu annesine özenerek kalınlaştırdığı sesiyle kapının eşiğinden misafirine sesleniyordu. At arabasının düştü düşecek tekerinden huylanan Hacı Osman amca Cafer beyin siparişlerini göz ucuyla bir kez daha kontrol edip telaşla evin yan sokağına açılan kiler kapısının önüne yanaştırdığı arabadan oynayan kızlara sesleniverdi.

“hadi şirin kızlarım, annenize haber verin, beyin siparişleri geldi”

Çocukların meraklı bakışlarla hiç tatmadıkları enginar koçanlarına ve muz salkımlarına alık alık bakmasıysa dakikalarca sürdü. Kocasının bu eli bolluğuna minnettar bir yüz ifadesiyle bir solukta kilerin kapısını açan annenin telaşlı sesi tüm sokağa yayıldı. Bu eski konak bozması iki katlı ahşap evin Rum işçiliği pencerelerine öğlen güneşi tüm aydınlığını yansıtmış, iç bahçeye bakan mutfakta ise akşam yemeğinin hazırlığı olanca hızla sürmekteydi. Sabah Cafer Bey henüz evden çıkmadan Azime Hanım hamuru teknede yoğurmuş, kuşluk çökmeden tandırı yakıp bazlamaları yapmıştı bile. Küçük bir tepeyi andıran ev ekmekleri sofra bezinin içinde bir köşeden sıcak sıcak tütüyordu. Birazda saçta ıspanaklı börek yapmıştı, yeneceği vakit tekrar ısınıp tereyağı ile yağlanacaktı börekler. Akşama beyin oturaklı misafirleri geleceği için sofraya çocuklarında pek alışık olmadığı meyveler konacaktı. Bir salkım Anamur muzunun limon sarısı kabuklarını kimin kemireceğinin kavgasına başlamış kızların Sümerbank basmasından belden büzmeli elbiseleri sokağın ortasından akan kirli sulardan çoktan nasibini almıştı bile. İç bahçedeki gül fideleri mayıs ayının olanca görkemiyle yeşermiş, yaşlı dişbudak ağacının yapraklarından yayılan keskin sakız kokusu evin alt katındaki işlemeli avlu kapısından bahçeye doğru uzanan taşlıkta esen akşam yeliyle bütün odaları kaplamıştı.

Enginar tarifini üç gündür sora sora ezberlemiş olan Azime Hanım yine de bu yemeği ilk kez pişirmenin acemi korkusunu yaşamakta, elinin titremesini saklamaya çalışmakta, kendi kendine söylenmekteydi.

“ne bulurlar bilmem ki bu saray yemeklerinin tadında.”

Rahmetli anacığının ona öğrettiği şu sulu pilavı bolca kemik kavurmasıyla hazırlasaydı keşke. Kazan, kazan pişirse bıkmazdı vallahi. Ah Cafer Bey ah! Senin şu yeni nesil icatların yok mu? Sonra birden kocasının soy kütüğü geldi aklına. İçinden üç kulhuvallahu bir Elham okuyup böyle soylu bir sülaleye gelin olmaktan duyduğu minnetle yeniden girişti tarif edildiği gibi enginarları kabuklarından ayıklamaya. Hacı Osman amcanın karısı da onun eli ayağı olmuş, mutfakta yardımına gelmişti ya; kadında bilmezdi böylesi saraylı yemeklerini. Yok, yok bu iş tarifle olacak gibi değildi. En iyisi şu yüzbaşının saraylı karısını çağırmalı. Eline yüzüne bulaştırmaktansa o kendini beğenmiş karının nazını çekmek daha iyiydi. Aman Allah Cafer beyin keyfi kaçtı mı kızan zamanı huysuzlaşan atlar gibi çekilmez olurdu. İşte bu düşüncelerle soluk soluğa çaldı kapısını yüzbaşının İstanbullu karısı Feride’nin. Aman Allahım! O ne alım, o ne çalım. Bu kadın birini içeri alana kadar en az üç kez sarılıp öper sonra da yeni aldığı elbisenin saatlerce provasını yapardı. Avrupa’dan getirttiği kumaşların en moda terzilerin elinden çıkmış olduğunu anlata anlata bitiremezdi ya, pek çoğu da palavraydı. Bu yüzbaşıya varmak için ne dolaplar çevirdiğini evvel Allah buralarda duymayan kalmamıştı. Nereden de geliyordu tüm bunlar aklına. Şimdi ikna etmeli de şu saraylı eskisi süslü karıyı enginar pişirmeye götürmeliydi. İçini çekerek

“ah hanımın bir bilsen şu bizim beyin benim başıma sardığı işi. Ah hanımın bende çaresiz geldim senin kapını çaldım böyle... Şu koca Konya da bu iş bir senin elinden gelir, pir senin elinden”

Önce nazlansa da böylesi aranılmaktan oldum olası zevk duyan Feride Hanım mevzuyu öğrenince oturaklı bir kahkaha patlatıverdi. Beşiktaş vapur iskelesinde enginar ayıklayan çingenelerin seslerini duyar gibi oldu.

“Beş parçası beş akçeydi evvel zaman bunların.” Diye söylendi içini geçirerek.

Ağır misafirlerin davet edildiği bu akşam sofrasında hiçbir eksik olmasını istemeyen Cafer Bey evin girişindeki genişçe holde bir oyana, bir bu yana dolanıyor çocukların üzerlerindeki elbiselerden, duvardaki Atatürk portresine her şeyi bir kez daha gözden geçiriyordu. Garnizon komutanının böylesi bir ev yemeğine davetli olduğunu duyan komşu erkânda da üç aşağı beş yukarı aynı tedirgin, bayramlık bir bekleyiş vardı. Sokağın alt başında mahalle çeşmesinin önüne ikindiden bırakılan nöbetçi su içmeye gelen hayvanları erkenden ahırlarına sürüyordu. Sokak olanca sessizliğiyle gelenleri beklemeye çoktan koyulmuştu bile.

Kaymakamı getiren faytondu ilk gelen. Peşinden savcı bey ve hanımı en sonda garnizon komutanı binbaşı geldi. Şişkin gırtlağını sıkan üniformanın içinde evin kızlarının evcilik oynarken yaptıkları bez bebeklere benziyordu. Anılarının hemen hemen tümü kurtuluş savaşı yıllarından kalmaydı ve muhakkak bir cephede başkumandandan bizzat bir emir almışlığıyla biterdi. Rakıya düşkünlüğünü Cafer Bey de bildiği için en iyisinden bir kulüp rakısı da masada hazır edilmişti. Kaymakam mektebi idadiyi bitirmiş burası ilk görev yeriydi. Kimi ileri geri konuşur hakkında komünistlik yaygarası yapılırdı. Cafer Bey kaymakamın yanına oturmayı bu yüzden özellikle istemişti. Ne olur, ne olmaz yemeğin tadını kaçıracak en ufak bir hadisede ev sahibi olarak söze atılıp bu genç kaymakamı sakinleştirecekti. Ah şu rakı birde şişede durduğu gibi dursaydı bu gece. Savcı yanında eşrafın hatırı sayılı zenginlerinden Seyfi ağayı da alıp gelmişti. Seyfi’yle kaymakamın arasının olmadığı Cafer beyin kulağına da gelmişti ama koca savcıya da sözü geçmezdi hani. Ardı arası bir okul müdürüydü. Eti budu neydi ki? Yemeklerin tadını ilk öven garnizon komutanı oldu, ah birde bu gün yaşanan telaşı görseydi ya bu erkek milleti. Gururlu gururlu süzüldü tüm gözlerde Cafer Bey, o da karısına kaçamak bir aferin fırlattı göz ucuyla. Daha ilk gün o anahtar deliğinden gördüğünde beğendiği bu yağız bakışlı delikanlının gururlu bakışları günün tüm telaşını unutturmuştu Azime hanıma. İlk kadeh cumhuriyetin başarılarına kaldırıldı her zaman olduğu gibi. Cafer beyin gözleri kaymakamı kollamaktaydı yine. Garnizon komutanı Dumlupınar cephesinde at sürmeye çoktan başlamıştı bile. Kadınlar masada yokmuş gibi suskunca oturuyorlardı. Savcı bey kaymakamı öven konuşmalarla arada söze giriyor pek bir karşılık alamadığını görünce lafın sonrasını getirmiyordu. Konya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarına düşen bir şimşeğin alaca aydınlığı gibiydi kaymakamın bakışları. Koptu kopacak bir fırtınanın habercisi gibiydi vesselam. Cafer Bey bir kadeh rakıyı içer gibi gözüküyor ama aslında masanın orta saha hakemi gibi sürekli her şeyin tadında kalması için yeni yeni ikramlarda bulunuyordu. Anamur muzunun bu zamanda pek bulunmadığını söyleyenlerden lafa giren Seyfi Bey bunların bir avuç bozguncu olduğunu diyene dek masada neşeli bir hava hâkimdi. İşte ondan sonra Cafer Bey ne yaptı ne ettiyse yemeğin tadını yeniden bulmasını sağlayamadı. Aslında bir yanıyla da bu genç kaymakamda öğretmen okulundaki idealistliğini görüyordu ya, susmak en uygunuydu artık onun için. Kaymakam masadan ilk kalkan olunca garnizon komutanı öfkeli öfkeli söylendi yine.

“Bu devirde okumuşlardan çekeceğimiz var beyler. Eskileri özlüyorum vallahi”

Gecenin karanlığına açılan sahanlıktan içeri dolan temiz havaya karşı bir mavi yeleli atın cesur adımlarıyla yürüyen kaymakam ardında bıraktıklarına dönüp bir kez bile bakmadan aklında Tevfik Fikret’in dizeleriyle kaybolup gidince kalanlarda sessizce birer ikişer kalkıp gittiler. Boş masanın başında eşinin sıcacık elleri ve minik kızlarının sevimli bakışlarıyla kala kalan Cafer Bey içinden fısıldar gibi şöyle söylendi.

“buna da şükür”

........


bu öykü tüm dostlara yeni yıl hediyem olsun... şiir kadar güzel eskilerde yaşamanız dileğiyle.

Griliklerimizin ardına saklı kentlerin atlasını karalıyoruz.
Rayları ayıran makaslarda çeliğin çığlığı yeniliyor bizi...


t.kurt

24 Aralık 2008

KAR






Henüz gün doğmamış daha
İnceden bir kar kaplamış dört bir yanı.
Sevdalısına kavuşmuş gelinler gibi
Ak çam ağaçları.
Açılan dükkân kepenklerinin sesiyle eriyor
Dilimdeki buzlu laflar.

Böylesi ne vakit içim ısınsa
Yine sen geliyorsun aklıma.

t.kurt



22 Aralık 2008

Boz Ayıcık

Cıvıl cıvıl kuş sesleri ve rengarenk mis gibi kokularla kaplı bir zamanda, ayıcıklar ülkesinde bir bahar vaktiymiş...

Henüz iki yaşlarına basan iki arkadaş ayıcık varmış.
En sevdikleri şey bütün gün ortalıkta dolaşmak, yeni şeyler keşfetmek, çeşitli oyunlar oynamakmış.evden uzaklaştıkları vakit anneleri onları merak eder akşam vakti eve geç gelince azarlarmış yine de ertesi gün güneş gökyüzünde yükselmeye başlar başlamaz çocukça, hesapsızca, sevgiyle oyun dolu yaşamlarına devam ederlermiş.
Ayıcıklardan boz renkli ve dişi olanı yaşamda emin adımlarla ilerlemeyi severmiş, kavhe renkli erkek olanı ise çok uçarı ve çılgınmış. Bu iki küçük ayıcığın aralarında annelerinden gizli aralarında bir aşk da varmış.

Boz ayıcık ile kahve ayıcığın bir kaç günde bir uğradığı ulu mu ulu meyveleri çok tatlı bir armut ağacı varmış. O ağaç onların hem karın doyurma hem de oyun oynama yeriymiş. Armut ağacının altında yeni keşfettikleri ve kendilerinden geçerek tüm gün oynadıkları “kim daha yüksekten armut koparacak” oyunu en sevdikleri oyunmuş. Bu oyunda her gün kendilerini daha da geliştirmeye çalışırlarmış. Baharın bitip, yazın ortalarında boz ayıcık santim santim ilerleyerek üç metredeki armutlara ulaşabilmeyi başarmış. Kahve ayıcık ise başlangıcı üç metreden yapıp aşağıdan görülemeyecek kadar yüksekteki dallara kadar ulaşabiliyormuş. Fakat, işin kötü tarafı her çıkışlarında ağaçtan düşerler, her yerleri yara bere içinde olmalarına rağmen bir türlü bu oyundan vazgeçemezlermiş.
Boz ayıcık tepelerdeki armutların tatlarını o kadar çok merak edermiş ki.
Ama gel gör ki, üç metreden düşünce bile canı o kadar acıyan yavrucuk bir türlü daha yükseğe çıkmaya cesaret edemezmiş.
Kahve ayıcık ise o kadar yükseklerden kopardığı tek armutunu aşağıya dallara takılarak yara bere içinde düşmesine rağmen elinden hiç bırakmaz, boz arkadaşına da koklatmazmış bile.
Boz ayıcık yalvarır yakarır sevgilisine yediği armutu anlattırırsa da; yediği armutun tadını anlata anlata bitiremeyen kahve ayıcık birden kendinden geçiverir, coşar ve armutu arkadaşına koklatmadan bir lokmada aşkının hüsran dolu bakışları altında midesine indiriverirmiş.

Günler böylesine geçerken boz ayıcığın kafasına hep aynı soru takılırmış, her çıkışın sonucunda yaralanarak düşen arkadaşına “En tepedeki armutların tadı bu acıya, bu kıvranmaya değer mi, bre kahve tüylü aşkım?” diye sormasına rağmen kahverengi ayıcıktan aldığı cevap onu tatmin etmezmiş. Artık bu en tepedeki armutun tadı öylesine saplantı haline gelmiş ki, onu uyutmaz olmuş

Kafasında oluşan yükseklerdeki meyvenin dayanılmaz çekici tadının nasıl olduğunun cevabını öğrenmeye niyetli boz ayıcık bir plan yapmış. Sevgilisi ve en yakın arkadaşını tuzağa düşürüp ondan önce armuta ulaşacak ve tadına bakacaktır. Ama önce kendine son bir şans vererek, en tepeye çıkmayı denemek istemiş. Bir gün henüz güneş gecenin mavisine altın oklar gibi ışıklarını saplarken uyanıp kahverengi ayıcığı beklemeden tek başına “Güzel Ağaçlar Ormanı” na doğru yola çıkmış.içindeki tıtkuyla dolup taşarken yolda yemek molası vermiş bir oduncu görünce hemen aklına gelen parlak bir fikirle oduncunun baltasını farkettirmeden aşırarak hızla sevgili o tek armut ağaçlarına ulaşmış. Hiç bir şey düşünmeden baltayı tüm gücüyle ağacın köklerine indirmiş.
Belki ağacın yaşlanmış olması ve ayakta zor durmasından, belki de bu sevgili ayıcık dostundan bunu hiç beklemeyerek “Al, ruhumdan bir parça daha al” diye sitem etmesinden kaynaklanarak ağaç direnmeden yıkılıvermiş.
Bir de ne görsün boz ayıcık, tepede hiç mi hiç armut yokmuş. “Son gelişimizde kahve ayıcık onları bitirmiş olmalı” diye düşünmüş. Üzülmüş, çok çok üzülmüş...
Çevresinde de başkaca bir armut ağacı görememiş.
”Yoksa başka bir ormanda mıyım?” diye düşünürken, aklında hep yine o soru varmış.
”En tepedeki armutların tadı oradan düşerek yaşanan acıya değermi? “
Ne yazık ki artık bunun cevabını öğrenme şansı da artık kalmamış. Boz ayı daldığı bu umutsuzca düşünceler içinde giderken eve dönüş yolunu da kaybetmiş.
Ormanda günlerce oradan oraya dolaşıp durmuş sonuçta buhranlar ve kabuslar içinde kendisini de kaybetmiş. Çok yıpranmış, çok ağlamış, eski çocukça sevinçlerini çok özlemiş.

Bir gün su içmek için nehire eğildiği anda yansımasını görmüş ve ne kadar yaşlandığını ama yıllardır kafasındaki o sorunun cevabını hâlâ bulamadığını farketmiş. Nice ormanlar gezmiş, nice ağaçlara çıkmış ama en yüksek dallarında armut olan bir ağaca o ana kadar rastlayamamışmış. Kendini nehire atarak öldürmeye karar vermişken, nehire su içmeye gelen kuşların cik ciklerindeki ritime kendini kaptırınca aklına parlak bir fikir daha gelivermiş.
Evet, belki de en tepeye ulaşmanın bir yolu daha olabilirmiş. Hemen beklemeye başlamış, bahar geldiğinde bir armut ağacı fidanı gibi kendini toprağa dikmek için.
kış bitmiş, toprağın donu çözülmüş,yağmurlar yağmış ve ayıcık toprağa köklerini salarak hayatının cevabını bulma ümidiyle göklere doğru yükselmeye başlamış.fidanlıktan olgunluğa geçmiş ve yıllar sonra çok güzel bir armut ağacı olmuş ama hiç meyvesi olmamış. Son bir çabayla bütün yaşam enerjisini harcayarak en tepede bir meyve yapmış. Bir süre sonra öleceğini bile bile.
Işte bu, çok güzel, çok görkemli bir tek armut dallarının en tepesindeen çekici haliyle beklemeye başlamış. Boz ayıcığın yaşamdaki son isteği, bir ayıcığın gelip bu en tepedeki armutun tadına bakması ve o anda onun gözlerinde hissettiği heyecanı okuyabilmekmiş.

Aradan bir kaç mevsim daha geçmiş, orman bir kez daha soluk sarılara bürünmüş.Ama bizim ayıcığın dönüştüğü armut dipdiri ayakta tadıcısını beklemeye devam etmiş.
Ve o beklenen an gelmiş, yıllar önce terkettiği çok sevgili arkadaşı kahve ayıcık yüzü kırışmış, yaşlanmış bir ayı olarak karşısında duruyormuş. Ona bağırmak seslenmek istemiş. Ona sarılmak, yıllarca hep seni bekledim demek istemiş.
Söyleyemememiş.

...................................

Dalından koparılışının ardından en son gördüğü, çok uzun seneler önce terkettiği aşkının alt ve üst çeneleri ve keskin dişleri olmuş.
Kahve ayı somurtuk bir edayla ilk lokmasını ısırdığı gibi tükürmüş ve armutu yere atmış. Sonra da tepeye ulaşmanın verdiği o zafer sarhoşluğunda çevresine bakınıp, çocukluk günlerinden içinde kalan burukluğu yaşamış.
Armut kurtluymuş…
Acı ve kurtlu…
Somurtkan bir yüz ifadesi....

………………………….

Son görebildiği bu olmuştur armuta dönüşen boz ayıcığın.
Yere düşüşü ise ona çok çook uzun gelmiş, bir kuş gibi süzülerek onlarca parçaya ayrılarak yere yapışırken..
"Evet işte bu!"
Diye haykırmış.

...............................................

Aslında belki de hep aradığı cevap buymuş.
En tepeden düşmenin, havada bir kuş gibi süzülerek, sonra da yere sertçe çakılarak parçalanmanın o haşin, o zalim, o acınası duygusu...
O noktayı son nefesinde yakalamış.
Kahve ayı ise yaşlı ve yorgun ağaçtan inmiş; az önce attığı çürük armuta bastığına farkederek homurdanıp, yoluna devam etmiş gitmiş…

13 Aralık 2008

BAYRAM HOCA’NIN ANISINA





Ölümün ayak izlerini takip ederken yaşam
Gözlerine altın paralar konmuş bir kahramandı tarih
Kirli akan ırmakların ortasında
Yoksul dallarıyla suya eğilen söğüt ağaçları gibiydik
Duvarlarını asma kaplamış evlere benzerdi kimimiz
Kimimiz denizi paylaşırdı martılar gibi.
İskeleye bağlı kayıkları denizatı sanan bir çocuktum bense
Cama düşen yağmur tanelerini kurutup saklardım
Bir bardak demli çayda eriyen şekerin sevinciyle.

Ne kadar çocuktuk, ne kadar büyümüştük
Kim bilir?


Temel Kurt

8 Aralık 2008

...





Kuşlarla konuşuyorum sıkça
Kırlangıçlar maviyi anlatıyor
Tarlakuşları kırmızıyı.
Çobanaldatan kuşları ötünce
Susuyor içimde zaman
Vahasını özleyen çöle benziyorum neden bilinmez.
Kolay şey şiir yazmak
Yaşamaktan kolay

Çiçekler geliyor aklıma ara sıra da
Kırmızıya elini uzatan
Kiraz çiçekleri en çokta
Beyazlara bürünüyorum kimi de
kalbime buzdan bir bıcak gibi saplarken sözcükler



t.kurt






5 Aralık 2008

şekerlik




Yeşil şeker

Duvarlarını asma kaplamış eve benzer kimileri
İçi de, dışı da hayattır...

Kırmızı şeker

Cama düşen yağmur taneleriydi gözyaşları mavinin
Kurutup sakladık!

Mavi şeker

Denizi paylaşan çocuklardır martılar
Hakça.


Kahverengi şeker

Kıyısıdır aşk
Yaşamın.

Mor şeker

Kimsesizliğimi aydınlatan
bir sokak lambası,
ayazda üşüyen dalların hışırtısıydı adın
pencereme yağan karda
bir japongülü
serçelerin yaşam telaşıydın bir kış günü.
Annemin aynalı kemik tarağında unuttuğu bir tutam mutluluk,
bir bardak demli çayda eriyen şekerin sevinciydin

Ne zaman sussam
bir şarkının sol anahtarı olurdu adın.

Kara şeker
Gözlerine altın paralar konmuş bir ölüdür tarih,
sıcacık hayatların çürüten çilesinde.
Böyle apansız bir akşamüzeri içimizde açan karanlık çiçekleri
baş eğmez bir yastır sevgiliye kim bilir.

t.kurt

KIYI

Ölü denizyıldızları toplamaktan geliyordu adam
Rüzgâra yoldaş kırlangıç sürüleri geçiyordu uzaklardan
İğnenin deliğinden görülen yitik bir kenttin
Altın anahtarını arıyordu sözcükleri

Maviliklerin çalkantısına karışıyordu motor sesleri
Saçları balıksırtı gümüş saplı bir hançer gibi parıldardı göğsünde
Kaybolduğu o yapayalnız ormanda ardında pirinç tanesi izleri yitik zamanların
Bir keman teli olurdu ağlayınca gözlerinden süzülen her damla
En uzak kıyısıydı mavinin denizkızlarının yaşadığı o kentler.

t.kurt

1 Aralık 2008

ÇAĞRI

Ey uzak dağlara gidenler
Ey kavanozunda ölümü bekleyenler
Size sesleniyorum
Bırakın ölülerinizi gömmeyi
Gelin!

Doğmamış günlerin güneşidir sözlerim.

T.KURT

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /