20 Aralık 2010

İÇİMİZDEKİ UZAKLAR

Minibüsten indiğinde rüzgârın uğultusu kar taneciklerini dört bir yana savuruyor, bu da yetmezmiş gibi dondurucu soğuk bir kırbaç gibi yüzünde şaklıyordu. Durağın değnekçisinin çokbilmiş ukala yorumları da çabasıydı hani. Oldum olası bu insanların ne iş yaptığına aklı ermeyen Taner bir an önce Ankara otobüsünün geleceği perona doğru ilerlerken, taşıma sepetindeki Duman iyice huysuzlanmaya başlamıştı bile. Ayırttığı biletini almak için girdiği otobüs şirketinin görevlisi sepetteki köpeği görünce bileti vermeye pek yanaşmasa da bir paket sigara parasını cebe indirince sesini kesmiş, işinin telaşıyla çoktan az önceki uzun uzadıya tartışmayı unutuvermişti. Bu koca köyde neyine gerekti senin ta Antalyalardan buralara getirmek bu sevimli köpeği a deli kafa dedikçe kendi kendine sanki Gebze’nin şekilsiz silueti bir kez daha karşısında beliriyordu. İyi bir yere koysaydı da üşüyüp hastalanmasaydı bari Duman, Ankara’da onu sahiplenecek kadını netten bulmuştu ya iyi biri olduğunu ona fısıldayan yüreği umarım yanılmamıştı. Otobüs Gebze terminaline girdiğinde kar tipiye çevirmiş, yerler bir karış kar tutmuş, meraklılar cep telefonlarıyla ha bire fotoğraf çekmeye çoktan başlamıştı bile.

Kapılar açılınca dışarının durumuna aldırmadan aşağı inen yolcuların ilk yaptığı bir sigara tellendirmek olmuş, içlerine çektikleri dumanlar sanki içlerinin sıkıntısını çoktan dağıtmışçasına yüreklerine bir ferahlık gelmişti. Elinde sıkı sıkı tuttuğu fotoğraf makinesiyle çaktırmadan sigara içen bu kalabalığın fotoğraflarını çekmeyi aklından geçiren kadın kim bilir kaç kez gide gele eskittiği bu yolda hep bir fotoğrafı arıyordu aslında. Adını bir türlü koyamadığı, asla varamadığı bir uzağın fotoğrafını. Kâh otobüsün camından arkasında yiten şehrin binbir türlü hallerini, kah elektrik tellerinin ıssızlığını, kah kimsesizlikleri fotoğraflamıştı ya bir türlü yakalayamamıştı aradığı kareyi. İşte yıllar yılı bitmek bilmez yolculuklarının yegâne sebebi işte bu arayış, aklındaki bu düğümdü. Tipiye aldırmadan keyifle sigara içen yolcularda çoktan kaybetmişlerdi bir an için onun gözünde ışıldayan albenilerini, o da kederlenince mahzun bir maviliğe bürünüverdi yüzü gene. Bu fotoğrafçının yanındaki koltukta oturan kadınsa iş gezisi nedeniyle Ankara yolcusuydu, aşağı inmektense bir ada hikâyesi anlatan kitabını okumayı tercih etmiş camda eriyen kar taneciklerine kayan gözleri ona da in aşağı dese de öte yanı sıcağa daha bir sarılıvermişti. Evlenmiş, iş güç, çoluk çocuk derken bir şeyler hayatında değişmişti ya değişmeyen, ne kadar uğraştıysa asla değiştiremediği bir uzak yer içinde hep olmuştu. İşte hayat sihirli asasıyla bu iki kadını yan yana getirmiş onların sağsındaki koltuğu da şiir yazmaktan başka bir tasası derdi olmayan Taner’e ayırmıştı.

Yol ilerliyor, kesik yol çizgilerinin arasındaki boşluklar görünmez oluyor, zaman akıyordu. Sonra otobüs Ankara’ya vardı, bu üç yolcu ve diğer yolcular teker teker araçtan inip kendi öykülerine gittiler ve yolları bir daha hiç kesişmedi ya asla da vazgeçmediler içlerindeki uzağı aramaktan. Ha Duman’a mı ne oldu? Bu kısa öykünün yazarı bu konuda hiçbir bilgiye sahip değil, eğer bilen biri varsa lütfen onun akıbetini de bize o anlatıversin…

t.k

19 Aralık 2010

blog dostlarına yeni yıl hediyemdir

Deniz ve Çanlar adlı kitabından...

ARAMAK

Şarkıdan, denizin dibine,
gerinir yeni bir tür boşluk:
dalga, fazla bir şey istemiyorum, diyor,
diyor ki, yalnız onlar gevezeliğini kessin yeter,
kentin betondan sakalının
durdurmak için uzamasını:
yalnızız,
haykırmak istiyoruz sonunda,
denize karşı işemek istiyoruz,
istiyoruz aynı renkten yedi kuş görmek,
görmek üç bin yeşil martıyı,
kumda seviyi bulmak istiyoruz,
ayakkabılarımızı parçalamayı, kirletmeyi arzuluyoruz
istiyoruz kitaplarımızı, usumuzu
seni bulana kadar, hiçliği istiyoruz,
istiyoruz hiçliği, seni öpene kadar,
söyleyene kadar senin şarkını,
istiyoruz hiçliksiz hiçliği, hiçbir şey
olmadan, gerçeğin
getirmeden sonunu.


Pablo Neruda

9 Aralık 2010

zaten ben hiçbir zaman unutmamıştım seni...

Önce her şey kıpkırmızıydı, denizin üzerinde gün doğar, dağların üzerinde batardı. Sonra her yan maviye boyanır, sonra yapraklar sararır, uzun uzun kar yağardı. Yine de her şeyin içinde senin tohumun olur, sakin nisan güneşinde uyanan tarlalar gibi her şey yeniden yeşerirdi seninle… Peki kimdin ki sen; işte en zor olanı da seni tanımlamaktı...

Vaktiyle bu şehrin kıyısında (Borges vari yazarsak gettosunda demeli ya neyse) bir evde insanlara anlattığım masallar geliyor aklıma; su kadar saf, ekmek kadar hak edilmiş masallar... Ben masal anlatırken dışarıda okunan yatsı ezanı nelerden bahsediyordu acaba, hiç düşünmemiştim bunu. Şehir o evde bitiyor, ötesinde bozkır başlıyordu, onun da ötesi çöldü ve ben bir şahin kanadına tutunup oralardan başka masallara uçuyordum. Senin peşin sıra kaç yıl masallardan masallara uçtum inan hatırlamıyorum. Ki en son bu yalnızlığın masalında tutuklu kaldığımda her bir şeyi yeniden hatırlar oldum.

Artık körebe oyunda ben hep ortadayım, kime dokunsam dokunduğum altından bi heykele dönüşüveriyor. Oysa ben birisi ebe olsun bu yalnızlığı o giyinsin istiyorum.

Tarlalardaki korkuluklardan korkmayan kuşlardandık biz, kalabalık sürülerin yılkı atlarıydık, sahip olduğumuz tek anahtar bi şarkının kilidini açardı yalnızca. ki sen o şarkılardaki en uzak, en mavi sözcüktün.

Şimdi şu kapıyı aç, bu zindana gel desem orada kimsesizliğimi görürsün. Bırak girme bu şiirin içine, zaten ben hiçbir zaman unutmamıştım seni...

t.kurt

7 Aralık 2010

yazmak üzerine



"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra öptüm. Yazmasam deli olacaktım."


sait faik

5 Aralık 2010

Şiir sanatı

Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir
Yuvarlak bir meyve gibi,

Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,

Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun -

Kuşların uçuşu gibi
Sözsüz olmalı şiir.

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,

Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,

Kış yapraklarının gerisinde
Anı anı bellekte kalır ya -

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.

Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.

Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.

Çünkü aşk
Yan yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık -

Bir şey anlatmamalı şiir
Olmalı.

Archibald MACLEISH
Çeviren : Cevat Çapan
Şiirin Aslı : Ars Poetika

2 Aralık 2010

SEVİYORUM SUSMANI

Seviyorum susmanı, yokluk gibisin çünkü,
sesim sana varmadan işitiyorsun beni.
Havalanıyor gibi gözlerin yerlerinden
ve sanki bir öpüşle kapanmış ağzın yeni.

Benim ruhumla dolu bütün nesneler gibi
yine benim ruhumla yükselirsin her şeyden.
Ruhuma benziyorsun, düş kelebeğim benim,
karasevda sözüne benziyorsun tıpkı sen.

Seviyorum susmanı, uzaklıklar gibisin.
İnler gibisin hem de, kuğuran kelebeğim.
İşitiyorsun beni sesim sana varmadan:
Senin sessizliğinle ben de susayım derim.

Seninle konuşayım o senin yüzük gibi
yalın sessizliğinde, o lamba gibi parlak.
Gece gibisin sen de sessiz, yıldız içinde.
Sessizliğin bir küçük yıldızdır senin, uzak.

Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü.
Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen.
Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile,
Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.


P.NERUDA

28 Kasım 2010

...

öyle güzelsinki içimde
iki satır dizeye sığdıramıyorum seni...

t.kurt

25 Kasım 2010

özlem

Zaman uzuyor
Sular ki gene yemyeşil akmakta
Yorgun bir ırmak gibi bedenim
Tutuklu kalmışım kendimde
Bütün kapılarımı yalnızca sana açmak istiyorum…

Oysa ben hiçbir zaman bir çilingir olamadım!

t.k

24 Kasım 2010

yokuş aşağı





Kaç saattir böyle dikelip kalmışım burada, neden sürekli denizin gri maviliğine bakıyorum, bilinmez. Ama benim tek bilebildiğim senin yokluğunun acısı. Ah keşke bi Neruda şiiri gibi sımsıcak yanı başımda bitiversen, sussak ve bizden geriye bir denizci düğümü kalsa. Çözülmesi kolay ama unutulması zor…

İnsanlar bu ömür denen yolda artık iyice böcekleştiler sevgi günlük, ne yazık ki kimse artık kendi hayatına da ait değil. Günler kalplerimize yalanların ağını ören bir örümcek masumiyetiyle tükenip gitmekte. Beni mesela artık hiçbir inanç kurtaramaz. (Evet, biliyorum az önce sana ondan bahsedende bendim)

Uzaktan bir yük gemisi geçiyor, bir nazım dizesi gibi ağır ağır ve dalgaları yararak. Onun ardında bıraktığı izlere dalıp gidiveriyorum. Birden çocukluğum geliveriyor aklıma, siyah önlük giyinmişim ve hep vapur resimleri çiziyorum defterime… gözlerimin altına sakladığım ne çok hatıra var bi bilsen sevgili günlük.

Denizin gri boşluğunda dalıp gitmişken ansızın cep telefonum çalıyor, anlaşılan o ki hayat acımasız sesiyle beni gene yanına çağırıyor. karanlık bir odada kağıdın yüzünde beliren fotoğraflar gibi suretime bürünüyorum yeniden.

8 Kasım 2010

bazen

ümitleri bile koruyamadığımız zamanlardan geçiyoruz,
bazen hayatı sevmemek içimde bir fidan gibi büyüyor

...

2 Kasım 2010

21 Ekim 2010

MAVİ MASAL

Sonbahar penceremde yağmurun şarkılarını mırıldanırken ben avuçlarımda bir mumun yandığını hissediyor, nefes bile almıyordum. Ama yine de sönüyordu mum. Mum sönünce gidip uyuyor ve gene o mucizeler dükkânının kapısında buluyordum kendimi. Yaşlı masal satıcısı beni artık tanıdığından umutsuzca gülümsüyor, artık ezberlediğim sözlerini yineliyordu; senin aradığın masalları artık hiç kimsecikler yazmıyor evlat diyordu. Ben gene o geceyi o mucizeler dükkânında sabahlayarak geçiriyor, sonra da uyanıp umutsuzca gene çileli hayatıma dönüyordum. Oysa yaşamak ağır bir yük gibi sırtımda taşıdığım çileye dönüşmeden önce geceleri hiç sevmez o dükkânın varlığından habersiz küçük mutluluklarımla tıpkı bir yorga atı gibi dolu dizgin ömrümün yılkısında tozu dumana katıp koştururdum. Evet o zamanlarda da zulmün kaplanları eline geçirdikleri her bir şeycikleri parçalar, insanları korkuturlardı ama zor da olsa birkaç yürek bir araya gelip adaletin kaplanı oldun mu hesap değişir bütün acılar unutulur hiçbir şey mucizelerin eline kalmazdı…

Gene zor etmiştim geceyi. Dışarıda kar yağıyordu. Mucizeler dükkânındaki ihtiyar o yılın son hesaplarını tutuyor olduğundan olmalı işi başından aşkındı. Sırtına tuhaf bir elbise geçirmiş, tepeden tırnağa kırmızılara bürünmüştü. Beni görünce gene sırıtır gibi gülümsedi. Nedense bu gece kimsecikler gelmiyordu dükkâna. Bütün hesaplarını yazıp çizen ihtiyar bana dönüp; demek bu gece için seni bana yardımcı verdiler, git arabayı al gel yolumuz uzun, dağıtılacak çok masalımız var, dedi. Şaşırmıştım ama belli etmedim, çıkıp ren geyiklerinin çektiği arabayı dükkânın önüne getirdim. Kimi uçarak, kimi kayarak, kimi denizleri aşarak bizden masal bekleyen mutsuzlara birer çuval masal götürüyorduk ya ben hala kendi masalımı nasıl bulabileceğimden başka bir şey düşünmüyordum. Taki yolun sonuna gelip, ihtiyarın elindeki son çuvalla bana gülümsediğini fark edinceye kadar. Bu senin evlat, artık burada senle ayrılıyor yolumuz dediğinde evimin kapısının önünde olduğunu fark etmiştim. Sessizce çuvalı alıp, indim kızaktan. Ben gidince aç ve sende doyana dek masalının keyfini çıkar demesiyle kaybolması bir oldu ihtiyarın. Heyecandan yüreğim bir soba gibi kütürdüyordu. Artık daha fazla dayanamayıp çuvalı açtım. İçinde iki satır bir mektup vardı. Mucize beklerken bulduğum bu iki satır yazıda şunlar yazılıydı: her insanın hayatı onun masalıdır…

O sıra uyanıverdim işte. Dışarıda gün her zamanki gibi yeni yeni ışıyor, gökyüzü maviye boyanıyordu.

t.k

ölümsüz acı

eğer bir kez olsun ölmeyi başarabilseydim
doğardım ikinci kez seninle birlikte
çünkü sayılar sonsuza doğru nasıl bilinmez oluyorlarsa
yaşarken de ben öyleyim
yaşamaksa bu...

t.k

14 Ekim 2010

ANLAR ÜZERİNE...

Aralıksız yağan sonbahar yağmurunun tıpırtısına vermişim kulağımı. Elim yavaşça üzerinde katran karası bir akciğer fotoğrafının basılı olduğu sigara paketine uzanıyor. Kibritin şavkıyla aydınlanıyor odanın karanlığı. İlk nefeste sigara içmenin kötülüğü ikincisinde keyfi geliyor aklıma da bir türlü bu zevkimden vazgeçmeye kıyamıyorum. Yaramaz Duman minderinin üzerinde mışıl mışıl uyumakta, bendeyse bugün yine başka bi haller var. Biraz şiir okuyup sonra da uyumaya çalışmak geliyor aklıma. Okuma lambasını yakıp, kütüphanemin raflarından rastgele bir şiir kitabını alıyorum. Şans bu ya "kötülük çiçekleri" çıkıyor bahtıma. Daha da kötü oluyorum. niyeyse bir kadeh rakıyı yuvarlayasım geliyor aklıma. Tek başına da içilmez ki bu meret. Ayak parmaklarım üzerinde mutfağa gidip tabakta bi dilim peynirle dönüveriyorum odama. Suyla buluşunca aslan sütü oluyor gene kadehteki rakı. Ağzımda anason kokusu, yüreğimde derin bi sızı. Hesapsızca büyüyor kederim. Nerden geliyorsa aklıma eski günler geliveriyor. Malum yolun yarısı geçmiş, yayınladığı kitaplar kimse tarafından fark edilmemiş yapayalnız bir şiir yazarıyım. Sanki bu cümleyi bilinçli kurmuşum gibi şair olduğumu bir türlü kabullenmiyorum, rakının etkisi bu olsa gerek. Birdenbire keder iyice depreşiyor içimde de umutsuzca kendi şiir kitaplarımı okumaya başlıyorum. Ay günlüğünü niye tuttuğumu yüreğime bu dizeleri kimin fısıldadığını düşünüyorum, işte tam o an yaşadığım ama asla unutmaya kıyamadığım anlar geliyor yine aklıma da dalıp gidiveriyorum...


İlkokula başlamış abc’yi sökmüş, epeyce de kıdemli bir öğrenci olmuştum. O yıllarda ilkokula siyah önlükle gidilir, beslenme çantasında hep yerli malları taşınırdı. Okulumuzun bahçesinde altında oyunlar oynadığımız bir kiraz ağacı vardı. Mayıs aylarında meyvesini verir bu meyveler okulun bütün öğrencilerine ne hikmetse yeterde artardı. Mandolin çalmayı çok seven kır saçlı öğretmenimiz mutluluğu konu alan bir resim yapmamızı söylediğinde ben resim defterime alelacele bu kirazın meyvelerini çizivermiştim. İki kırmızı noktayı bir çöpün ucunda birbirine bağladığım bu resimde bir kırmızı nokta annem ötekide babamdı. Şiirlerimde bütün mutlulukları kiraza benzetmemin de nedeni galiba buydu.

Boş arsalarda beşte devre onda biten maçlar oynardık. Ben hep fenerin kaptanı olurdum fakat çok gol yiyince adım kovaya çıkardı. Sonra sonra futbola ilgimi kaybettim ya önce kanaryaları, sonra martıları şimdilerdeyse albatrosları şiirlerimde çoklukla kullanmamda bu yüzdendi.

Lisede sevdiğim kıza okumak için şiir ezberlemek gelivermişti aklıma nedense. Tesadüfen bir nazım şiiri geçmişti elime de onu o gece ezberlemiştim. Sonraları başıma bin türlü dert açan bu nazım şiirleri benim şiirle tanışmamın ilk kapısı olmuştu. O kız hayatımdan çıktı, bugün görsem anımsar mıyım bilmiyorum ama o nazım hikmet şiiri hâlâ aklımdadır.

Evimizde kimse kitap okumazdı. Kendimi bildim bileli babam hep uzak ülkelerde çalışır, bunun nedenini ben anneme sorunca ekmek parası için oralara gittiğini söylerdi. Liseye beni babam kaydettirmişti. Emeğiyle çalışan, ömrü boyunca haram nedir bilmemiş iyi bir inşaat ustasıydı. Beni okula kaydederken okuyup adam olmamı tembihlemişti sıkı sıkıya. Cenaze namazında hoca dua okurken onun bana bunları tembihlediği gelmişti aklıma. Solcu olmuş şiirler yazmış içeriye düşmüş, barışı savunmuştum da anca o anda öğrenmiştim adam olmanın böylesi zor bir iş olduğunu. Dediğini yapıp adam olduğum içinse o an çok mutluydum.

Yatakta iki kişiydik. Yanımdaki kız beni çok sevdiğini söyledikçe bende şiire bata çıka mutluluğun yılkı atını sürmekteydim içimdeki güneşe doğru. Zaman geçtikçe mutluluğun yılkı atlarının kolay kolay güneşe varamadıklarını öğrendim bin bir acıya bata çıka. Hayatımım bu en uzak anı şiirlerimin de sebebi oldu bundan ötürü. Her şey uzakta bitti.

İlk okuduğum roman suç ve ceza'ydı. Bir genç daracık köhne bi odada aklından binbir türlü düşünce geçiriyor, bunun için cinayet işliyor, sonunda da bir hayat kadınıyla evlenip sıradan bir mutluluğu yaşıyordu. Alyoşalık zamanlarımda okuduğum bu roman kitapların dünyasına dalmama neden olmuş, sonrasında okuduğum yüzlerce romanın, düşünürün, yazarın kapısını bana aralamış ama ben aradığım kitabı bir türlü bulamamış o yüzden o kitabı kendim yazmaya karar vermiş ama o kitabı kimsenin yazamayacağını geç de olsa anlamıştım.

Karlı bir İstanbul sabahında boğazı vapurla geçmek karşıya, dalgaları yara yara unutmak zamanı, dahası asla varamamak karşı kıyıya. Peşine düşmek aklındaki sorunun; aralıksız elli yıl yağan yağmurları, yüzyıldır ışımayan geceleri görmek. On bin yıl yaşayan zalim krallardan kaçan kırlangıçlara rastlamak, bin yıldır açmamış bir güle yarenlik etmek, susmak ve de konuşmak mavi hecelerle…

...

Vesselam aynalardan geçtiğim anlar hep şiirlerime yansıdı, bu yansıma durgun ve durağan bir olgu değil yaşadıkça gelişen diyalektik bir tamamlanmaydı. Sonrası hiçbir zaman gelmeyen bir akış yani….

sevgimle temel

9 Ekim 2010

soru

Ah bu tuz yığını mavilik
bak fırtına biriktiriyor gene kuzeyde
yalnızlığın ağacı hüzün alacası
kibritimde bitmiş
hay aksi
söyle neden öldürmüştü ihtiyar denizci albatrosu?

t.k

8 Ekim 2010

UZAK

(yazdığım bir romandan rasgele bölümleri ara ara böyle yayınlıyorum işte. sevgiyle )

(uzak/sayfa 76-85)
...........

Yapayalnızdı işte. Ne yapsın, ne etsindi, bilemiyor, sonrasını getiremiyordu. Yaşamın kıyısında içinden çıkılmaz bir vurdumduymazlığa koyuvermişti kendini. Günler günleri kovalıyor, geriye dönüp baktığında her şey orada, o lanet olasıca anda düğümlenip kalıyordu. Yitirdiklerini özlüyor, bu acısıyla vahasını özleyen bir çöl gibi seraplarda yaşıyordu. Oysa dışarıda hayat olanca coşkunluğuyla yaşanıyor, suların mavi yüzünde çanlar bir türlü susmak bilmiyor, kırlangıçlar şehri yavaş yavaş terk ediyor, güller yeniden açmak için soluyor, kardeşleri okul kitaplarını ciltliyor, annesi gurbetteki babasının yolunu gözlüyordu. İçinin bu amansız hastalığı demiri çürüten nem gibi çürütmekteydi onu. Denizin mavi yüzündeki anafor yarası gibi onu girdaplara sürükleyen, dört bir yanını kuşatan, hiç iyileşmeyen bir söz yarasıydı yalnızlık… Geriye dönüp içinin aynalarına baktıkça orada yüzünün nasıl yitip gittiğini görüyor, uzak upuzak yıldızlara dokunmayı düşleyen bir çocuğun çaresizliğiyle kalakalıyordu. Artık düş görmek istemiyor, kurbağanın hep kurbağa olarak kalacağına inanıyor ama yine de bilincini kuşatan bu çemberden bir türlü kurtulamıyordu. İşte o günlerde lisede yarım yamalak okuduğu şiirleri tekrar başucunda buluverdi. Neruda’nın karaya hasret gemilere merhaba dediği çanları çınlatıyor, Nazım’ın elleriyle okşuyordu Vera’nın saman sarısı saçlarını. Bir yanı şiirin derin sularına batan bir batık, diğer yanı özlemin çöllerinde yitip giden o altın nehir gibiydi. Sığındığı bu fildişi kulelerde, insanın kendi karanlık kuyusuna saldığı bir kovaydı şiir, bir yudum su umanı da vardı, Yusuf’unu bekleyeni de.
Öylece çıkıyordu her sabah evden. Nereye gideceğini, ne yapacağını düşünmüyor dolanıyordu saatlerce. Kâh bir deniz kıyısına gidip gemileri seyre dalıyor, kâh raylarda yürüyordu saatlerce. Mahalleli; içeri gire gire tırlattı derdi onu görünce. Umursamıyordu hiçbir şeyi. Birkaç kez hocaya su okutup gizli gizli içirdiyse de annesi fayda etmedi. Köyden geldikten sonra Kemal’le kaldıkları evden getirdiği o koliyi açıncaya kadar iyi idi oysaki… Üçü birlikte çektirdikleri o fotoğrafı görünce oldu olan. Rabia’nın ağzı kulaklarında kahkahası kalemle çizilmiş bir resim gibi duruyor, Kemal sanki küs gibi bakıyordu ona. Okul mokul, yaşamak maşamak, devrim mevrim umurunda değildi artık. Bütün sebeplerini yitirmiş, kör olasıca bir kederin karanlık suskunluğuna gömülmüştü işte. Ta ki öyle umarsızca dolaşırken Tülay’la rastlaşana kadar…
- Merhaba Taner nerelerdesin sen yahu, yer yarıldı da içine girdin sanki
Tülay’la rastlaşmaları iyi olmuştu bu kimsesizliğinde. Oturup konuştular uzun uzun. Anlat anlat bitmiyordu laf kızda. Yeni kurulan sol partilerden birine gidiyormuş ara sıra. Memlekette olup bitenleri konuşup, kimi gazete bile satmaya çıkıyormuş partidekilerle. Senden iyi olmasın ya iyi insanlarmış oradakiler de. Öyle içten, öyle teklifsiz konuşuyordu ki, susup tatlı tatlı dinliyordu Taner. Bir ara sen neler yapıyorsuna bile getirdi lafı kız. Ne desin, hangi cümleye sığdırsındı günlerini şimdi, bilemedi. Yaşıyoruz çok şükür, dedi gülerek. Aziz Nesin hikâyelerinde bir adam gibi duyumsadı o an neden bilinmez kendini. Sert bir rüzgâr esmeye başladı, salındı çam ağaçları. İyice kararmıştı bulutlar. Bir garson elinde tepsiyle sıcacık çayları servise çıkmıştı. İki çay daha içtiler. Bir mağazada işe başlamıştı, giysi reyonuna vermişlerdi onu, çıkarıp bir kâğıda çalıştığı yerin telefonunu yazıverdi. Arasındı, görüşsünlerdi, uzak durmasındı öyle, o da gelsindi partiye, işçilerin, emekçilerin partisiydi ne de olsa. Kemal’le partiyi aradıkları günler şöyle bir gelip, geçti gözünün önünden, sustu. Çatallanan sesiyle; gelirim, dedi. Hava soğutmuştu epeyce, inceden bir yağmur başladı kalktıkları sıra. Nazım’dan bir şeyler okudu yol boyu kıza. Minibüs duraklarında vedalaşıp ayrıldılar. Arkayı dörtlemeden kalkmıyordu minibüsler. Ter kokuyordu içerisi, yorgun, bitkin inşaat işlerinde çalışıp evine dönenlerdi yolcuların çoğu. Patırtı, kütürtü, her kafadan bir ses, balık istifi vardı eve yine. Sofrayı kuruyordu annesi. Bir tabakta ona koydu. Ödenmemiş elektrik faturaları duruyordu masanın üzerinde, onları görünce, bir an önce iş bulması gerektiği geldi aklına. Yarın kalkıp iş aramalıydı tezinden. Kimse kırmızı halılar serip karşılamasa da onu hayata dönmüştü işte. Salona geçip biraz televizyon izledi, Fenerbahçe’nin yeni transferlerini anlata anlata bitiremiyordu spiker. O gece yatarken Tülay’ın söyledikleri geldi apansız aklına gene; demek sonunda akıl edilip kurulabilmişti işçilerin, emekçilerin partisi de. Gece lambasının loş sarı ışığında usul usul kapanırken gözleri, düşlerinin yılkı atlarıyla bambaşka dünyalara dalıp gitmişti yine.
Kalktığında dokuza geliyordu saat. Bir şeyler atıştırıp, minibüsle Gebze’ye çıktı. İş Bulma Kurumu’nun panolarına bakındı. İki, üç ilanın telefonlarını yazdı kâğıda. Gidip telefon kulübelerinde sıra bekledi. Aradığı işler askerlik yapmış eleman istiyorlardı. Olmadı. Epey bir dolandı orada burada, yoruldu, parklarda oturdu. Bugün arayana iş miş yoktu! Açlık bastırınca bir simit aldı, susamlarının yanığı tatlı gelmişti yine. Eğilip avucuyla su içti çarşıdaki tarihi çeşmenin pirinç musluğundan. Güvercinler kanat çırpıyordu dört bir yanda, mis gibi kızarmış kestane kokusu geliyordu burnuna. Ne olacak yaşamak bedavaydı ne de olsa. Yazdan kalma hava iyice kızdırmıştı gün ortasında. Bir çınar gölgeliği bulup yasladı sırtını. Okul bahçesinde teneffüse çıkıyordu çocuklar, serçeler gibi cıvıldıyorlardı dört bir yanda. Bir sigara yaktı, Rabia geldi neden bilinmez aklına. Derin bir nefes çekti içine. Üfledi dumanını kış güneşinin yüzüne, güldü haline. Sağına, soluna bakındı. Bütün gölgelikler doluydu. Ne yapsam, nasıl akşam etsem, diye düşünürken Tülay’ın bahsettiği şu yeni kurulan parti geldi aklına. Kolunda gezinen bir karıncayla birlikte düştü yola. Bir kıza laf atıyordu bir delikanlı. Başka kapıya oğlum, diyordu kız hafif işveli sesiyle. Elektrik tellerinde dineliyordu uçmaktan yorgun düşen güvercinler…
İki kişi vardı içerde. Kirli bir sakal bırakmıştı gençten olan, diğerinin kalıncaydı bıyıkları. İyi karşılamışlardı onu. Çok geçmedi koyulaştı sohbet. Zamanla açıldıkça açıldı Taner de, bir iki de şiir okudu Nazım’dan. O vakit kalmadı aralarında hiçbir mesafe. Hep gelsindi, onunda partisiydi zaten bura. Çıkmaya hazırlanmıştı ki Tülay girdi kapıdan. Taner’i orada görünce ışıdı gözleri, daha bir mavileşti yüzü. Bir şeyler dedi ya, ne dediğini kendide bilemedi. Korkak, tedirgin çekine çekine gelip, gidenler bir, iki laf ediyor, umutlarını, umutsuzluklarını dillendiriyorlardı.
Birlikte çıktılar. Akşamın serininde dolu filelerle evinin yolunu tutanlarla doluydu belediyenin yeni yaptırdığı otobüs durakları. Sıcacık gülümsüyor, içten, pazarlıksız anlatıyordu düşlerini Tülay. Belli ki çoktan kendine ayırmıştı Taner’i. Küçücük ellerine, yüzündeki çiçek bozuğu çillerine şöyle bir baktı gizlice, tatlı bir sıcaklık kaynadı içinde. Yol ağzında bir kamyonun kasasında batan geminin mallarını satıyordu üç adam, itiş, kakışta kapanın elinde kalıyordu sattıkları. Bu hafta sonu var mıydı bir işi? Eskihisar’a gitsinlerdi, bi güzel bi güzeldi ki oralar. Olur, dedi. İki gün vardı daha hafta sonuna fakat nasıl etse de bulsaydı biraz para. Aç açına mı bakacaklardı denize. Az paraydı ya yoktu işte. Kimse bulamadı para isteyecek, bir de koca memlekette devrim yapacaklardı hani. Niçin olur demişti ki sanki. Bir sebep bulsa, gitmese, kızı arasaydı telefonla, yok yok o da olmazdı, yakışmazdı ona. Tavşanına akıl danıştı ama ondan da pek bir ses çıkmadı. Parası mı vardı ki versin, ağzı var, dili yok bir oyuncaktı ne de olsa. Satacak bir şeyler arandı, kitaplarından başka bir şey de gözükmedi gözüne. Utana, sıkıla annesinden istedi.
Çarşaf gibiydi Marmara. Gemiler demirlemişti açıkta. Tatlı bir yel esiyor, ışıl ışıl parlıyordu gökyüzünde güneş, yazdan kalmaydı hava. Daha bir güzeldi bugün Tülay da. Saçlarını mı yaptırmıştı bu kız ne. Arandı arandı bulamadı o tatlı çillerini, nereye saklanmışlardı acaba? Oturup o yaşlı sakızağacının altına konuştular hayata dair, kim bilir kimlere gölgelik etmiş, ne dilekleri dinlemişti vaktiyle. Martılar süzülüyordu maviliklerde, dalgaların sesiyle söylüyordu türkülerini deniz. Ne zaman göz göze gelseler, gülümsüyor, daha bir mavileşiyordu Tülay’ın yüzü. Uzatsa elini çekmezdi geri belli. Uzatsa mıydı? Bilmiyordu.
Kalkıp dolandılar kıyı boyunca, oltacılara rasgele dediler gülümseyerek. İçinde kocaman denizler olan şiirler okuyordu Taner. Susmak bilmiyordu bir türlü. Sen çalışmıyorsun, hesaplar benden, diyordu her seferinde Tülay. Şimdi kolunun altına alsa mıydı şu kızı, şöyle sarmaş dolaş mı gezinseydiler, dudağının uçuna bir gül mü dikseydi yoksa? Bilemiyordu.
Ne tez akşam olmuştu o gün bilemedi ikisi de. Eve döndüğünde o gece hep Tülay’ı, ona niçin uzak olduğunu düşündü. Rabia geldi aklına, sonra da ninesinin kesesinden çıkan o küçük kara taş. Uzatıp serçe parmağını dudağının kenarındaki benine dokundu, ter bastı içini. Sonra öylece bir elveda bile demeden çekip gittiğini anımsadı yine. Sustu. Karanlık, acıtan bir susuştu bu.
Günler gelip, geçiyor, iş bakıyordu sağda solda. Sendikaya Bekir Abi’ye uğradı bir gün. Toplu sözleşmede pürüz çıkmış filanca iş yerinde de, onu çözmeye gitmiş Bekir Abiler. Çayını içmiş, çıkıyordu ki, kapıda karşılaştılar. Neler yapıyordu, iyi miydi Taner? Ne olsundu, iyiydi işte, kazanamamıştı fakülteyi, iş bakıyordu buralarda. Askerlik yapmış olsaydı kolaydı ya zordu bu sıra. Belli ki onun derdi başından aşkındı, çıktı. Dolandı epey bir sağda solda, akşamı zor etti yine. Sigara parasını bile zor denkleştiriyordu. Fabrikadaki günleri geldi aklına. Az mazdı ya iyiydi o günleri. Fabrika deyince Recep Usta geldi aklına. Kardeşiyle bir dükkân mı açmışlardı buralarda ne? Bir uğrasa, hatırını sorsa, ne kaybederdi sanki?
Güler yüzlü, oldukça da konuşkandı kardeşi, onun da burnu ele veriyordu hemencecik memleketini. Recep abisi bu sıra siyasetle uğraşıyordu, pek durmuyordu dükkânda da. Sosyal demokratlardan encümen adayıydı yerel seçimlerde. Çayını bitirince, selam bırakıp çıktı. Ne zor şeydi iş bulmak bu zamanda böyle. Parasız kaldın mı geçmiyordu bir türlü saatler bile. Eve gidince televizyona bakındı biraz. Bir umut deyip çarkıfeleği çeviriyordu yarışmacılar, haberler iç karatıyordu. Yeni banknotlar yoldaydı. Bu mevsimde bile güney sahillerinde üstsüz güneşleniyordu çıpıldak çıpıldak karılar. Hakkâri’de bir karakolu basmıştı teröristler, çok şehit vardı gene. Koalisyon hükümeti dağılmış, seçime gidiyordu memleket. Milli piyangonun yılbaşı ikramiyesi dudak uçuklatıyor, uzadıkça uzuyordu Nimet Abla gişesinde kuyruklar…
Sağda, solda iş bakarak, arada Tülay’la buluşarak parasız pulsuz gelip çatmıştı yeni yıl. Pek kar yağmamıştı ya amansızdı soğuklar. Parasızlıktan Gebze’ye bile çıkamıyordu çokça. Mahalle kahvesinde al kızı, ver papazı akışına koy vermişti hayatı. Arada yatarken Rabia geliyordu aklına. Bir sigara parası bulamadığı şu günlerde nasıl kıyıp da yaşadıklarına, kızsındı o kıza da. Cesaret edip de bir kere bile gidememişti Bayram Hoca’yı görmeye bile. Gitse ne diyecekti hem adama. İşte böyle geçirdi kışı, ilk cemrenin yolunu nasıl bekliyorsa hava öyle sabırsız bekliyordu o da baharını.
Erik ağaçları yalancı çiçeklerini açmış, şubat güneşinin sıcaklığı sert geçen bir kıştan sonra yüzleri biraz olsun güldürür olmuştu. Mahalle kahvesinde otururken seçim amaçlı bedava dağıtılan bir yerel gazetede bir ilan ilişti gözüne. Gebze’de yeni kurulmuş bir yerel gazeteye muhabir aranmaktaydı. Lisede okul gazetesi çıkardıkları geldi aklına nereden geldiyse. Bir umut deyip aradı ilanda verilen numarayı. Sekreter kız çıktı telefona. Yarın saat onda gelsindi, görüşsünlerdi. Kapadığında telefonu bir dal çıtırdadı niyeyse içinde. Dışarıda hafif hafif serpiştirmeye başladı yine sulu sepken bir kar.
Kapıdan uğurlanan kış soğuklarının bacadan geri döndüğü bu yeni günde, görüşmeye gittiği gazetede bıyıkları alttan, üsten terbiyeli, Hacivat kılıklı bir müdürdü görüştüğü. Toparlak yüzü, numaralı gözlükleriyle mülayim bir görüntüsü vardı adamın. Doğrusu kanı ısınmadı ya pek, işsizlikten de iyice bunalmıştı, geriye dönecek yol parası bile yoktu cebinde. Gazete okumayı sevmeyen velâkin gazete çıkarmaya soyunmuş bu adam, bu genç delikanlının maaşın hiç lafını etmeden işe istekli olduğunu üst üste yinelediğini görünce; yarın gel başla, bir bakalım delikanlı, dedi. Bir iş bulabilmişti sonunda. Sıcacık bir sevinç kaynadı içinde. Zamanla gazetenin bütün girdi çıktı, getir götür işleri ona yüklenecekti ya şimdilik adı muhabir olarak denenmek için alınmıştı gazeteye.

6 Ekim 2010

ateş ile duman




duman'la tanışıklığımız yeni
velakin dostluğumuz uzun sürecek gibi.
biraz yaramaz fakat çok sevimli
süt içmeye bayılıyor
henüz kitap okuyamıyor
çünkü o daha çooook küçük :)

29 Eylül 2010

ZOKA

bazen içinin zulasına sığınır,
orada yalnızca kendi sesini duyarsın.
eski bir dizenin yumuşacık eli
gelip okşar yüreğini.
sonra;
"iyiki de böyle yaşamışım" der,
kendine gene ondan bahseder,
anason kokularında gülümsersin zamana.

t.k

26 Eylül 2010

MAVİ KUŞ

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm, kal,
diyorum ona, kimsenin
seni görmesine izin veremem.

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama viski döküyorum üstüne
sigara dumanına
boğuyorum,
fahişeler, barmenler ve
bakkal çırakları hiçbir zaman
bilmiyorlar onun orada
olduğunu.

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm,
yat lan aşağı, diyorum ona,
ocağıma incir dikmek mi
niyetin? Avrupa'daki kitap
satışlarını sabote etmek mi?

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama zekiyim, sadece
geceleri izin veriyorum çıkmasına,
herkes yattıktan sonra.
orada olduğunu biliyorum, derim
ona, kederlenme
artık.

sonra yerine koyarım yine
ama hafifçe öter
tamamen ölmesine de izin
vermiyorum
ve birlikte uyuyoruz
gizli antlaşmamızla
ve insanı ağlatacak kadar
güzel, ama ben
ağlamam, ya
siz?



Charles Bukowski

24 Eylül 2010

sana dair




hiç kimsenin iyi gelmediği yerden sarıyorsun yaralarımı, hiç kimsenin dokunamadığı yerden kanatıyorsun sonra,
uzak bir yerden geliyor sesin,
hiç kimsenin uyandıramadığı yerden uyandırıyorsun...

21 Eylül 2010

hesap kitap

bazen insan yalnız kendisiyle kalır. hemen herkes ömründe çokça yaşar bu anı. kadersizliğine kızar, en büyük cezayı da kendine verir. insan kendisiyle konuşunca yani kendi içine kapı aralayınca orada hayat insana bir yük olur. bagajın yüke döndüğü yolda hayat çekilmezdir artık. işte böylesi anlarda büyük düşlerinden küçük mutluluklarına sığınır çokça insan. ama ben bunu da başaramayanlardan olmuşumdur çokça zaman...

15 Eylül 2010

13 EYLÜL'ÜN ŞİİRİ

fabrikaları, okulları, mabetleri, kışlaları
kerhaneleri, otelleri, köyleri, şehirleri
ki çocukları yaşatmak için
ve işte bu halk gene erkenden yollara düştü.

onlar ki; hayata bembeyaz bir yol açmak için
yankısıydı yalnızca kendilerinden kopan bir çığın...

13 Eylül 2010

BAZEN



bazen eylül yağmurunun penceremdeki tıpırtısına benziyordu bakışların,
bazen kar altında bir Anadolu kasabasına giden
uzun yol otobüslerinin buğulu camlarına.

bazen yanına gelmekten korkup bir sigara daha yakıyordum,
bazen korkularımı yenip gül bahçende korkuluk oluyordum.

bazen hüzünlerim mavi,
bazen esmer
ama mutluluk ikimize de çokça hep uzaktı...

t.k

25 Ağustos 2010

ONLARA DAİR

zambağın somutlaşmış çıraklarıdır onlar
şişe kırığı tarlasında boy verirler acıtarak
korkuyla varolur, korkuyla geçerler köprülerinden
ki düş kadar yalandır senden giderken sana bıraktıkları

t.kurt

23 Ağustos 2010

Sanılar

Şimdi belki benim gibi ölesiye yalnızsındır
Uçan kuşları gözlemektesindir tek başına
Çamların yeşiline dalmış gitmiştir gözlerin
Radyo dinliyorsundur ya da susarak
Bir kitabı okumaya çalışıyorsundur kim bilir

Sonsuz güzellikte bir aşk düşünüyor olabilirsin
Belki de anılarını deşiyorsun bir olmazı
Bir açmazı derinden derine kurcalar gibi
Bir kahve içmeyi bir elma yemeyi kurarak
Saatine bakıyor olabilirsin uykulu gözlerle
Çocukların oyununa dalmış gitmiş olabilirsin

Mahpus gibi tutsak gibi belki köle gibi
Yarını olmamak gibi bir duygu içindesindir
Belki de kendini bağışlamıyorsundur
Benim hiç bilmediğim bir şeylerden ötürü
Kırık tirenler gibi öylece kalakalmışsındır
Kalkıp gidip çekirdek almayı düşünüyorsundur
Ya da uyumak istiyorsundur her şeyi unutmak için
Belki sen de benim gibi ölesiye yalnızsındır


Afşar Timuçin

13 Ağustos 2010

kırmızı ve mavi




Seninle anlam bulan kırmızı soluğum
Yüzümün o suskun mavisi
Her şey ölüyor sevgili.
Oysa sen çocuk İsalar gibisin hâlâ!

t.kurt

10 Ağustos 2010

Peri Kızı'na


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; devenin tellâl, pirenin berber olduğu zamanlarda kartlar ülkesinin uçsuz bucaksız kıyılarında ırmak seslerine komşu ahşap bir kulübede yaşlı Maça Kızı’nın evlat edindiği çirkin bir Sinek İkili yaşardı. Güzeller güzeli Sinek Kızı’yla yakışıklı Kupa Bey’inin yasak aşkından doğan bu talihsiz çocuğu bir sabah kapı eşiğinde buluveren yaşlı Maça Kızı dinmeyen evlat özlemiyle Kartlar Tanrısı’na dualar ederek oracıkta bağrına basmış, ona öz annesini hiç aratmamıştı. Zaman gelip geçmiş ama Sinek İkili hep Sinek İkili olarak kalmıştı. Öyle çirkin, öyle çelimsizdi ki diğer İkililer bile onu asla oyunlarına almıyorlardı. Yaşlı annesi onun bu haline duyduğu üzüntüden bir gün apansız ölüverince artık iyiden iyiye yalnız kaldı ve bu küçük kulübenin dört duvarı arasında yüzünü herkesten saklayıp, geceleri ışıldayan yıldızların pırıltılarında binbir düşe bata çıka yaşamaya alıştı. Günler günleri, yıllar yılları kovalıyor, zaman su gibi gelip geçiyor ama yüreği tıpkı bir örümceğin ağını örmesi gibi sabırla aşka duyduğu o umudu bu çirkin kızın içine örüyordu.

Kartlar ülkesinin yaşlı kralının yakışıklı oğlu Kupa Valesi’ninse tahta çıkması için en kısa zamanda evlenmesi gerekiyordu. Çünkü bu yılın sonuna dek kalbinin prensesini bulup evlenemezse koz maça olacak, tahta Maça Bey’i geçecekti. Yaşlı kral oğlunu bir an önce evlenmeye ikna etmek için kartlar ülkesinin tüm güzel kızlarının katıldığı balolar düzenliyor, bunun için hiçbir masraftan kaçınmıyordu ama ne yaparsa yapsın aşka inanan oğlu kalbinin sahibini bir türlü bulamıyordu.

Günlerden bir gün krallıktaki diğer valelerle bir araya gelip av partisine çıktılar. Her vale bir yöne gidecekti. Kupa Valesi doğuyu, Maça Valesi batıyı, Sinek Valesi kuzeyi, Karo Valesi güneyi seçti. En iyi avı bulup avlamaktı düşleri. Doğunun uzak, hiç kimsenin henüz varamadığı topraklarında bir ırmak çıktı karşısına Kupa Valesi’nin. Su içmek için eğildiğinde suda çok güzel bir yüz gördü. İşte aradığım aşkı sonunda buldum, dedi kendi kendine. Doğrulup kalktığındaysa karşısında çirkin mi çirkin Sinek İkili’yi buldu yalnızca. Okuduğu bir masalı anımsadı o an. Öpsem bir prensese dönüşür mü acaba, diye geçirdi aklından. O an bu düşünceye o kadar inandırmıştı ki kendini yaklaşıp apansız öpüverdi Sinek İkili’yi.

Masala göre göğün gürlemesi, yıldırımların çakması, ortalığın zifiri kararması ve tekrar aydınlandığında bu çirkin Sinek İkili’nin güzeller güzeli bir prensese dönüşmesi gerekiyordu. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmemişti. Hatta çirkin Sinek İkili bile telaşla kaçıp gitmişti yanından Kupa Valesi’nin.

Diğer valelerle buluşmayı kararlaştırdıkları yere vardığında, tüm valeler bu çirkin mi çirkin gencin üzerine çullanıp onu yakaladılar. Söyle kimsin sen, nereden buldun bu giysileri, ne yaptın Kupa Valesi’ne, dediler. Ne dedi, ne anlattıysa bir türlü inandıramadı kendisinin Kupa Valesi olduğuna oradakileri. Zincire vurup saraya götürdüler, ama saraydakiler de inanmıyordu onun Kupa Valesi olduğuna. Acılar içindeki Kupa Bey’inin fermanıyla halkın gözü önünde asılmasına karar verildi. İpe giderken bile susmak bilmez bir yaşama çabasıyla Kupa Valesi olduğunu haykırıyordu.

Ancak asıldığı ipte eski haline dönünce herkes anlayabildi onun gerçekten yakışıklı Kupa Valesi olduğunu.

t.kurt

8 Ağustos 2010

PORSELEN KIZ

artık susup sadece o şarkıyı dinliyorum. evet zaman istemesek de öğretiyor insana bağışlamayı. bağışlamak insanın kendiyle hesaplaşması, bağışlamak tutunmak işte

http://fizy.com/#s/1agxa4

...ama yine de sen hep bi porselen kız olarak kalıyorsun içimde...

Neye benzer ateş,
Nasıl pişer toprak?
Ellerin, ellerinde mayıs sancısı.

Suya nasıl çizilirse ebru
Öylesi işte
Büyür içinde çocuk.

Patiska yüzünde
Kırıkların karışır kırıklarına.
Sevgiye yapışır parçaların...

T.Kurt

1 Ağustos 2010

geçmiş zaman hikayeleri


Ben çocukken bayram yerleri kurulur ve ben bayram harçlığımla oralara gider salıncağa binerdim. Salıncakçı salıncağı kendi belirlediği bir süre sallar, sonra bağırmaya başlardı; “yandı, yandı” diye. Böylece verilen paraya karşılık çocukların salıncağa binmiş olduklarını ve paralarının yandığını hatırlatırdı. Ama sonra çocukların üzüldüğümüzü görünce, onları mutlu etmek için; “bu da cabası, bu da cabası” diye bağırarak dört beş sefer daha sallardı salıncağı


İşte benim en mutlu olduğum an bu cabası diye salıncak sallanırken sallandığım andı.

t.kurt

25 Temmuz 2010

seni düşünmek


erkenden uyanmışım
seher vaktinin süt maviliğinde
dışarıda elif elif bir yel esmekte
dayamışım başımı pencereye güzel şeyleri düşünüyorum; sosyalizmi, seni, falan filan
biliyorum aklın da bu zaman gibi karmakarışık
için desen yangın yeri
tek çaren susmak
doğrusu nedir bu sevda işinin bende bilmiyorum bunu
dünya gibi dönmekten başka bir şey de gelmiyor elimden

t.kurt

23 Temmuz 2010

ŞİİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİM


Şiirin doğası bayramın doğasına benzer, ki o da takvimde bir tarih olmanın yanında, zaman diziminde bir kırılma ve dün ya da yarın olmaksızın sürekli olarak geri dönen bir şimdiye saldırır. Her şiir bir bayramdır, mutlak zamanın bir tortusu.

İnsanlarla tarih arasındaki ilişki bir kölelik ve bağımlılık ilişkisidir. Çünkü eğer bir kez tarihin baş kişileriysek, aynı zamanda onun hammaddesi ve kurbanlarıyızdır da; o bizim pahamıza gerçekleşebilir. Şiir bu ilişkiyi köktenci biçimde değiştirir; şiir ancak tarihin pahasına gerçekleştirilebilir. Bütün ürünleri – kahraman, katil, aşık, alegori, yazıt parçaları, nakarat, yemin; oynayan çocukların dudaklarındaki istençsiz çığlık, suçlu bulunan zanlı, ilk kez sevişen bir kız, rüzgarda dünyaya gelen bir cümlecik, bir parça ağlayış- bütün bunlar eskimiş sözler, yeni kullanılmaya başlamış sözler ve alıntılarla birlikte, kendilerini hiçbir zaman ölüme ya da duvara çalınmaya bırakmayacaklardır. En sona ulaşmaya ve en üstün olana varmaya eğitimlidirler.Kendilerini kurtaracak ve kendilerini kendileri kılacak şiiri beklerler. Tarih olmadan şiir olamaz ama şiirin biricik görevi de tarihi dönüştürmekten başka bir şey değildir. Onun içindir ki gerçek devrimci şiir vahiy gibi olan şiirdir.

Böyle bir şiiri yaratmaya uğraşan şair ise şiirlerinin tatlı saltanatıyla yaşayan kişi değil, paraya önem vermeyen, ödül arzusu duymadan, olanca bireyselliği ve kişisel çabasıyla burjuvaziye ve tüm bürokratik geleneklere karşı mücadele eden kişidir.

Dil şiirin büyüsü; şairin yurdudur.

14 Temmuz 2010

NARÇİÇEĞİM






Eflatun bir kederin gölgesine sığındığımız kıyılarda
Yalınayak papatyalar gibiydi mavilikler
Ne vakit sırça aynaların öte yüzüne geçse ateşböceklerimiz
O vakit narçiçekleri açardı gene gülüşünde

t.kurt/ 12 Temmuz 2010



11 Temmuz 2010

ELİF





Ey ateşten süzülen yar!
Ömrümü al.

Bil ki ben
Ömrümü sarıp gül yaprağına
Kaç zamandır seni düşledim.

Gecenin penceresinde ışığını
Sabahın penceresinde yüzünü beklediğim
Ey dağların rüzgârına âşık mavi gelincik
Ey sonrasızlığa giden küçük gemi
Ey milyon kere öldüğüm anlam.

Gel artık
maviye yaz ömrümü.

Temel Kurt/Ay günlüğü 2007-tevn yayınları


yağmurlu bir günde insan yazdığı bir kitabın başlangıç şiirini yeniden okuduğunda o an anlatmak istediklerinin de ötesine dalıp gidiyor. hayatımızı(yeniden) okumaya başlamak diye özetleyebiliriz şiiri.
dünyayı değiştirme kavgasındaki insanın şiirle bunu becermeye çalışması nasıl bir gelecek sorusunun bilinmezliği içerisinde neden hep aşk kadar saftır, bu asla bilinmiyor.

evet benden çıkmış bu dizeleri içimde devrim ateşinin sıcaklığını yaşayarak yeniden okudum bu sabah. elifle başlayıp elifle bittim gene...

7 Temmuz 2010

DERİN SES




Derin bir ses duyuyorum kimi zaman içimde
Beni çağırıyor
Gel diyor
Kutsal sesler gibi de değil
Tren düdüğü, taksi kornası gibi sıradan bir sesleniş
Bi güvercin süzülüyor apansız içimde, peşinden bi kırlangıç
Huzur veriyor varlığın
Mavi bir şey huzur
Ama henüz açıklayamıyorum bunu


t.kurt

1 Temmuz 2010

DİYALEKTİĞE ÖVGÜ

Nasıl ki pırıl pırıl doğuyorsa güneş
Öyledir insan içinde yarın
O yüzdendir ki andan korkmak asla huzur getirmez insana
Her zaman bitti sandığındır başlayan
Evet, senin yüreğindeki ıssızlıkta var olur daima (aşk)…

t.kurt

29 Haziran 2010

Kimbilir kaç kişi senin zarif hallerini sevdi

Kimbilir kaç kişi senin zarif hallerini sevdi
Kaç kişi güzelliğini sevdi
Belki gerçek aşkla; belki değil

Ama bir tek kişi seni sevdi.
Bir tek kişi değişen yüzündeki hüznü sevdi.

William Butler Yeats

27 Haziran 2010

KORKAK

Korkuyorum sana seni seviyorum demekten
Korkuyorum sesinin kırılmasından
Ellerimin ellerinde soğumasından.

Korkuyorum yanı başında olmaktan
Korkuyorum seni öpmekten
Korkuyorum atlasında kaybolmaktan
Ki bir daha hiç yolumu bulamamaktan.

İyisi mi böyle uzakta ol hep
Sen korkma sakın, şüphe de etme sevgimden
Ben bilirim yanı başımda olduğunu
Suskun ve mavi soluğunun…

t.kurt

24 Haziran 2010

ŞAİRE DAİR




o uzak şehirde bir adrese yollardım mektuplarımı
tepeden tırnağa bembeyaz bir zarfın üzerinde
gecesi gündüzü birbirine karışmış
alaca bir taydı adım

her sevişmemizde kurşun eritir
ırmağı böyle geçerdik karşıya
ama asla "O" denize varamazdık

t.kurt

23 Haziran 2010

Hiçbir yer

Şimdi televizyonu açsam ölüm haberleri gelir gene
Ya da çokbilmiş, iyi giyimli adamlar lanetler terörü durmaksızın
Oysa ben biramı içmek ve yalnızca biraz futbol izlemek istiyorum.
Amanın o da ne; ne biçim bir sesi var şu taraftarların çaldıkları zurnanın
Vuzizellamıymış meymiş adı
Ve diyorlar ki kölelik günlerine isyanın çalgısıymış eskilerde
Ah bu dünyada neden her yer barışa çok uzak…
Üç milyon yıl önce başlamışken ilk hayat kıpırtısı
Ve şimdi milyarlarca çeşide bölünmüşken canlar
Söyle neden bana bir parça huzur yok hiçbir yerde…


t.kurt

17 Haziran 2010

Günlüğümden


Vapurla eve dönerken; zamanın peşine düşsem nelerin izini sürerdim acep, diye soruverdim kendime. İşte tam o anda sen geliverdin aklıma. Belkim de senin aklıma gelmene martılar sebep oldu. Hani saatin kadranında pır pır dönen o uzunca çubuk gibi içimde senin adın dönüp dönüp durdu. Ah bi bilsen Elif seni öyle sevince batmış görmek beni ne kadar mutlu etti.

Dünyamızdan barış gitgide uzaklaşırken ve hâlâ tanrı yanılgısına boyun eğerken bilinç, sen fizik diplomanı aldın. Sus, sakın bir şey deme. İzin verirsen sana bir şiir okumak istiyorum, öyle aklıma ne geldiyse ilk onu

say ki korsanların ele geçirdiği bir gemi şu fani dünya
yaşamaktan bıktırmışlar da seni aklını mavi bir ölüme kurmuşsun
işte o an kendini denize atarken bile
sakın unutma suyunda bir kaldırma kuvveti olduğunu..:)


Sevgimle abin

8 Haziran 2010

GÖKKUŞAĞI

aşk, yaz yağmuru gibidir
küsünce çekip gider
ama gene de allı morlu bir bohçaya sarılıdır
insana bıraktığı hediye...


t.kurt

1 Haziran 2010

BARIŞ'A


ZEYTİN


ah şu Hanzala ağlıyorken yanıbaşımda
suya muhtaçken ve güneşe duacıyken
benimde hiç köklerimi uzatasım gelmiyor yeraltı sularına


t.kurt

24 Mayıs 2010

AMANSIZ DERT

bi bulutu cebime sakladım, rastladığımda sana vermek için
ötekisi boş kalmasın diye de işte böyle çekirdek çıtlıyorum
ne amansız bir dert şu benimkisi
günler hüzünlü uğursuz bir salı
kahve falımda da gözükmüyor gemiler
kalakalmışım gene kendimle

t.kurt

19 Mayıs 2010

YALANSIZ ŞİİR





Şahin gagalı mavi korkularından kaçarken bile
Saçlarında güvercin uçuşları taşırdın
Ki ben senin gözlerini de bilirdim
Mavi bir boncuk oluverirlerdi susunca.

T.KURT

12 Mayıs 2010

şu demokrasi dedikleri...

Çalkalanıyor gazete manşetleri, Baykal’a ait olduğu söylenen kasetle ortaya çıkan Türkiye’nin yeni siyasal gündemi (ki böyle ülkelerde gündem ancak böylesi adi vakalarla değişir zaten, yoksa geniş emekçi yığınların başına gelen yoksullaşmadan, barışa dair nedenlerden kimse gündemi değiştirmez) ne getirir, ne götürür, diye biz de bir dizi film izler gibi izlemeye yönlendiriliyoruz olup biteni. Ki zaten malum çok seyirci toplayan dizilerinde bu yaşananları işlediğini söylemeye sanırım gerek yok. Hani Aziz Nesin’in “du bakalım nolcak” öyküsü istesek de, istemesek de aklımıza geliveriyor. Sahi ya du bakalım nolcak…

Baykal’ın istifa etmesine gerekçe gösterdiği kaset ona göre komplo, basına göre bir habercilik başarısı olsa da ortada başka hesapların olduğunu anlamak pek de zor değil. Artık hangi partinin ya da kimlerin ne gibi hesapları var o da zor aydınlatılacak bir faili meçhul cinayet haberi olacak gibi...( gene bi parantez açalım; faili meçhuller illa bedenen ölümle gerçekleşmez değil mi?)

Tolstoy’un “Diriliş” adlı romanı geldi aklıma niyeyse. Orada kontun oğlu teyzesinin evinde bir köylü kızını ayartır ve onunla birlikte olur, sonra da bırakıp gider. Yıllar sonra bir mahkemede karşısına çıkana kadar da kızdan pek bir haber almaz. Onu yeniden diriltmek için uğraşırken ülkesinin, Rusya’nın içler acısı haline tanık olur kontun oğlu. Bu olayda bu ülkenin siyasetçilerine, askerlerine, yazarına, çizerine acı gerçekliğimizi kavratır mı pek umudum yok ya du bakalım ne olacak...

Cumhuriyete kurşun sıkıldığını düşünen bir siyasi çizginin bu olayda Mesihleşeceğinin sinyalleri çoktan ortalıkta gezinmeye başlamış olsa bile artık bu kapitalist düzenin sadece ekonomik bir kirlilik değil ahlaki kirliliğinde sebebi olduğu gerçekliği de ortalıkta gezinmekte. Telekulağın kimi ne için dinleyeceği tamamen duygusal nedenlere bağlı çünküme.

Bir askerin öldürülmesine şehitliği, bir çocuğun kolunun kırılma nedenine hainliği yakıştıran dildeki çürüme bu olup bitenlere de neler yakıştırmakta bunu merak edenlerin internet sitelerinde bir sörf yapması yeterde artar. Ama interneti olmayanlar üzülmesinler ki zaten olay sanırsam yakın zamanda Kurtlar Vadisi dizisinde de layıkıyla işlenir.

Benden bu kadar, çünkü söz kirlense de yazı hep temiz kalsın istiyorum. Can yücelin dediği gibi; ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi…

Sevgimle Temel

8 Mayıs 2010

AŞK



Darbelerle yıkıp, kurdular bu özgür dünyayı
Kim giyiyor bak şimdi Sam Amca’nın ceketini
Sapını tuttuğun o kızıl karanfil için
Son bir kez olsun ağla sevgili.
Değil mi ki; en uzak yere varmak
En kutsal şarabı tatmaktır
Taçlara baş kaldıran bir kılıçtır bu yüzden aşk.

t.kurt

6 Mayıs 2010

boşlukta

Öyle oturup kalmıştı masada. Beş olmuştu galiba bira. Hiç bir kadın gelmiyordu aklına, zaten kime maviyi yakıştırsa yalan oluyordu. İçinden çıkamadığı eski hesapları da yoktu. Umutsuzdu işte. Brehct’in o çok sevdiği şiirini mırıldandı kendine. “Bir yaprak gönder bana, bir koruluktan koparılmış olsun, hiç değilse evinden yarım saat öteden. Sen oraya dek yürür güçlenirsin, bense kalkar teşekkür ederim sana o güzel yaprak için.” Oysa bir yaprağı bile olmamıştı hiç, ama kendine teşekkür edebilirdi, neden etmediğine yormak geçti aklını velâkin aklıyla da ceberuttu. Bir arkadaşının dediği gibi; hayatla kurduğu ilişkiler mi değişmişti acaba? Bir bira daha işaret etti, malum sigara yasaklarından sonra kapalı mekânlarda içmenin de tadı kalmamıştı. Meyhanenin film çekilmiş camlarından dışarı kaydı gözü, bir ırmak gibi akıyordu sokak. Nereye baksa kapitalizm çarpıyordu suratına, neden bilinmez Bob Dylan şarkılarında dinlemeyi çok sevdiği o mızıka sesi çınladı kulağında. Umut neye yarar ki; böylesi bir başınaysan eğer, diye mırıldandı kendine… Yazdığı şiir kitapları gibi yaprak yaprak bir hüzün çökmüştü içine. Masada masaydı ha bana mısın demiyordu bunca yüke!


t.kurt

3 Mayıs 2010

sana dair...

dilimde en mavi, en kızıl şarkılar
ne yana gitsem bir mayısa çıkıyor yolum
-ki ne yana baksam oradan gülümsüyorsun bana
yüzünde tipiye karışmış kar taneciklerinin çoşkusuyla...

t.kurt

mayısın şiiri

kırana bile
bağışlar kokusunu
çiçekli erik dalı...



chiyo-ni

27 Nisan 2010

mavi bir kadına sonat





sonra büsbüyük bir göl çıktı karşısına
hiç görmediği kadar büyük bir göl
suları masmavi ve patiska cinsindendi
bunun anlatılanın o büyülü mavilik olduğu geliverdi dağarcığına
acıp kanatlarını iki yana, bıraktı kendini boşluğa

sonra daha önce hiç görmediği kadar yüksek bir dağa rasgeldi
ağzı alevler saçıyordu ve öfkeliydi oldukça
korktu
büyükbabasının anlattığı ejderha masallarını anımsadı
bir şahin gibi yükseldikçe yükseldi yukarlara doğru
manzara harikaydı.

sonra bitmek bilmez bir bulutun içinden geçti
beyaz altından som bir saraydaydı sanki
kimse görmemişti henüz onun gördüğü bu şehri
ama neden bilmiyordu, geçmişinden bir ses onu başladığı yere çağırıyordu
gözlerini açtığında sımsıcak yatakta iki kişiydiler

t.kurt

18 Nisan 2010

SON SÖZ




boğazından lıkır lıkır geçen
şu suyun kıymetini bil
nedir ki bu mavilik deme
pencereden görebildiğin kadar
göğün kıymetini bil
kıymetini bil çiçek açmış bademin
güneşli odanın çamurlu sokağın
beyazın siyahın yeşilin
pembenin kıymetini bil
dirilik öyle bir şey yurekte
sevinçle çırpınır
kavak yelleri eser insanın başında
insanoğlu kızar öfkelenir savaşır
halk için girişilen savaşta
o korkulu sevincin
öfkenin kıymetini bil
bil ki bu
budur iste
güneş yalnız dirileri ısıtır
güneşin kıymetini bil.



oktay rifat...

15 Nisan 2010

Şair kafasından geçenlerin ne kadarını kağıda dökebilir, diye sordumdu kendi kendime

SEVGİ DUVARI



sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

CAN YÜCEL


okurken dünyayı çıkarları için döndürmeye çabalayan,bütün hayatını bu rant yarışına adayanları düşünürüm hep ve başka bir yerde başka bir zamanı düşlerim...

2 Nisan 2010

28 Mart 2010

UNUTULMUŞ ZAMANLAR ÜZERİNE....



“Bir kazıda yeraltından şiirler çıksa ne olur?
Aynur Uluç”


Henüz bir masal olan şu zamanda ne kadar hafızasız bir varlığa dönüştük böyle, dedim yeraltından çıkardığım şiirleri okuyunca. Neruda’nın Matilda’ya yazdığı şiirler acaba hiç var olmamışlar mıydı? Yoksa o badem çiçekleri açtığında, Şili’de gün bir portakal ağacına benzememiş miydi hiç? Gerçekte çok sevmemiş miydi yoksa şair, tüm denizleri...

Nazi işgalinde düştü düşecekken Paris, Eduard hiç mi hatırlamamıştı sevgilisini? Peki kimin içindi o karartma gecelerinde midesindeki istiridye sancısı? Yalan mıydı; “Lili Marlen” şarkısı çalınınca, şavaşa hiç mi ara vermemişlerdi eşlerini hatırlayan kahraman(!) Nazi askerleri? Yoksa bütün bunlar o Alman şairin uydurmaları mıydı? Ah Brecht neden yıllarca kandırdın bizi?

Peki Paul Ceylan, yoksa sende mi atlamamıştın baş üstü o köprüden, badem çiçekleri açan o denize?

Sovyetleri hayal etmemiş miydi bir kez bile olsun Mayakovski? Eceliyle mi ölmüştü yoksa o da? Yoksa hep kötü bir masal mıydı şu fani dünya?

Anna Frank yurtsuz bir çocuk olarak mı ölmüştü, neden Celile’de kuşları vuruyorlardı; Mahmut Derviş’in şiirlerinde. Vietnam’da, Bosna’da, Mezopotamya’da hangi dilde ağlıyordu analar? “Ben” olmamış mıydı hiç, yoksa adımızı hiç kimse, hiç bir yere çağırmamış mıydı daha? Yoksa uzak bir denizde ölmeyi hiç mi düşlememişti o küçük kara balıklar...

Ey ateşten süzülen yar / ömrümü al / bil ki ben / ömrümü sarıp gül yaprağına / kaç zamandır seni düşledim... Yoksul ellerimle, yoksul ellerini tutup dünyanın, senden başlayıp sana varmak için, binlerce kez yazdığım bu şiirler de mi yalandı? Mavi yeleli atları hiç koşturmamış mıydım yoksa ben de...

Ah niçin yalnızca zaferleri hatırlıyoruz, yoksa bir kişi için olmayan adaletin hiç kimse için adalet olmayacağını haykıran Martin Luther King de bir hayalet miydi? Ya Marks’ın bu soruları yeraltından ne vakit çıkmışlardı bilincime? Babam beni okula gönderirken neler öğrenmemi istemişti, ya annem niçin göbek bağını kesmiş de beni yalnız komuştu, şu lanet olasıca dünyada?

Susun ne olur, susun şimdi!! Yalnızca benliğim kalsın. Hepiniz gidin, O’na haber verin; vaktimin kalanında peri kanatlarıyla sevgilim bu gece bana gelsin yine, adanmışlığın o ana sütü gibi ak ırmağına...

Temel Kurt

24 Mart 2010

karalamalar




Seni bu kadar çok sevdiğimi bilmiyordum,
uzakta bir yerdeydin hep, çok uzaktın bana.
Ama görüyorsun ya bazı şeyler bütün mesafeleri yok ediyor.

16 Mart 2010

YİNE UZAĞA DAİR....

erik çiçekleri açmış
usul usul yağmaya başlamıştı yağmur
sonra güneş açtı
ama soğuktu daha, üşüyordum
ilk kez orada duydum içimdeki kayanın sesini
"daha ne kadar bekleyeceksin Zerdüşt"

yağmur birikintileri oyuklardan akıyordu
bıraksam kendimi ben de akacaktım ya
bir daha hiç duymadım o sesi
oysa şehir bütün seslerini üzerime salmıştı
hala üşüyordum
bir çiçeği koparır gibi koparabilseydim keşke kendimi
ölüm değildi bu. başka bir acıydı. bambaşka bir acı...

sonra neden bilmiyorum suskunlukları sevdiğimi anımsadım
ortalık kararıyor, usul usul dört bir yan ışıklara bürünüyordu
artık kimseciklerin kimseciklere okuma gereği duymadığı eski bir şiir gibiydi an.
ve işte o an
içimin bütün çilelerini unutup
uzak ve karanlık göğün yaldızlı göğsüne dokunmak geçti içimden.

t.kurt

8 Mart 2010

BABAM'A

hey yaşlı kiraz ağacı
neden suskundur çiçeklerin
bak iki serçe konmuş, türkü söylüyor dalında
bırak ölümün uğultusunu mırıldanma.

kim fısıldamıştı kulağına
yolların sonsuz olduğunu
yaşadıkların ne çabuk unutuldu
ah o pembe çiçeklerinin ömrü ne de kısa...

t.kurt

21 Şubat 2010

DEVRİM


Kimseciklerin uğramadığı bu handa
Anamın rahmindeki o sımsıcak yatakta kıvrılıp
Yine senin serçe parmağını düşledim...

t.kurt

16 Şubat 2010

gündeme dair



Tütün isçileri yoksul,
Tütün işçileri yorgun,
Ama yiğit
Pırıl - pırıl namuslu.
Namı gitmiş deryaların ardına
Vatanımın bir umudu...


şiir: ahmet arif
resim: osman hamdi

12 Şubat 2010

KİLİT TAŞI




Suları zamanın sessiz tanıklığında akan o ırmağın üzerine kurulu ömür köprüsünün kilit taşıydı şairin aradığı. Kandilin mavi ışığı söndükten sonra karanlıkta önce kendine anlatmaya başladığı, sonra o ölü kağıtlara yazdığı anılardı bu söylence. Evet hep karanlıkta anlatıldı, çünkü o yaşlı ışık asırlardır bir türlü öğrenememişti sır tutmasını.
Ben ki; işte o sırlanmış kağıtların okuyucusuyum ey kanlı tarih, ey ışığı doğuran ana, ey güneşe tapan toprak, ey ateşi gizleyen kül, işte ben ki o sırlanmış kağıtların yalancısıyım.
Ki kadim aşkın yalancısı.
O aşk ki bütün yeminler hep onun üzerinedir, o aşk ki her şeyin kilit taşıdır. Senin, benim, nar ağacının, beklediğimiz haberin, sakladığımız sırrın, gümüş aynanın, o yenilmez kılıç balığının, her şeyin kilit taşıdır.

T.KURT

AŞK


öyle durduk yere nar çiçeklerine benzediğin geldi aklıma
sonra da seni nar çiçeklerine yalnızca benim benzettiğim...

t.kurt

11 Şubat 2010

İZ

hepimiz şu hayatın çekilmezliğinden, insanı mutsuz eden ve kendi tekilliğine gömen çağımızın sorunlarından bir kaçış yolu aramaktayız. günler gelip geçerken biz gökyüzünün her gün biraz daha uzağımızda kaldığını görüyoruz. dünyanın iyi günlerini bize anlatan bütün şairleri unutmak ve kafka'nın gregor samsa'sı gibi bir sabah pis bir böcek olarak uyanmak istiyoruz. peki ama neden böylesi karanlık bir fantazi düşlüyoruz, niçin kaybettik iyiliklere inancımızı?

mutsuzluklarımızın kum kitabında neden bir iz bile yok ondan?

9 Şubat 2010

SORU

Ben siyasal iktisatçılara soruyorum. Bir zengin yaratmak için kaç kişiyi sefalete, orantısız çalışmaya, ahlaksızlığa, aşağılanmaya, cehalete, üstesinden gelinemez talihsizliğe ve mutlak yoksulluğa mahkum etmeniz gerektiğini hesapladınız mı?

3 Şubat 2010

SUSKUN

kar tanecikleri uçuşuyor havada
içimin sıcaklığında eriyor adının mavimsi çeliği
işte böyle her şeyi birbirinden ayrıştırıyor "anlam"
ve sen sustukça aynaların sırlı yüzünde daha da derinleşiyor zaman...


t.kurt

24 Ocak 2010

vurulduk ey halkım unutma bizi!




Ankara'nın taşına bak
Gözlerinin yaşına bak
Düşman sarmış dört bir yanı
Sen şu emekçilerin haline bak

20 Ocak 2010

DİLEK




elektirik tellerine sıra sıra dizilen sığırcık sesleriyle uyanıp, perdenin aralığından sokağa baktım. buğulu camı iki parmağımla silmeden dışarıyı görmek mümkün değildi. alçak evlerin kiremit çatılarında tüten bacalar aklıma dondurucu kış soğuklarında ekmeklerinin mücadelesini veren Tekel İşçileri'ni getirdi. sustum. o sıra göğe bir merdiven gibi uzayan servi ağacım ilişti gözüme, esen rüzgarda hafifce salınıyordu. iki ürkek güvercin karşımdaki alçak binanın çatı oluğuna konmuş suskunca beni seyrediyordu. onlarla öyle bakışırken 19 ocakta öldürülen bir başka ürkek güvercini Hrant'ı anımsadım. o an yüreğim mermere düşmüş bir su taneciği gibiydi, artık aklımla da başa çıkamıyordum, içimde kırılan çiçekli bir dal gibiydi zaman. ne yaparsam yapayım kötülükler bilincimi tıpkı zehirli bir yılan gibi sancıyordu. aklımı tüm bu olup bitenden koruyabilmem için gözlerimi usulca kapadım. artık her yer kapkaranlıktı. o karanlıkta dünyanın hiç sönmeyen sımsıcak fenerini düşündüm. o fenerin niçin hiç sönmediğini, kimin tarafından, niçin hiçbir karşılık beklenmeden yakıldığını düşündüm. gözlerimi açınca omzundaki iplik tanesini alır gibi elimi uzatıp, masmavi gök/yüzünde ışıldayan kış güneşine dokunmak geçti içimden....

15 Ocak 2010

sessizliğe dair




düşünmek istemiyorum
zaten vaktimde yok durup ince şeyleri düşünmeye
çünkü insan hem bıçak, hem yara olamıyor
ki artık sırça aynalarda pandomin bir oyun sensizlik...

ah o kötülük çiçeği dudaklarını öptüğümü bilmek yok mu!

t.kurt

6 Ocak 2010

İNSANA DAİR


Kimi insanlar ırmaklara benzerler
Denize dökülmeyi düşler masmavi bakışları
Oysa bir tek zamandır bunu başarabilen
Işığın gümüş ellerinde
Eflatun bir ölüm olsa da sonları…

t.kurt

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /