20 Aralık 2010

İÇİMİZDEKİ UZAKLAR

Minibüsten indiğinde rüzgârın uğultusu kar taneciklerini dört bir yana savuruyor, bu da yetmezmiş gibi dondurucu soğuk bir kırbaç gibi yüzünde şaklıyordu. Durağın değnekçisinin çokbilmiş ukala yorumları da çabasıydı hani. Oldum olası bu insanların ne iş yaptığına aklı ermeyen Taner bir an önce Ankara otobüsünün geleceği perona doğru ilerlerken, taşıma sepetindeki Duman iyice huysuzlanmaya başlamıştı bile. Ayırttığı biletini almak için girdiği otobüs şirketinin görevlisi sepetteki köpeği görünce bileti vermeye pek yanaşmasa da bir paket sigara parasını cebe indirince sesini kesmiş, işinin telaşıyla çoktan az önceki uzun uzadıya tartışmayı unutuvermişti. Bu koca köyde neyine gerekti senin ta Antalyalardan buralara getirmek bu sevimli köpeği a deli kafa dedikçe kendi kendine sanki Gebze’nin şekilsiz silueti bir kez daha karşısında beliriyordu. İyi bir yere koysaydı da üşüyüp hastalanmasaydı bari Duman, Ankara’da onu sahiplenecek kadını netten bulmuştu ya iyi biri olduğunu ona fısıldayan yüreği umarım yanılmamıştı. Otobüs Gebze terminaline girdiğinde kar tipiye çevirmiş, yerler bir karış kar tutmuş, meraklılar cep telefonlarıyla ha bire fotoğraf çekmeye çoktan başlamıştı bile.

Kapılar açılınca dışarının durumuna aldırmadan aşağı inen yolcuların ilk yaptığı bir sigara tellendirmek olmuş, içlerine çektikleri dumanlar sanki içlerinin sıkıntısını çoktan dağıtmışçasına yüreklerine bir ferahlık gelmişti. Elinde sıkı sıkı tuttuğu fotoğraf makinesiyle çaktırmadan sigara içen bu kalabalığın fotoğraflarını çekmeyi aklından geçiren kadın kim bilir kaç kez gide gele eskittiği bu yolda hep bir fotoğrafı arıyordu aslında. Adını bir türlü koyamadığı, asla varamadığı bir uzağın fotoğrafını. Kâh otobüsün camından arkasında yiten şehrin binbir türlü hallerini, kah elektrik tellerinin ıssızlığını, kah kimsesizlikleri fotoğraflamıştı ya bir türlü yakalayamamıştı aradığı kareyi. İşte yıllar yılı bitmek bilmez yolculuklarının yegâne sebebi işte bu arayış, aklındaki bu düğümdü. Tipiye aldırmadan keyifle sigara içen yolcularda çoktan kaybetmişlerdi bir an için onun gözünde ışıldayan albenilerini, o da kederlenince mahzun bir maviliğe bürünüverdi yüzü gene. Bu fotoğrafçının yanındaki koltukta oturan kadınsa iş gezisi nedeniyle Ankara yolcusuydu, aşağı inmektense bir ada hikâyesi anlatan kitabını okumayı tercih etmiş camda eriyen kar taneciklerine kayan gözleri ona da in aşağı dese de öte yanı sıcağa daha bir sarılıvermişti. Evlenmiş, iş güç, çoluk çocuk derken bir şeyler hayatında değişmişti ya değişmeyen, ne kadar uğraştıysa asla değiştiremediği bir uzak yer içinde hep olmuştu. İşte hayat sihirli asasıyla bu iki kadını yan yana getirmiş onların sağsındaki koltuğu da şiir yazmaktan başka bir tasası derdi olmayan Taner’e ayırmıştı.

Yol ilerliyor, kesik yol çizgilerinin arasındaki boşluklar görünmez oluyor, zaman akıyordu. Sonra otobüs Ankara’ya vardı, bu üç yolcu ve diğer yolcular teker teker araçtan inip kendi öykülerine gittiler ve yolları bir daha hiç kesişmedi ya asla da vazgeçmediler içlerindeki uzağı aramaktan. Ha Duman’a mı ne oldu? Bu kısa öykünün yazarı bu konuda hiçbir bilgiye sahip değil, eğer bilen biri varsa lütfen onun akıbetini de bize o anlatıversin…

t.k

19 Aralık 2010

blog dostlarına yeni yıl hediyemdir

Deniz ve Çanlar adlı kitabından...

ARAMAK

Şarkıdan, denizin dibine,
gerinir yeni bir tür boşluk:
dalga, fazla bir şey istemiyorum, diyor,
diyor ki, yalnız onlar gevezeliğini kessin yeter,
kentin betondan sakalının
durdurmak için uzamasını:
yalnızız,
haykırmak istiyoruz sonunda,
denize karşı işemek istiyoruz,
istiyoruz aynı renkten yedi kuş görmek,
görmek üç bin yeşil martıyı,
kumda seviyi bulmak istiyoruz,
ayakkabılarımızı parçalamayı, kirletmeyi arzuluyoruz
istiyoruz kitaplarımızı, usumuzu
seni bulana kadar, hiçliği istiyoruz,
istiyoruz hiçliği, seni öpene kadar,
söyleyene kadar senin şarkını,
istiyoruz hiçliksiz hiçliği, hiçbir şey
olmadan, gerçeğin
getirmeden sonunu.


Pablo Neruda

9 Aralık 2010

zaten ben hiçbir zaman unutmamıştım seni...

Önce her şey kıpkırmızıydı, denizin üzerinde gün doğar, dağların üzerinde batardı. Sonra her yan maviye boyanır, sonra yapraklar sararır, uzun uzun kar yağardı. Yine de her şeyin içinde senin tohumun olur, sakin nisan güneşinde uyanan tarlalar gibi her şey yeniden yeşerirdi seninle… Peki kimdin ki sen; işte en zor olanı da seni tanımlamaktı...

Vaktiyle bu şehrin kıyısında (Borges vari yazarsak gettosunda demeli ya neyse) bir evde insanlara anlattığım masallar geliyor aklıma; su kadar saf, ekmek kadar hak edilmiş masallar... Ben masal anlatırken dışarıda okunan yatsı ezanı nelerden bahsediyordu acaba, hiç düşünmemiştim bunu. Şehir o evde bitiyor, ötesinde bozkır başlıyordu, onun da ötesi çöldü ve ben bir şahin kanadına tutunup oralardan başka masallara uçuyordum. Senin peşin sıra kaç yıl masallardan masallara uçtum inan hatırlamıyorum. Ki en son bu yalnızlığın masalında tutuklu kaldığımda her bir şeyi yeniden hatırlar oldum.

Artık körebe oyunda ben hep ortadayım, kime dokunsam dokunduğum altından bi heykele dönüşüveriyor. Oysa ben birisi ebe olsun bu yalnızlığı o giyinsin istiyorum.

Tarlalardaki korkuluklardan korkmayan kuşlardandık biz, kalabalık sürülerin yılkı atlarıydık, sahip olduğumuz tek anahtar bi şarkının kilidini açardı yalnızca. ki sen o şarkılardaki en uzak, en mavi sözcüktün.

Şimdi şu kapıyı aç, bu zindana gel desem orada kimsesizliğimi görürsün. Bırak girme bu şiirin içine, zaten ben hiçbir zaman unutmamıştım seni...

t.kurt

7 Aralık 2010

yazmak üzerine



"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra öptüm. Yazmasam deli olacaktım."


sait faik

5 Aralık 2010

Şiir sanatı

Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir
Yuvarlak bir meyve gibi,

Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,

Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun -

Kuşların uçuşu gibi
Sözsüz olmalı şiir.

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,

Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,

Kış yapraklarının gerisinde
Anı anı bellekte kalır ya -

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.

Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.

Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.

Çünkü aşk
Yan yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık -

Bir şey anlatmamalı şiir
Olmalı.

Archibald MACLEISH
Çeviren : Cevat Çapan
Şiirin Aslı : Ars Poetika

2 Aralık 2010

SEVİYORUM SUSMANI

Seviyorum susmanı, yokluk gibisin çünkü,
sesim sana varmadan işitiyorsun beni.
Havalanıyor gibi gözlerin yerlerinden
ve sanki bir öpüşle kapanmış ağzın yeni.

Benim ruhumla dolu bütün nesneler gibi
yine benim ruhumla yükselirsin her şeyden.
Ruhuma benziyorsun, düş kelebeğim benim,
karasevda sözüne benziyorsun tıpkı sen.

Seviyorum susmanı, uzaklıklar gibisin.
İnler gibisin hem de, kuğuran kelebeğim.
İşitiyorsun beni sesim sana varmadan:
Senin sessizliğinle ben de susayım derim.

Seninle konuşayım o senin yüzük gibi
yalın sessizliğinde, o lamba gibi parlak.
Gece gibisin sen de sessiz, yıldız içinde.
Sessizliğin bir küçük yıldızdır senin, uzak.

Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü.
Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen.
Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile,
Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.


P.NERUDA

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /