Harran’ın sonsuz sarı yüzünü
ikiye bölen yolda kırmızı minibüs içindeki tıka basa yolcularıyla yanık bir
türkü eşliğinde taşımaktaydı Zilan’ın kara gözlerini. İçindeki bütün korkulara
rağmen annesine duyduğu güvenin babasını da etkileyeceğine inanmaktan başka
tutunacak dalı kalmamıştı. Endişelerinden biraz olsun kurtulmak için uzayıp
giden bozkırın yalvaç sarılığında gezdirdi bakışlarını. Yol boyu yürüyen
ırgatlar ilişti gözüne. Sanki her birinin solgun yüzlerinde içindeki umutsuzluk
onu ardı sıra takip etmekteydi. Uzakta, ufkun ince çizgisinde yer, gök
birbirine karışmış, sonsuz grimsi bu boşluğun içinde zaman yitip gitmişti.
Keşke yapabilseydi de o da bu boşlukta yitip gidebilseydi fakat ne yaparsa
yapsın bir türlü içindeki endişenin sesini susturamıyordu. Apansız babasının
sakallarla kaplı karanlık yüzü geldi aklına. Sonra da onu gülümserken
hatırladığı çocukluk günlerinde annesinin alnındaki kınanın o karanlık yüzde
nasıl bir Çobanyıldızı gibi parladığı. Annesini düşünmek en umutsuz anında bile
içinden içine akan bir kum saati gibi sakinleştiriyordu onu. Küçük erkek
kardeşinin Fırat’ın derinleştikçe yeşile çalan sularını andıran bakışlarını anımsayınca
ise içi titredi gene. Bir damla yaş birikti gözünde. Sustu. Yeniden yazgısına
gömüldü karanlık içsesiyle… Evlendirildiği an, sonrası geldi gözünün önüne;
kumalarından dinlediği acı gerçekler ruhunu kırbaçlıyor, kulağında hep o kaba
küfürler çınlıyordu. Yediği dayakları, acılı gecelerini hatırlayınca ise bir
kez daha dağlandı içi. “Artık bitti, bir daha o eve asla dönmem!”
diye fısıldadı korkulu gözleriyle yüreğine. Babasının onu borçlarına karşılık
bu mendebura verdiğini söyleyen kumalarının haklı olduğunu düşününce ise
çaresizlik iyice büktü boynunu, kara gözlerinin ışıltısı titredi. Söndü
sönecekti…
Köyüne giden yol ayrımında
minibüsten indi. Çorak yamaçları çevreleyen birkaç kayanın toprak yol
boyu yüzüne düşen gölgesiyle birlikte usul adımlarla yürüdü. Uzaktan huni
şeklinde toprak kümelerini andıran, birbirine bitişik solgun bakır yüzlü evler
küçük pencerelerinden Zilan’ı gizlice izliyor gibiydiler. Köy sessizdi. Uzun
pullu elbisesiyle, kısa kıvırcık saçlı esmer bir kız çocuğu yalınayaklarıyla
toprağa bağdaş kurmuş evlerinin gölgeliğinde puşkite* (*toprakta boncuk arama) oynuyordu. Yere çömmüş
birkaç ihtiyar kaçak tütünden sarma sigaralarını tüttürüyor, dumanını Harran’ın
sonsuzluğuna üflüyorlardı. Tavuklar oradan oraya dolanıyor, köpekler öğlen
güneşinde uyukluyorlardı. Yol bitmişti. Leğende çamaşır yıkayan annesini görüp
“Ana!” diye haykırınca yüreği zılgıt
sesiyle doldu yine. Ana, kız büyük bir özlemle kucakladılar birbirlerini. İşte
o an ikisinin de kapkara gözleri çatalkuyruk kırlangıçlar gibi Harran’ın uçsuz
bucaksız göğünde hürriyetin tadını çıkarıyordu…
Kızına sıkı sıkı sarılan anası onun
gözlerindeki korkuyu fark etmişti etmesine ya, her zaman yaptığını yapıp, sustu
yine. Babasıysa endişeli gözleriyle kızını süzüp kocasının niçin onunla
gelmediğini sordu. Zilan kerpiçten yapılmış evin kireçli duvarlarını andıran
solgun yüzündeki umutsuzluğu babasına belli etmemek için zoraki bir
gülümseyişle, yol boyu ezber ettiği bahaneleri ayaküstü aklından geçirip; “siye
çok selamı var babo, işten güçten fırsat bulup gelemedi, işlerini kotarıp yarın
beni almaya gelecek, ver elini öpem” diyebildi. Babasının Harran’ın toprağı
gibi kırış kırış elini alnıma götürürken içinin nasıl cız ettiğiniyse ondan
başka hiçkimse bilemezdi. Elinin öpülmesiyle yüzündeki endişeden biraz olsun
kurtulan babası, kızına öğütler vermekte yine gecikmemiş, yalnızca onun
mutluluğunu istediğini, namusun her iki dünyanın da direği olduğunu bir kez
daha eksik doğru oracıkta vaaz etmişti. Zilan o an kumalarının söylediklerini
tekrar anımsadı, içini dört bir yandan saran korkuların arasında sustu kaldı.
Gece dolunayın ışıltısı Harran’ın
sonsuz düzlüklerinde çekirge seslerini rüzgârın sırtında oradan oraya taşıyor,
yıldızlar bu sonsuzluğun tarlasında insanoğlunun yaşadıklarını hiç umursamadan
pırıl pırıl parıldıyorlardı. Zilan’sa bu yıldız dolu karanlığın bir uçunda
yazgısına iyice bir gömülmüş suskunca beklemekteydi. Annesi kızının bu
suskunluğundan ürkmüş, usulca yanına çömüp çocukken yaptığı gibi kızının
atkuyruğu saçlarının örgüsünü kınalı elleriyle çözüp, çeyiz sandığından
çıkardığı aynalı kemik tarağıyla tarayıp tel tel ayırmaya başlamıştı. Zilan
annesinin kınalı ellerinin kokusunu yüreğinde hissedince daha fazla dayanamayıp
“Anam bilmeli!”diye geçirdi içinden ama bunu anasına söyleyecek cesareti
bir türlü kendinde bulamadı. Annesi bir yandan kızının beline kadar inen
simsiyah saçlarını tarıyor, bir yandan da yanık bir türküyü onun kulağına
mırıldanıyordu. Türkünün içine dolan kadife ezgisini dinledikçe içini bir huzur
kaplıyordu. Gözlerinde biriken umutsuzluk ve endişe biraz olsun dağılmıştı. Bu
huzurun ona verdiği güçle apansız annesine dönüp, buraya neden geldiğini tek
bir cümleye sığdırarak; “Ana ben kaçtım” dedi. Sonra da sarılıp anasının
göğsünde sessizce ağlamaya başladı. Annesi yüreğinde o an vahşetin çağrısını
duydu. Harran, bin yıllık bir sırrı saklarcasına anneyle birlikte sustu.
İkisinin de gözlerini karanlık
bürümüş, bütün yıldızları kaybolmuştu. Anne kızının yazgısına susuyor, neden
yaptığını bilmeden onun uzun, kapkara saçlarına kına koyuyordu. Kınanın acı ve
keskin kokusu ikisinin de içlerindeki acıyı bir an olsun dindirmişti. Rüzgâr
ovayı kuşatan dağların doruklarından koparıp getirdiği o asi serinlikle
yüzlerine dokunuyor, karanlık bir bulut, dolunayın beyazlığını ara ara
kapatıyordu.
Karanlığın içinden gelen çekirge
seslerinin çağrısına kapılıp uyumak için yere serili ottan döşekte usulca
kıvrılsa da, bir türlü uyku girmiyordu gözüne Zilan’ın. Nasıl girsindi ki? Ne
vakit böylesine çaresiz kalsa, yorganı başına çeker, yüreğinin saklı odasına
sığınır, orada içindeki kırlangıçla konuşur, dertleşirdi. Ne var ki içindeki
bütün kırlangıçlar susmuş, dilleri lâl olmuştu. Bu çıkmazın orta yerinde bir
başına kalakalmıştı işte. Ne yana baksa daha bir karanlığa batıyordu içi.
Birden küçük bir kızken annesinin ona anlattığı masalları anımsadı. İşte o
vakit Mezopotamya’nın binlerce yıllık sırları dile gelip konuşmaya başladı onun
çaresiz yüreğiyle. Yüreğinde bir ışıltı belirdi. Seyit, dedi sonrasını
getiremedi. Seyit’in İstanbul’dan yolladığı mektubun artık ezber ettiği
satırlarını mırıldandı yüreğine. Binbir düşe bata çıka Seyit’i düşünerek, usul
usul gözkapaklarının altına saklandı…
Şafak sökerken yüreğinde çırpınan kırlangıçlar
uyandırdı onu. Ağaran günün ışıkları sızıyordu bu toprak damlı evin küçük
pencerelerinden. Avucunun içine bir şey batıyor, bu ona acı veriyordu. Sıkılı
yumruğunu gevşetince anasının küpeleri düştü yatağa. “Zavallı anam benim!”
dedi. Sustu kaldı. Yüreği burkuldu, gözleri yağmur bulutlarıyla doldu.
Anası Zilan’a git diyordu, git!
Bazen insan dilini bir eşyaya verir,
dile gelen eşya insanın söylemeye cesaret edemediklerini, yaşamın herkesçe
bilinen en basit diliyle kolayca anlatırdı. İşte şimdi küpelerin yaptığı da
buydu.
Kalktı. Alelacele giyindi.
Parmaklarının uçunda Mezopotamya’nın onu çağıran sesine, aşka doğru
yürüdü. Köyün kuş uçurmayan köpekleri,
aşka kanat çırpan bu kırlangıca sustu kaldı. Rüzgâr uğultusunu kesti. Gün ağarmakta hiç acele etmedi. Epey
uzaklaşmıştı ki dönüp son bir kez uzun uzun baktı arkasında bıraktığı köyüne.
Anasına bir Allahaısmarladık diyemeden, sımsıkı sarılıp ayrılamamanın ağrısı
gelip düğümlendi bir damla yaş olup gözlerine. O gözyaşının düştüğü çorak
toprakta yeşermiş çakırdikeni sanki dile gelip konuşmak istermiş gibi mavimsi
çiçeklerini açıverdi oracıkta... Irgatları Urfa’ya götüren bir traktör durup
onu alıncaya kadar yüzünde sabahın suskunluğuyla yol boyu epey yürüdü.
Uzayıp giden bozkırların toprağı da
bu traktördeki ırgatların yüzleri gibi çatlamış, onun da umudu tükenmişti
artık. Burada herkes bir şeylere hasretti.
Kimi suya, kimi ekmeğe, kimi sevdaya… Sanki bu traktörün kasasındaki
yolculuk suyun hayat vereceği, her şeyin eşitçe bölüşüleceği o güne dek,
durmaksızın sürecekti.
Tütün içen yaşlı ırgatlardan biri
Zilan’ın yüzüne ağacın içine yıldırım gibi düşen bir bakış fırlattı, sonra
yüzünü tatlı bir gülümseme kapladı.“Ne güzel gözleri var ” diye
geçirdi içinden, yıllar önce sevdiği bey kızının gözlerini anımsadı. Fırat’ın başına buyruk akan hür suları gibi
Dicle’ye kavuşmayı düşledi. Günün bu saatinde yolda sabah rüzgârının
yoldaşlığıyla ilerleyen traktörde gülümseyen adamın yüzü hayatının milyonlarca
güzel karesinden birisiydi yalnızca…
Urfa’ya yaklaştıklarında yoldaki
trafik biraz daha artmış, az daha ilerdeyse tek tük boyasız beton binalar sağlı
sollu görünmeye başlamıştı. O sıra mecburi hizmetinin son senesindeki bir
trafik polisi yanındaki devriye arkadaşına bakarak traktörün kasasındakilere
güldü. Traktörü kullanan genç elini kaldırıp polise selam verir gibi yaptı.
Zilan iner inmez dosdoğru otogarın yolunu tuttu…
Balıklıgöl’ün etrafındaki
taş avlunun iki yanını kaplayan duvarların aralıklı dizilmiş demirli
pencereleri arasında gölgesiyle yürüyorken, içindeki sessizliği anlamaya,
kendini bir kez daha ele geçirmeye çalışıyordu. Bütün sorularının
cevabı Seyit’te bitiyordu ama Seyit’e dair tek bildiği İstanbul’da
çalıştığıydı. Bir de kendisine yolladığı mektuptaki adresi vardı. Taksim neresi
acaba? diye düşündü. Sonra da nedense hiçbir şeyi düşünmek istemedi. Çünkü
Seyit onun içindeki İbrahim’di. Belki de bundan dolayı o an aklının
karanlığından çıkıp diline dolanan yazgısının kötülüğü tutuşturan ateşi onun da
etrafını saran suyun içindeki balıklara dönüşüvermişti. Kaçak tütün satan
tezgâhların yanından geçti. Küçük taburelerde oturup ezan saatini bekleyen,
mırra içip sohbet eden yaşlıların nasırlı yüzlerini gördü. Ciğer kebabı pişiren
ustanın el çabukluğunu kedilerin gözlerinden izledi. Balıklıgöl’ün hikâyesini
şehre gelen turistlere anlatmak için koşuşturan çocuk seslerini duydu. Renk
renk ipekli kumaşın, kilimin, çeşit çeşit bakır eşyanın satıldığı çarşılarda
gezindi. Her köşe başında bir polis gördü. Bakırcılar çarşısında bakır işleyen
ustaların çekiç sesleri yüreğinin sesine karışıyor, taşlar üst üste konunca
duvar oluyor, sonra korkuları duvarları birleştiriyordu içinin kalelerinde.
Sanki artık o duruyor, gölgesi yürüyordu taşların yüzünde...
Avlularda öbek öbek kümelenmiş dükkânlardan oluşan çarşılara zamanın eli
sanki hiç değmemiş gibiydi. Bakırdan hediyelik eşyalar, bakraçlar yapan ustalar
suskun ama çekiçleri hep konuşkandı. Esmer yüzünü beyaz sakalının aydınlattığı
ellili yaşlardaki bir bakırcı ustasının çalıştığı dükkânının önünde durdu.
Hediyelik saat işleyen bu adam işiyle öyle meşguldü ki Zilan’ı epey geç fark
etti. Yumuşak bir sesle; “ Buyur kızım, ne istemiştin?” dedi. Zilan; “Bakıydim,
sadece bakıydimemmi!”diye karşılık verdi yutkunarak. Usta Zilan’ın
gözlerindeki o kırlangıçları görünce yumuşadı onun da içi, tatlı bir ifadeyle
başını sallayıp; “Bakır işlemek sabır işidir, emektir kızım. İlmek ilmek yüreğini
nakışlamak, kendine varmaktır en çokta” Sesi öyle yumuşaktı ki, bazen
elindeki çekicin sesi bile onun sesinden daha gür çıkıyordu. İnsanın yüreğini
bakıra işlemesini yaşlı adam değil de çekiç söylüyordu sanki. Dükkânın
içerisindeki diğer tezgâhta on beş, on altı yaşlarında bir genç de bakır
işlemekteydi ama gözlerini ustasının ellerindeki hünerden de ayıramıyordu bir
türlü. Usta çırak ilişkisinin mağrur saygısıydı bu çocuğun yumuşak
bakışlarındaki. Daha küçük bir çocuksa yapılan saatlere pil takmakla meşguldü.
Kazan kaynıyor; hayat ekmeğin bir parçasını da bu yaşlı adama ve çıraklarına
veriyordu. Zilan yaşadığı acıları düşünüp yaşlı ustanın söylediklerine dalmış
gitmişti oracıkta. Nasıl bir şeydi acep insanın kendini işlemesi, neydi ki
sabır? Belki kendine bir cevap bulmak, belki de hayatın acı buyruğuyla bir
cevap vermek istiyordu bu ihtiyara. Sahi neydi sabretmek? Adamın yüzü yağmur
kokan bir bulutu andırıyordu. Bundan cesaret alıp apansız sordu ona aklından
geçen tüm bu soruları. Üzerine Balıklıgöl manzarası işlenen levha yavaş yavaş
bitmek üzereydi. Ön kısmı açık dükkândan içeriye sızan ışık, ilk raflardaki
hediyelik bakır eşyaların yüzünde ışıldıyordu.“Sabretmek büyümektir kızım.
Çorak toprakta hayat bulan papatyanın nasıl büyüdüğünü bilir misin? Sabreder,
çünkü bilir bunun hayatın kendisi olduğunu. Bazen yaşamaktan gına gelir, bazen
ölüm yanı başımızdadır, işte tüm bunlara dik durabilmektir, yaşamakta inat
etmektir sabır. İnanmakta sabır işidir, sevmekte, büyümekte kızım, büyümek!”
O an Zilan kendini anlatılan papatyaya öyle çok benzetti ki; her şeyi ustaya
oracıkta anlatmayı bile düşündü. Gözleri raflardaki bakraçların yüzündeki gün
ışığı gibi ışıldadı. Sözcükler tıkandı boğazına da sustu kaldı. Bu közün külde
saklanmasıydı, yanmak istiyordu fakat içindeki korkular bu cılız ateşi
söndürüvermişti oracıkta.“Kolay gele emmi!” dedi. Dükkândan çıkarken duvarda ustanın çalıştığı tezgâhın tam
üzerinde bakır panoya ustalıkla, özenle işlenmiş bir resmin kendisine sertçe
baktığını gördü. İple tavana asılı çıngıraklardan birine çarptı, bu ses
içindeki korkuların sesi gibi çınladı dükkânın içerisinde. Usta, başını mağrur gülümsemesiyle yumuşakça
eğerek Zilan’ın gözleriyle konuşup ne dediğini anlamışçasına işine devam etti.
Alelacele bir kuyumcuya girip,
küpeleri bozdurdu. Küpeler altmış beş lira etmişti. Paranın yirmi beş lirasını
verip İstanbul’a giden ilk otobüse biletini aldı.
Korkuları yanı başında, yolu uzun
ama umudu büyüktü.
*
Yirmi iki numaralı koltukta
gözlerinin karasında parlayan bir yıldızdı Seyit; aklında sadece o vardı, başka
hiçbir şeyi düşünmüyordu. Seyit’e tutunmanın umuduyla Taksim’i hayal etti.
Televizyonda izlediği bir iki filmi getirdi gözünün önüne, orada Seyit’in onu
beklediğini bile düşledi. Otobüsün camından dışarı bakıyor, baraj göledinde
biriken suların toprağın boynuna taktığı zümrüt yeşili kolyenin ışıltısını
gördükçe huzur buluyordu. Bir bir
ardında kalan pamuk tarlalarını, pamuk tarlalarında geçen günlerini, parmak
uçlarının inceldiğini hissediyordu. Bu iyimserliği kâh bakır ustasının sabır
üzerine söyledikleri, kâh Seyit’e tutunmanın umuduyla ovanın boşluğunda gözüne
takılan yapayalnız bir çam ağacını annesine benzetene kadar devam etti. İşte o
an büyük ve yıkıcı bir bozgun aklına yerleşiverdi apansız. Annesinin
suskunluğu, babasının karanlık yüzü, yaşadıklarının acısıyla yüreği gene dara
düştü. Düşündükçe içindeki çaresizliğe daha bir düğümlenir oldu. Köylülerinin
onun hakkında neler konuşacakları, babasının öfkeyle annesine neler yapacağı
geldi aklına, içindeki derin umutsuzluk acı bir sızıya dönmüş, yüreğine kara
saplı bir bıçak gibi saplanmıştı. Çanlar ölümü çağırırcasına içindeki karanlık
mabetleri çınlatıyor, tüm korkuları bir kez daha bu güzeller güzeli kızın
kırlangıçlarla dolu yüreğinde topluyordu. O an Zilan’ın yüzüne kim baksa, bu
yüzde sadece ölümü görürdü.
Zilan’ın düşünceleri,
yanında oturan yaşlı kadının kolunu çekiştirerek; “Yolculuk nereye kızım?” seslenişiyle bölündü. Otobüsün pencerelerinden
uzayıp giden boşluğa bakarak “İstanbul’a” diyebildi ya kadın sordukça
soruyor, bana mısın demiyordu.
Otobüs, İstanbul’a mal almaya giden
tüccarlar, memurlar, öğrenciler, gurbetçilerle doluydu. Zilan’ın arkasındaki koltukta fakültede
okuyan gençler vardı. Elindeki kalınca bir kitabı okuyan sağdaki gencin yüzü
hem umutlu, hem umutsuz, küçük yuvarlak gözlüklerle çevrili ve suskundu. Arada
bir kitabı kapatıp düşüncelere dalıyor Zerdüşt’ün ne demek istediğini anlamaya
çalışıyordu. Yanındaki öğrenci ise okuduğu gazeteden suskun arkadaşına dönerek,
her habere bir yorum yapıyordu. Önündeki koltuktaysa geçen sefer
dolandırılmaktan nasıl kurtulduğunu yol arkadaşına övünerek anlatan şişman bir
tüccar oturmaktaydı. Adam saçlarını boyatmış, ağır bir koku sürünmüştü. İyi
kumaştan parlak takım elbisesi, ikide bir bakmaktan zevk aldığı altın kaplama
bir saati vardı. Onu dinleyense, daha sade giyimli ve zayıftı. İki memursa,
OHAL izninden yararlanıp, ailelerinin yanına gidiyordu. Esmer yüzlü suskun
birçok erkekse, iş aramak için gurbet yolcusuydular. Gurbetçilerin kimi uyuyor,
kimi türkü dinliyor, kimi de tüccarın anlattıklarına kulak kabartmış, can
kulağıyla anlatılanları dinliyor, abartılı buldukları kısımlarda dayanamayıp
içlerinden okkalı bir küfür sallıyorlardı.
Zilan aklını kaplayan bu
karanlık düşüncelerin içinde bocalarken, birdenbire ölmesi gerektiğinde karar
kıldı. Herkesin ölmeye hakkı vardır! diye geçirdi içinden. Otobüs durduğunda
inip kendini kayalardan aşağıya atacak, yazgısına son verecekti. Arkasında
bırakacağı hiçbir şeyinin olmaması onu bu kararında adeta kamçılıyordu. Ha varım, ha yokum, ne fark eder ki!dedi
fısıltıyla. Sustu! Karanlık bir susuştu bu.
Epey zaman korkularıyla yol aldı,
artık Urfa’nın sonsuz düzlükleri yerini başı dumanlı dağların suskun
zirvelerine bırakmıştı. Havanın karardığı saatlerde otobüs ani bir frenle
durdu, şoför aşağıya indirildi, sonra da
içeriye başında puşisi otuz yaşlarında var yok, yüzü sakallarla kaplı bir
adamla birkaç kişi girdi. Kimlik kontrolü yapıp, otobüste bulunan insanlara
özgürlük için savaştıklarını söyleyip bu toprakları baskıdan kurtarmak,
yurtlarını özgürleştirmek için dağa çıktıklarını anlattılar. Otobüse ilk
girenin konuşması düzgün bir söylevi andırıyor, yüzünde sakin bir heyecanın
ideali okunuyordu. Diğerleri daha biçimsiz davranışlar sergiliyor ve genelde
susup verilen emirlere uyuyorlardı. Yolcuları tek tek inceleyip tüccarlara ve
devlet memurlarına hakaretler içeren sözler söylediler. Konuşkan tüccar suspus
olmuş, memurların rengi iyice kaçmış, yüzlerini ölüm korkusu kaplamıştı. Yüzü
sakallarla kaplı adam, Zilan’ın kırlangıçlar uçuşan o kapkara gözlerine bir
müddet baktı ve isminin anlamının baharda açan bir çiçek tomurcuğu olduğunu
söyledi. Zilan’sa diğer yolcular gibi adamın karşısında susup kalmıştı, hâlbuki
az önce ölmeyi geçiriyordu aklından. Herkese bir takım yazılı bildiriler
dağıtan bu silahlı grup arabadan çarçabuk inip karanlığın öteki uçunda
kayboldular.
Bu olaydan sonra otobüse endişe de
binmiş gibiydi. Tüccar ve yanındaki arkadaşı susmuş, şoför arabayı daha hızlı
sürmeye başlamıştı. Öğrencilerden çok konuşanın yüzünde ise tarifsiz bir
heyecanın mutluluğu vardı. Zilan, adının hiç bilmediği anlamını düşünüyordu.
Yanındaki kadın bol bol dua okuyor, sağ salim oğluna kavuşmak isteğini yüksek
sesle yineliyordu. Az ilerde bir kez daha durdu otobüs. İçeriye üniformalı genç
bir subay ve askerler girdi. Şoför az önce başlarına gelen her şeyi çabucak
anlattı. Subay otobüstekilerin kimliklerine baktı, tüccarların ve memurların
başına gelenleri dinledi, öğrencilerin okuduğu kitaplara karanlık bir bakış
fırlattı. Gurbetçilerse suskun, yalnızca
yaşlı kadının dualarını dinliyor gibiydiler. Subay tıraşlı parlak yüzüyle
Zilan’ın kara gözlerine uzun uzun baktı. Bu gözlerde aradığı cevabı bulmuş
olmalıydı ki hiçbir şey sormadı. Sonra askerler de gittiler. Otobüs herkesi bir
yerlere götürürken, bazılarınıysa bir yerlerden kopardığını bilmeden ilerlemeye
devam etti.
Ölüm düşüncesi ve ölme hakkı tüm bu
yaşananlardan sonra Zilan’ın kafasını epeyce karıştırmıştı. Neden ölüme bu
kadar yaklaşmışken, bir gün olsun fazla yaşamak için koltuğunda susup kalmıştı?
Yaşamın tüm zorluklarına, çilelerine rağmen, nasıl bir şeydi acaba şu yaşamak
dedikleri sır? Niçin kolay kolay ölümü
seçemiyordu insan? İşte tüm bu soruların cevapsızlığında bir kez daha anımsadı
adının anlamını. Yaşlı bakırcı ustasının söylediklerini düşündü. Niçin hiç bir
çiçek bahara kayıtsız kalmıyor, neden her çiçek sırası geldiğinde açıyordu?
Yaşamak, sırf yaşamak mıydı yoksa o bilinmeyen sır? Zilan içindeki kırlangıçla
yorganın altında konuştuklarını da anımsadı. Sularıyla herkese yaşamı
bağışlayan o efsunlu abı hayat çeşmesinin başında, gözbebekleri epey zamandır
unuttuğu ışıltıyla yeniden ışıldadı. Sustu yine! Bu susmak değil, aslında
anlayan için hayata verilmiş koca bir cevaptı…
Otobüs ilk konaklama yerine
vardığında yolcular tüm yaşananların gerginliğinden kurtulmak istercesine
tertemiz havayı içlerine doyasıya çektiler. Dağlar dimdik dikeliyor, yollar
kıvrım kıvrım akıyor, yer gök sonrasız bir griliğe batıyordu ufukta.
Zilan çimenlerin arasındaki
bir avuç birikintiden su içen serçelerle göz göze geldi, sonra annesinin elini
sımsıkı tutan küçük çocuğun mutlu yüzünü gördü. Başı önüne eğik suskunca
yürüdü; ölmek, ölüme yürümek hiç de kolay değildi. Tüm yolculardan önce arabaya
binip koltuğuna oturdu. Bütün bu anda içinde büyük bir sevginin amansız
özlemini duyumsayarak aklına Seyit’i getirdi, yüzünü tatlı bir gülümseme kapladı…
*
Sabahın kül grisi, yerini günün ilk
ışıklarına bıraktığında Zilan’ın geride bıraktığı bu toprak damlı evde bir
kişinin eksildiğini bilen anne aslında o gece hiç uyuyamamış, kızının
parmaklarının uçuna basa basa gidişini görmüş, yüreğinin karanlık odasından
çıkıp ona; “Gitme! Gitme kızım!” diye haykıramamanın bütün acısını
yaşamıştı. Acı, bu suskun yüzü ikiye bölen o derin çizgiyi, kınından çekilmiş
bir kılıç yarası gibi açığa çıkarmıştı yüreğinde.
Sabah tüm aceleciliğiyle bütün
gerçekleri ortaya çıkardığında annesi kocasının öfke dolu hakaretlerini duydu.
Kocasının yüzü küfürden bir kaleyi andırıyordu. Tüm öfkesiyle karısını döven
adamı diğer çocukları tutmaya çalışsa da bu hiçbir işe yaramıyordu. Annesi tüm
bu olan bitene aldırmadan sadece Zilan’ı düşünüyor, o aklına geldikçe içinden
dualar ediyordu. Kocası kapıyı öfkeyle çekip gidinceye kadar susup dayak yedi,
sonra çocuklarını etrafına toplayıp hepsini bilinçsizce öpüp koklamaya başladı.
Bu tıpkı bir tavuğun yavrularıyla birlikteliğine benziyordu.
Babası yüzünü öfke bürümüş, kendi
kendine konuşarak, nereye gittiğini düşünmeden yürüyordu. Yolda karşılaştığı
bir kaç kişiye selâm bile vermedi. Aklında bu olaya dair bir sürü endişe, en
çokta bütün köye rezil rüsva olduğu düşüncesi vardı. Harran’ın göz
alabildiğince uzayıp giden boşluğuna düşüncelerini bırakmak istiyor ama bunu
bir türlü başaramıyordu. Allah’a dualar ediyor, bu işin sonunu hayırla
bitirmesi için ona yalvarıyordu. Apansız kızı için aldığı başlık parası da
geldi aklına, sonra da o paradan geriye fazlaca bir şey kalmadığı…
İşte o zaman yüzü daha da bir
karardı. Lânetler okuyor, dualar ediyor bilinçsizce tıpkı bir deli dibi hızlı
hızlı yürüyordu. Harran’ın kurak toprağında iri bir kayanın dibinde kabuk
değiştiren bir yılana rastladı. Sonra susadığını hissetti, dudaklarının
çatlağında dilini gezdirdi, üst üste kaçak tütünden sardığı acı sigaraları
içti.
Saatler sonra yorgun argın evine
döndü. Karısını çocuklarını sarıp sarmalamış, öpe koklaya gözyaşları içinde
kaygıyla öylece bekliyor buldu. Doğruca içerdeki odaya girdi. Yatağa uzandı.
Aklı karanlığa bata çıka gözlerinde iğnenin ucu kadar fer bırakmamıştı. Ne
günah işlemişti de tüm bunlar gelmişti başına? Kime ne kötülük etmiş, kimin
itini taşlamıştı? Kendi yağında kavrulan bir garip âdemdi işte! Şimdi şerefine,
haysiyetine kızının çaldığı bu karayla bu dünyası da, ahireti de onparalık
olmuştu. Utanmadan, sıkılmadan hangi yüzle çıkacaktı insan içine? Aklını ele
geçirmiş bu karanlıkta törelerin karabasanında kalakalmıştı. Bu düşünceler
içerisinde ateşi yükseldi, ter içinde kaldı. Vücudu yavaşça tüm bu
yaşadıklarına bitkin düştü. Bayıldı.
Saatler sonra gözlerini açtığında
elinde ıslak bir bez karısını başucunda bekliyor buldu. Karısının yüzündeki
morlukları gönül gözüyle görünce içinde tarifsiz bir başka acıyı duyumsadı.
Başlık parasını denkleştiremeyip, Fırat’ın azgın sularını seyre dalarak onu
kaçırma düşleri kurduğu günlerin ateşi gelip bir kez daha dağladı içini. Gözleri
kadife bir bakışla doldu. Bu şefkatti; hayatın en narin, en yüce, en anlamlı
duygusu…
Karısıyla uzun uzun bakıştılar,
gözleri birbirini anlıyor ama dilleri hiçbir şey konuşmuyordu. Apansız Zilan’ı
bulup geri getirmeyi, onu kocasına kendi eliyle götürmeyi, tüm olan biteni
kocasına binbir yeminle, yalan dolan izah etmeyi düşündü. Bu fikrini karısına da anlattı. Kadın
suskunca dinledi. Tüm gücüyle yataktan kalkıp elbiselerini giyindi. Gizlice,
kimseye görünmeden köyden çıktı.
Gerçek, mağarasından çıkmış;
hayatın tüm yükünü bir kez daha kuşanmıştı.
*
Otobüs boğaz köprüsünü geçerken bir
kartpostal fotoğrafının içinden geçiyordu sanki. Mavi defter, büyülü bir tılsım
gibi şehrin her tarafında tüm yaşayanlara gülümsüyordu. Martılar göğün
kanatlarıymışçasına umarsızca süzülüyor, boğazın iki yakasında öbek öbek
yeşermiş erguvanlar baharı müjdeliyor, irili ufaklı gemilerin korna sesleri
insana umut veriyordu. Mavi defterin yıpranmış ama hâlâ okunan sayfalarında
tarihin izleri insana hayatın bir ömürden ibaret olmadığını haykırıyordu.
İstanbul Zilan’ın kara gözlerine tıpkı bir panayır yeri gibi kurulmuştu, işte o
an yüzündeki mavilikle o da gülümsedi.
Yolculuk bitmişti. Otogarın araç
trafiğinden etrafa yayılan eksoz kokuları insan kalabalığının gürültüsüne
karışıyordu. Büyükçe bir duvar saatinin akrebi dokuza yaklaşmaktaydı.
Saçlarının kâkülleri yaşmağının aralığından yüzüne düşüyor, yüzünü iki eşit
parçaya bölüyordu. Yaşlı bir simitçi sıcak gevrek simitlerle dolu tepsiyle
yanından geçti. Açlığı ve yorgunluğunu hissetti, bodur çam ağacının yanındaki
banka oturdu. Elinde sıkıca tuttuğu zarfın üzerindeki adresi gözleriyle birkaç
sefer okudu; Tarlabaşı Bulvarı. Memiş Sok. No:2. Taksim
Yaşlı simitçi yanına vardığında; “Bir
simit!” dedi yorgun sesiyle.
Simitçi gazete kâğıdına sardığı simidi Zilan’a uzattı. El yakıyor, mis gibide
kokuyordu mübarek. Parasını verirken adresi sormayı geçirdi aklından.
Simitçinin sarıca tombul yüzüne çekinerek bakıp; “Hele bir bak emmi aha bu
adresi arıyam ben, bilisen?” Adam adres yazılı zarfı eline alıp biraz
düşündü. Zilan’ın bir tutam saçının ikiye böldüğü yüzüne bakarak;“Taksime
gideceksin(parmağıyla göstererek) aha şuradaki otoboslarla. Orda Tarlabaşı’nı
sor… Varınca bir polise bu sokağı sor. O sana gösterir.(biraz suskun kaldı)
İstanbul’a daha önce gelmedin hemi! Oralarda öyle her adama da adres sorma
sakın ha kızım. İt, kopuk yatağıdır!
Tekin yerler değildir oralar; hırlısı, hırsızı hep oralardadır”
Duraksadı. Bir yudum nefes aldı; “Nerelisin sen?” diye sordu babacan bir sesle. Zilan simitçinin çok konuşkan ama
iyi niyetli biri olduğunu geçirdi aklından.“Sarıcalı köyündenim emmi” dedi.
Gülümsedi simitçi. İçten, sıcacık bir gülümseyişti bu. Dolu tepsiyi yavaşça başına
kaldırıp dengeledi, arkasından kendisini izleyen sesiyle oradan uzaklaştı. “Taze
taze simitlerim var, simitçiii…”
Seyit’ten gelen adresi tarif
ederken yaşlı simitçinin söyledikleri ise bir süre daha orada kalmış, hiçbir
yere gidememişti. Zilan simitçinin söylediklerini düşündü. Hırlı ve hırsız
yatağında mı kalıyordu acep Seyit? Başı belada mıydı yoksa? Darda mıydı,
gelmese miydi? Gelmişti işte! Kalktı, simitçinin tarif ettiği durağa doğru
yürümeye başladı. Durak tıklım tıklımdı, ilk otobüs sıra ona gelmeden dolunca
ona binemedi. İkinciyi beklerken kırmızı elbiseli, siyah saçlarını sarıya
boyatmış, kalın dudakları bütün yüzünü kaplayan, sürdüğü ağır koku rüzgârla
sanki tüm İstanbul’a yayılan bir kadın gelip dikeldi yanına. İçinden; artist olmalı her hal bu kadın, diye
geçirdi Zilan. Öte yanındaki gençler kadın hakkında birbirleriyle
konuşuyorlardı; “Kerem şu kırmızılı ibneyigörüyon mu la?” diğeri cevap verdi;
“He la tıpkı karı gibi Allahıma!”
Her durakta dura kalka, tıklım
tıklım dolan bir otobüste, inip binen yolcuların telaşı içerisinde, aklında
binbir düşünceyle Taksim’e vardı
Meydana inceden yağmur çiseliyordu.
*
Toprak renkli sıvaları yer yer
dökülmüş üç katlı eski bir Rum evinin en üst katında uyanıverdiğinde güneş
henüz doğmamış, sessizliğin büyüsü bozulmamıştı daha. Elini yüzünü yıkayıp
aynadaki görüntüsünü yokladı. Sonra bir sigara yaktı. Midesindeki kuruntunun
ilacı da bu değildi ama alışkanlıktı işte. Bir şeylerin boşluğuna üflediği şu
duman da olmasa neye tutunurdu kim bilir? Kalın, kirli perdeleri aralayıp,
ahşap pencere pervazları artık iyice çürümüş pencereyi açtığında içeriye dolan
sabah rüzgârının kokusunu duyumsadı. Hayat kadar mucizevîydi. Altı aydır üç gurbetçi kalıyorlardı bu evde.
Bulmaları da kolay olmamıştı. Aslında hemşerileri yardımcı olmasa bu iş olmazdı
ya, kirası da baya bir uygundu hani. İkinci katta Afrikalı göçmenler kalıyordu.
Hepsi birbirine benzeyen bu kara derili adamların isimlerini bir türlü
tutamıyordu aklında. Siyah yüzlerinin ardında dört gözle bekledikleri bir haber
var gibiydi geliyordu ona, gözleri çaresizliğin denizlerinde ışıldayan
fenerleri andırıyordu. Alt kata geçen hafta iki üniversiteli taşınmıştı.
Ramazan’ın dediğine göre; biri hukukta okuyormuş, diğeri edebiyatta. Edebiyatın
ne olduğunu düşünecek gibi oldu bir ara, sonra boş iş n’olcak diye söylenip
çıkardı aklından. Yıkılacağı söyleniyordu buraların. Evin arkasındaki küçük
bahçede bakımsızlıktan otlar çoktan diz boyunu bulmuştu. Ayın biri dedin mi
kirayı hacının bakkalına bırakırlardı. Mal sahibini tanıyan yoktu. Söylenene
göre içerdeymiş adam. Dansöz sevgilisini mi bıçaklamış ne. Uzayıp giden sokağın
yoksul sessizliğini izlemeye kendini kaptırmışken Memed’in sesiyle ayılı verdi;
“Ula Seyit çayı komamışsın daha!”
Birlikte inşaat işlerinde
çalışırlardı bu Memed’le. Binaların dışına demir iskeleler kurar; sıva, boya
işleri yaparlardı. Çokça yevmiyeci giderlerdi dahası. Memed bu işleri daha iyi
bilir, çokça işleri de zaten o bulurdu. Baba mesleği derdi, yorgunluktan da
kaçmazdı işinde. Evli, dört çocuk babasıydı. Kışları Ağrı’daki köyüne gider,
yazın gurbetçi gelirdi buralara. Seyit’in de ustası sayılırdı bir nevi ama sonu
yoktu böylesi bir hayatın. İşi yapan değil, yaptıran aracı taşeronlar
kazanıyordu bu işlerde. Hak, hukuk da aranmazdı bu işsizlikte. Ramazan Memed’in
köyden akrabasıydı, amelelik yapardı yanlarında. Eli yatkındı işe. Liseye kadar
okumuş, babası ölünce bırakmıştı çaresiz. Gönlü yoktu ya bu işlerde, çalışmaya
mecburdu; üç kız kardeşi vardı.
Kahvaltı yapılmış, cep telefonları
açılmış, inşaatın yolu tutulmuştu. Dar sokaklarda hayatın akışı hızlanmış,
sabah yeli yerini egzoz dumanlarının kirli kokusuna bırakmıştı. İnşaata
geldiklerinde taşeronun öfkeli küfürlerle söylendiğini gördüler. Malzeme mi
gelmemiş ne? Yapacak bir şey yokmuş, bugün cepten gitmiş hani. Bu işlerde
olurmuş böylesi. Memed Usta da bunu fırsat bilip karşıya kardeşine gitmek için
ayrılınca Seyit Ramazan’la mahalleye dönüverdi çaresiz.
Çalışmadıkları zaman mahalle
kahvesine takılır gün boyu kâğıt oyunu oynarlardı. Kimi de altılıya ganyan
oynamaya giderlerdi. Hiç tutturduğu yoktu ya bir umuttu hani. Bazen
tutturduğunu düşünür Zilan’ı anımsardı apansız. Parasızlığın öfkesiyle üst üste
sigaralar içerdi de geçmezdi bir türlü ciğerine saplanan o karanlık acı. Oradan
oraya, oradan oraya neler görmüş, neler yaşamıştı şu koca şehirde. İnsan yerine
konmanın tek ölçüsüydü para. Parasız kaldın mı çık çıkabilirsen içinden
hayatın. Zilan’ı unutmuş, ama içinde kalan o ilk sevdanın tılsımlı titrek
ışığını unutamamıştı. Yok, yok kendini kandırıyordu yine, nasıl unuturdu o nar
ağaçlarının altında ürkek bir ceylan gibi kovaladıkları zamanları? Neden
saklanıyordu da apansız çıkıyordu bu anılar karşısına böyle? Yaşlı anacığının
duaları geldi aklına, sonra da kaçakçı babasının yazgısı... Ramazan da iyi
çocuktu. Kürt’üz biz Abi, ondan bunlar! derdi. Bu koca şehirde Kürt olmanın mı,
yoksa yoksul olmanın mı yazgısıydı şu yaşadıkları? Ne Kürtler tanımıştı
hâlbuki! Misal taşeronları da Kürt’tü. İliğine kadar sömürürdü adamı, birde sen
de bizdensin demesi yok muydu, en çokta buna fitil olurdu. Zilan’ı alan ağa da,
ona o tazecik kızı veren babası da Kürt değil miydi? Ne zaman bunlar aklına
gelse boğulacak gibi oluyor, uyku tutmuyordu gözünü sabaha dek. Bu işlere benim
aklım ermez der, kısa yoldan çıkardı işin içinden.
Gün geçmek bilmiyordu. Oysa Beyoğlu
hemen şurası, gidip bir dolaşıp gelmek var. Saraylar, oteller, insan seli ama
bir isteksizlik vardı içinde, hava da kapalıydı, yağacak mı ne? En iyisi
ganyana gitmekti. Üç, beş kuruş verelim şansımıza belli mi olur. Bakarsın! Hadi
be kendini kandırma yine! Ramazan’la ganyana vardıklarında içerdeki herkesin üç
aşağı beş yukarı aynı hayallerle burada oldukları gözlerindeki solgun umut
ışıltısından belliydi. Altılı programına baktı, işi bilenlerin tiyolarını
dinledi, bir kupon yapıp yatırdı.
Atlar koşuyor, zaman geçiyor, İstanbul’a inceden yağmur yağıyordu.
Sevincini bir türlü gizleyemeyen
Ramazan buldukları altılının ne kadar vereceğini Seyit’ten daha çok merak
etmekteydi. Gerçi hep favori atlar gelmişti ama havadan gelen paranın tadı da
bir başkaydı. Tam üç yüz otuz lira kazanmışlardı. Bir haftalık kazançları
kısası! Ne güzel şeydi havadan para kazanmak, meyhanenin loş ışıkları altında
bile geçmemişti heyecanı Ramazan’ın. Yakışıklı çocuktu. Esmer çehresi bu loş
ışıkta ay gibi ortaya çıkıyor, bakışları daha da çekici oluyordu, ama daha
bilmiyordu rakı içmeyi.“Milli oldun mu lan sen?” diye sordu Seyit alaycı bir
gülümsemeyle. Ürkek sesiyle, biraz duralayıp, kendine güven kazanarak;“Ayıpsın
Seyit Abi! O da sorulur mu? Sakso bile çektirdim evvelallah! Ne sanıyon bizi!”
Seyit cep telefonunu çıkarıp
nataşaları ararken, bu kadınların hünerlerini de anlatmayı ihmal etmiyordu. Bir
saat sonra ortalığa akşam serinliği çöktüğünde gelen iki sarışın önce parayı
sordu, sonra da evin yolunu.
Anna ile Katya Sovyetler çökünce Rusya’dan daha çok
para kazanmak için İstanbul’a gelmişlerdi.Katya biriktirdiği parayla Moskova’da
nişanlısıyla birlikte bir moda ajansı kurmayı hayal ediyor, bu işi rahat
yaşamanın o tatlı albenisiyle yapıyordu. İstanbul’a nişanlısıyla birlikte
gelmişler ama o iş bulamadığı için geri dönmüştü. Katya’nın kısa zamanda en çok
para kazanabileceği işin fahişelik olduğunaysa birlikte karar vermişlerdi.
Aslında oldukça da zevkli ve basit bir işti bu. Hem Türk erkekleri de oldukça
cömerttiler. Katya orta yaşlı, evli erkeklerin daha cömert olduklarını
bildiğinden genelde onları tercih ediyordu. Yatakta çeşitli numaralar denemek
kimi ona farklı cinsel duygularda yaşatırdı. İstanbul’da geçirdiği zamanın ona
öğrettiği kimi bilgileri lehine kullanmak, bunlardan yararlanıp daha çok
kazanmak üstüne de oldukça ustalaşmıştı: İster patron, ister işçi olsun Türk
erkekleri kadınlarını hep kıskanır ama fırsatını bulunca gizli gizli bu işi
yapmaktan da hiçbir zaman geri kalmazlardı. Zaman geçiyor, para ummadığı kadar
kolay birikiyordu. Katya kimi zaman bir
dilim muz için kardeşiyle kavgaya tutuştukları çocukluk yıllarını anımsar,
fabrikada çalışan annesinin yaprak sarısı yüzünü aklına getirir, onun yaptığı
tablolardaki kuğuların eğri boyunları içini burksa da güçlü iradesiyle bu
duygulara yenilmemeyi de bilirdi. Anna’yla İstanbul’da tanışmışlardı. Çocuk
bakıcılığı yaptığı evin orta yaşlardaki saygıdeğer beyi pahalı hediyelerle onu
baştan çıkarmış, tüm tazeliğini kullanmış, sonra da kapı dışarı etmişti.
Fahişeliğin acemilik günlerinde en büyük korkuları sınır dışı edilmek olsa da,
zamanla polislere rüşvetlerini uygun yolla nasıl vereceklerini öğrenmişler,
kimi zaman da devriye arabalarına konuk olmuşlardı. İşte bu gittikleri ev de
her hangi bir ev, bu adamlar da her hangi bir müşteriydi yalnızca.
Ramazan ilk kez sevişeceğini
Seyit’ten gizlese de kendinden gizleyemiyor; kadın, onun ürkek bakışlarında bu
tazeliği gördüğünden olacak ki cilveli cilveli gülüyordu. Esmer teni kadının
güz rengini andıran bedeninde çözüldüğünde, içindeki dizginsiz kabarışları ilk
kez yaşamanın ateşten kıvılcımları Ramazan’ın gözlerinde ışıldıyordu. Seyit
diğer odadan sesleniyordu arada “bacanak” diye ama bu sesleri duyacak
hâli kalmamıştı artık Ramazan’ın. İşte tam da o an kapı zili uzun uzun çaldı.
Sonra nataşaların polis korkusuyla söylenmeleri aldı yerini bu çınlamanın.
Biraz sessizlikten sonra zil sesi tekrar bu sefer daha uzun, daha yabancı geldi
içerdekilere. Seyit kalkıp yarı çıplak kapıya yöneldiğinde içerisi artık iyice
sessizleşmişti. Afrikalılardır, dedi. Güldü, garipsedi kendini. Yoksa Memed Abi
mi dönmüştü? Yok, dönmezdi ama belli de olmazdı hani. Kapıyı açınca Zilan’ın
kapkara gözlerini apansız karşısında buldu. Issız çölün yüreğinde bir vaha
özlemi gibiydiler, ardından da nataşaların meraklı seslenişini duyumsadı.
“ Kimdir o?”
Dağınık, yıkık, çocuksu bir öfkeyle
sessizce kalakaldı bakışları.
*
Otobanda indi otobüsten. İkinci
gelişiydi Dilovası’na. Kardeşi buraya on yıl önce göç etmişti. Limanda yükleme
işinde çalışıyordu, iyi de yapmıştı göçmekle buraya. Urfa’da çorak toprağı aç
acına bekleyip de ne yapacaktı? Dört çocuğu vardı, şükür hepsi de erkekti.
İkisi beşi bitirmiş babalarıyla çalışıyorlardı. El ele verdin mi dağ bile
dayanmazdı çalışana. Onunsa uzun süre çocuğu olmamıştı. O uğursuz dayısının
ismini koyduğu şu kızının yaptığına hayıflandı yürürken. Kız çocuğu başa
belaydı ya sabır da dinin direğiydi. Ovaya kurulu çelik ve boya fabrikalarının
bacalarından gökyüzüne salınan atıkların havadaki ağır kokusunda tozlu
yollardan yürüyüp dik yokuşu çıkarak vardığı izbe görünümlü gecekondu
mahallesine geldiğinde bile aklında hep aynı soru dolanıyordu. Nerede bulacaktı
Zilan’ı? Hele bir bulsaydı gerisi kolaydı. Bahçe kapısında karşılaştı ilkokulda
okuyan yeğeniyle. Gelip elini öptü şaşkınlıkla çocuk. Anası saçta ekmek pişiriyordu,
babası işteydi. Koşarak gitti çağırmaya. Onlar gelene kadar oturup kaldığı
divanda düşündü. Hemen söyleyip telaşa vermemeliydi ortalığı. Gelin de
köydendi, babasına Tahtabacak derlerdi, kaçağa giderken mayına basıp sakat
kalmıştı. İyi kızdı, töresini, büyüğünü, küçüğünü bilirdi. Sessizce gelip elini
öptü gelin. Yemek koydu, pişirdiği lavaş ekmeklerinden sıcak sıcak yağlayıp
getiriverdi. Kocası işteydi, akşama gelirdi. Uyusundu. Yol yorgunluğunu
bilirdi. Uyuyacak hali mi vardı ama yine de sessizce gidip misafir odasında
hazırlanan yer yatağına uzandı. Zaman çıngırağını salladıkça vakitler geçiyor,
hayat devam ediyordu.
Kardeşi işten geldiğinde ortalık
iyice karamıştı. Haberi gelin muştulamıştı kapıda. Ne iyi etmişti de gelmişti.
Dün akşam rüyasında bile görmüştü köyü. Limanda iş on iki saatti ya geç
geliyordu böyle. Bu işsizlikte ne yapsındı? Yüklemenin müteahhidi de
hemşerileriydi; komşu köyden Ali Emmi’nin oğlu. Burada baya düzeltmişti
durumunu. Beş katlı evi, arabası vardı. Dini bütün bir adamdı da. Beş vakit
namazını bırakmazdı. Çay içip epey konuştular. Köyü anlattı. Değişen bir şey
yoktu. Pamuk da kısırdı bu yıl. Fındığa gidenlerde çoktu köyden. Niye geldiğine
dairse pek bir şey demedi. Niyetim var buralara gelmeye, diye çıtlattı bir şey
sezdirmemek için. Namazlarını kıldılar. Çocuklar da kılıyorlardı. Evde bolca
din üzerine konuşan yeğenlerini görünce mutlu da oldu. Çok çok bilgili şeyhini
ikide bir anarak bağlı olduğu cemaatten bahsetti en büyük yeğeni. İki yılı
vardı daha askerliğe. Karanlık sessizlikte ovaya kurulu fabrikaların ışıkları
her yanı iyice kaplamış yatma vakti gelmişti. Televizyonun fişi çekilince iyice
sessizleşti ev. Yorgunluktan derin bir uykuya daldı. Uyandığında saat dokuza
geliyordu. Kalktı. Gelin komşudan koşarak gelmiş kahvaltıyı hazırlamıştı.
Suskundu. Harran’ın sessizliği nereye giderlerse gitsin yanı başlarındaydı bu
kadınların. Yine kızı geldi aklına. Canı sıkıldı. Sakallarını eliyle tarayıp
bir estağfurullah çekti. Yüzündeki endişe biraz aralanır gibi oldu. Kalkıp
mahalle kahvesine gitti. Hemşerilerinden yaşlı birilerini gördü. Ne yaman güreş
tutardı şu Mırzo Emmi? Oysa şimdi yürüyecek hali bile yoktu. Ölüm kapıya gelip
dayandığında hayat zindan, diye
söylendi içinden. O an birden anımsadı; Seyit’in babasının MırzoEmmi’yle yakın
arkadaş olduğunu. Kıyıdan köşeden köyden haberleri anlatıp, Seyit’e getirdi
lafı. “İki ay önce uğramıştı bir, iyi
oğlandı. Böyükşeherde çalışıyor, ekmeğinin taştan çıkarıyordu oğlan.” Çoğunu da Kürtçe anlatmıştı Seyit’e
dair bildiklerinin, daha kolayına geliyordu Kürtçe konuşmak, ana diliydi ne de
olsa. O gün kahve, cami derken akşam etti. Kardeşi gelince birlikte yatsı
namazı için evden çıktılar. Yolda açtı durumu ağırdan ağırdan; “Zilan
namusumuzu hiçe saymıştır kardaş, böyleyken böyle...” dedi. Kardeşi pek sevinmedi duyduklarına. Ürküye de kapıldı.
Bela getirmişti Abisi. Sustu. Töreyi anımsar gibi baktı. “Seyit’e kaçmıştır,
o soysuza, o gâvur tırnaklıya! Netti etti sonunda girdi kanıma kızın gâvur!” Kardeşi hep suskundu.
Bıçak vursan açılmaz bir suskunlukta dinliyordu anlatılanları. Camiye girip
namazı kılarken de aklına ikide bir Seyit geliyor, duaları karıştırıyordu.
Cemaat oldukça kalabalıktı. Camide yer yok gibiydi. Cüppeli, sarıklı olanlar da
çokçaydı. Ağır esans kokusu caminin her yanına sinmişti. “Dergâhtan bunlar
Abi” dedi kardeşi. Namaz sonrası zikre kaldılar. Yüksek sesle zikir
çekiliyor, çokçası Allah derken huşuyla kendinden geçiyordu. O da uydu biraz da
sıkıntının etkisiyle. Rahatlamıştı. Allah’ın adı her şeyden yüceydi. Şeyh
konuşunca cahilliğinden, bilgisizliğinden utanır gibi oldu. Seyit iti ikide bir
aklına geldikçe de sıkıntı basıyordu içini. Çıktıklarında akşam serinliği iyice
ortalığa dökülmüştü. Yanık kokusunu andıran ağır koku esen rüzgârla biraz
azalmıştı. Onu sordu kardeşine. “Allah’ın hikmeti! Urfa öyle kokar buralar
böyle. Ekmeğimiz gelsin de Abi, razıyız buna da. Çok şükür demeli ki yüce
Mevla’m daha çok versin!” dedi
kardeşi teveccühle. Bir ara Zilan’dan söz açacaktı ki kardeşi, vazgeçti. Yarayı
deşip, keyfini kaçırmanın sırası mıydı şimdi? Ağır adımlarla eve doğru
yürürlerken iki genç betondan elektrik direklerine “Ekmek, Barış, Adalet” yazılı afişler yapıştırıyorlardı.
Gecenin sessizliği içlerini kaplamış, yürüyüp eve vardıklarında bir gün daha
bitmişti. Günler günleri kovalıyor Seyit’in kaldığı yer gizliden, açıktan
araştırılıyordu.
*
Zilan uzun ve yorucu
yolculuktan sonra karşısına çıkan bu manzarayı gördüğünde çiçekli bir dal gibi
kırıldı içi. Olduğu yerde kalakaldı. Gitmek istiyor, gidemiyor; kalmak istiyor,
kalamıyordu. Kendine geldiğinde yüreğindeki kırlangıç ruhunun karanlık
mağarasında çoktan bir yarasaya dönüşmüş, Harran’ın bin yıllık yazgısı onu da
annesi gibi suskunlaştırmıştı. Memed Abi’nin kaldığı küçük odaya yerleştirdiler
onu. Zilan odaya kendini atıp, kapıyı ardından kilitlediğinde gözlerine
birikmiş yaşları tutamadı artık. Günler gelip geçiyor ama onun o evdeki
varlığının hiç kimse farkına varmıyordu, hatta kendisi bile o evde yaşadığının
farkında değildi çokça zaman...
Seyit’se Zilan’ı evin içinde
böylesi biçare gördükçe kahroluyor, çoğu işe bile gitmiyordu. Apansız
karşılaştıkları o an, oradaki kadınlarla yaşananlarının yüreğinde hiçbir izi
olmadığını biliyor ama bunu Zilan’a anlatacak bir tek sözcüğü bulup
haykıramıyordu. Artık günlerin karanlığı ikisinin de yazgısı olmuştu. Zilan’ın
kendisine geldiğini düşündükçe yüreğini bir sabahın aydınlığı kaplıyor, töreyi
anımsadıkça da bu aydınlık yerini karanlık bir korkuya terk ediyordu. Kız oğlan
kız da değildi artık, başkasının karısıydı, hem de gaddarlığıyla ünlü mazot
kaçakçısı bir korucubaşının. Oysa kendisi bir gün tok, bir gün aç, çulsuzun
biriydi. Zilan’ın karanlık yüzlü babasını karşısında görür gibi oldu bir ara.
İyice sıkıntıya kapıldı tedirginlikle. Evdekiler de huzursuzdu ya onlar da
ağızlarını açıp bir şey diyemiyorlardı. Ne yapsın, nasıl çıksındı bu işin
içinden bilmiyordu…
İşten paydos edip Ramazan’la
kahveye geldikleri bir gün içi yine bu sıkıntılarla öyle dolmuştu ki, soluğu meyhanede
aldılar. Birkaç bardak biranın da cesaretiyle bu sıkıntılarını Ramazan’a
anlatıverdi. Yetim büyümüş olduğundan olsa gerek ki, bu çocuğu kardeşi gibi
seviyordu Seyit. Ramazan; “Kemal Abi
hukukta okuyor, hani şu yeni taşınan öğrencilerden esmer olanı. Bir danışıp akıl alsan Seyit Abi. Belki bir
faydası olur!” deyip sustuğunda
boş bira bardaklarını almak için gelen garsonun telaşlı sesi duyuldu. “İki
daha!” dedi Seyit. O gün evde de konuştular bunu. Memed Abi de
konuşmasının iyi olacağını üsteleyince Ramazanla birlikte öğrencilerin kaldığı
daireye indiler.
Sade hemen hiç eşya yok denebilecek
bir öğrenci eviydi. Cam kenarındaki büyükçe bir masanın üzeri kitaplarla
doluydu. Evin dağınıklığından dolayı özür diledi Kemal, diğer arkadaşı da kendini
tanıttı kibarca;
“Hoş geldiniz, ben Taner. Çayı da yeni
yaptıktı, kaynananız seviyormuş. Siz şöyle buyurun, ben çayları getireyim”
Sesi sıcacık, yalın ve güven
vericiydi.
Önce havadan, sudan konuşmaya
girdi Ramazan, sonra toyluğunun çocuksu cesaretiyle sözü Seyit’in durumuna
getirdi. Kısa kıvırcık saçlarının genişlik kattığı esmer çehresiyle
anlatılanları ilgiyle dinliyordu Kemal. Hukuk fakültesinde son senesiydi.
Babası öğretmen, annesi evhamımıydı. Anlatılanları dinlerken idealindeki
dünyada tüm bunlara yer olmadığını aklından geçiriyor, bu yüzdendir ki gözleri
ışıltıyla parlıyor, bütün insanların eşit, özgür, birbirlerinin emeğini
sömürmeden yaşayacağı yepyeni bir geleceğin sıcaklığı kaplıyordu içini.
Ramazan konuşmasını bitirdiğinde Taner de
çaylarla çıkageldi. Birlikte çay içtiler. Kemal bu konularda oldukça tecrübeli,
böylesi birçok davada gönüllü olarak avukatlık yapmış Feray Hanım’a da durumu
anlatacağını, hukuki yollardan neler yapılabileceğini öğrenip, gerekirse
Zilan’la da avukat hanımı görüştürebileceğini söyledi. Güven veren tok sesi
geleceğe inanmanın gururuyla çınlıyordu. Bu çat kapı misafirler ilgilendiği ve
kendilerini dinlediği için iki delikanlıya teşekkür edip, gitmek için izin istediler.
Kapı eşiğinde Kemal Seyit’in omzuna usulca dokunup; “Ama en önemli desteği
Zilan’a hiç kuşkusuz sen vereceksin sevginle” dedi. Ve ekledi; “Seviyor musun onu?” Bu soru o gece uyutmadı Seyit’i. Kendine defalarca sordu bu
soruyu. Seviyor muydu gerçekten de Zilan’ı? Yoksulluğun bir kader olmadığını,
her şeyin değişebileceğini, geleceğin yeni bir gün gibi tüm insanların içini
pisliklerden ve karanlık acılarından kurtarabileceğini söyleyen o genç hukuk
öğrencisinin son sorusunu düşündü gece boyu. Sevgi sıcacık bir battaniye gibi
gelip üzerini örtünce de daldı uykuya. Sabah Ramazan bir iki dürtmüş, siz gidin
lafıyla onları salmıştı. Uyandığında Zilan salonda televizyonun izliyordu.
Çatalkuyruk bir kırlangıç görmüş gibi sevinçle doldu yüreği. Yaklaşsam uçup gider
mi acep? diye geçirdi aklından. Sanki Dicle’ye kavuşmanın özlemiyle Fırat’ın
coşkun akan suları akıyordu damarlarında. Usulca yaklaştı. Göz göze geldiler.
Ne diyeceğini bilememenin suskunluğunda kalakaldı bir an, sonra fısıltıyla; “Nasılsın
bu sabah Zilan, iyisen? Bir isteğin var mıdır?” dedi. Zilan’ın kara gözleri kırgın, diliyse hâlâ suskundu.
Bakışları suya inmiş yaralı bir ceylanı andırıyordu. O an Seyit geceden beri
yüreğinde şakıyan o tarlakuşunun sesini bir kez daha duydu içinde. “Seni
seviyorum Zilan!” dedi çatallanan sesiyle. Aslında bunu yüreğiyle
mi, yoksa diliyle mi söylemişti onun kendisi de pek farkında değildi. Zilan içinde biriken acıyı daha fazla saklayamayıp ağlamaya başladı.
Seyit’in de gözleri dolmuş o da koyuvermişti kendini. Sımsıkı kucaklayıp
birbirlerini, tenlerinin yakıcı özlemini kokladılar. Korkunun ve kaderin
eğerini üzerinden atmış yılkı atları gibiydi yürekleri. Gözleri karanlıkta bir
fener gibi ışıldadığında sevgiyi bölüşüyordu esmer tenleri. Harran binlerce
yıldır biriktirdiği sevda gizleriyle orada, yanı başlarındaydı; sevgilerinin
yanı başında, güvenlerinin yanı başında... Seyit içinde kıprayan o umut
ateşinin ona verdiği cesaretle genç avukatın anlattıklarından da söz etti
Zilan’a. İçlerinde titreye titreye de olsa ışıldayan bir ümidin aydınlığıyla
bir kez daha seviştiler. Daha önce hiç ulaşmadığı kadınsı doyuma ulaşmanın
mutluluğuyla sardı erkeğini çırılçıplak teniyle Zilan. Kimsesizliğin karanlık
mağarasındaki ruhlarına sarkıtılan aydınlık, sevgiyi de öğretiyordu onlara.
Günler hiçbir şeyin altında ezilmeden gelip geçiyor, hayat sürüyordu.
Gözlerindeki bu mutluluğun bereketli aydınlığı evin içine de yansıyor, artık
her şey inanılmaz bir hızla çoğalıyor, büyüyordu…
Çok geçmemiş Zilan da tanışmıştı
Kemal’le. Kemal’in ilk söylediği de adının anlamı olmuştu. Bu anlamı ikinci kez
duyuyordu birisinden daha. Sonunda bahar gelmiş miydi? Bütün acıları bitecek
miydi? Feray Hanım’la da tanıştırmıştı Kemal onu. Patlıcan moruna boyalı kısa
saçlarının yüzüne çocuksu bir anlam kattığı, kendini bir kez daha ele geçirmeyi
başarmış ve daima şık giyinen bu kadın İnsan Hakları Derneği’nde böylesi birçok
olaya tanık olmuş bir abla şefkatiyle Zilan’ın bütün acılarını paylaşmış,
umutsuzluğa kapılmasına asla izin vermemişti. Kadın sığınma evine gittiler bir
gün. Orada bu çileli yazgısında tek olmadığını da öğrendi Zilan. İstanbul’a
gelirken otobüste ruhunu saran intihar duygusunu anımsadı. Yaşlı bakır
ustasının söyledikleri çınladı kulağında. Sonunda yeşerebilecek miydi başını
uzattığı bu hayat çatlağında? Daha önce hiç tatmadığı bir duygu, güven duygusu
onu değiştiriyor, ona güç veriyordu. Annesinin anlattığı masallardan birinde
yaşıyor gibiydi yüreği. Sanki bahçıvanı Seyit olan bir gül bahçesinde
korkusuzca uçmaktaydı yüreğindeki kırlangıç.
Seyit’in işleri iyiydi bu aralar,
Zilan geldi geleli hiç boş kalmamışlardı. Sevginin bereketi diyordu buna Memed
Abi. Biraz para bile biriktirebilmişti Seyit. Alın teriyle çalışan bu insanlar
yeri geldin mi nasıl da güzelleşiyor, koşuyordu birbirinin yardımına böyle.
Evde yemekleri Zilan yapıyordu artık. Hünerliydi de. Ama bir an önce bir ev
bulup Zilan’la oraya taşınma
düşüncesiyle uygun bir ev bakıyordu, hem töreyi de biliyor izini kimseciklerin bulamayacağı
bir yere gitmenin ikisi için daha iyi olacağını biliyordu Seyit. O da
değişmişti. Sevgi değiştirmişti onu da. Altılı da oynamıyordu. İş bitti mi
soluğu evde alıyordu. Bir ara çıkıp İstanbul’u Zilan’la birlikte gezmeyi bile
geçiriyordu aklından. Mutluluk bölüşüldükçe daha bir çoğalıyor, her şeyi
güzelleştiriyordu…
Güneşli bir hafta sonu el ele
çıktılar Taksim’e. Meydan kalabalıktı. Ama onlar sadece iki kişilik bir
kalabalığı yaşıyordu içlerinde. Güvercinleri yemlediler önce. Sonra sıcak sıcak
kestane kokusuyla doldu içleri. Köşede polisler toplaşmış bekliyor, gelip
geçenden kimlik soruyordu. İstiklal caddesinde Karaköy’e doğru yürürlerken
tramvayın çıngırağı içlerindeki sevginin sesi gibi çınlayıp geçti önlerinden.
Seyit onu aynalardan geçiriyor, düşlerinde gezdiriyor, büyülü bir zamanda
dolaştırıyordu. Karaköy İskelesi’ne denizin kirli maviliğinde bir vapur
yanaşıyor, martılar çığırıyor, köprüde balık kovaları doluyor, her şey sevgiyle
güzelleşiyordu. Güven duygusu insanı ruhunun karanlık mağaralarından çıkarıp
güneşli günlere taşıyordu. İstanbul’un mavi kıyılarında dolaşırlarken; elleri
sıcacık, bakışları umut dolu, yürekleri bambaşkaydı…
Biriktirdiği parayla bir miktar
kaparo verip, iki göz bir ev bulmanın sevinciyle erkenden eve gelmişti Seyit.
Sarılıp kucakladı Zilan’ı. İçi içine sığmıyordu. Bir asker arkadaşıyla Beyoğlu’nda tesadüfen
rastlaşmış, ona ev aradığını açınca bu evi bulmuştu. Ev Anadolu yakasındaydı.
Arkadaşı Tuzla Tersanesi’nde kaynakçı olarak çalıştığını, eğer isterse Seyit’e
de koca tersanede bir iş bakabileceğini söylemişti. Memed Abi’yle, Ramazan da
paydos edip eve geldiğinde, yemekte bu haberi onlara da söyleyip, sürpriz
yapmayı düşünüyordu. Açık pencereden görülen silueti usulca karanlığa
batmaktaydı şehrin. Serin akşam rüzgârı yeni bir mevsimin habercisi gibiydi.
Akşam yemeğine nar ekşili sarma yapmıştı Zilan. Öyle de narin sarmıştı ki
ikinci tabaklar bitmek üzereydi. O sıra kesik kesik kapı zili çaldı. Ramazan
kalkıp kapıyı açınca yaşlı karanlık yüzüyle daldı içeriye Zilan’ın babası. Her
şey öylece ortada kalmıştı. Kelimeler susmuş, bakışlar konuşuyordu. “Seni
almaya geldim!” dedi Zilan’a bakarak. Seyit Zilan’ın çaresiz
bakışlarıyla göz göze gelene dek nasıl davranacağını bilmeden olduğu yerde
öylece kalakalmıştı. O bakışlardaki çağrıyı duyumsamış gibi dikildi önüne
babasının. Bakışları Dehak’ın isyanı gibiydi. Baba iyice öfkeye kapılıp ağza
alınmayacak küfürlerle Seyit’e aldırmaksızın Zilan’ı kolundan tutup götürmeye
kalkıştı. Araya giren Seyit Zilan’ı çekip aldı babasının elinden. Belindeki silahı
çıkarıp Seyit’e doğrulttuğunda bile, en ufak bir korku yoktu Seyit’in yüzünde.
Lambanın loş ışığında parıldayan çelikten çıkan o sonlandırıcı ses kasırga gibi
kalmıştı odanın içinde. Tüm bu yaşananların acısıyla olduğu yere yığılıp kaldı
Zilan. Seyit göğsüne saplanan tek kursunla ölmüş, olayın sokunu yaşayanlar
bundan kurtulup babanın üzerine yürüyünce o da içinde bulunduğu ruh halinin
telaşıyla kaçıp gitmişti. Sokak lambalarının aldatıcı aydınlığı ortalığı
kaplarken, odanın içindeki her şey iyice karanlığa batmıştı.
*
Hiç hesaplamadığı bu cinayet aklını
karanlık bir çıkmaza itelemiş, öfkeyle oturup zararla kalkmıştı Zilan’ın
karanlık yüzlü babası. Elindeki kanın sıcaklığıyla kardeşine kendini attığında
yüzündeki karanlık durumunu ele veriyor, suskunluğu oradakileri merakta
bırakıyordu. Kardeşine ve oradakilere bir güvensizlik duymaya bile başlamıştı.
Tez tarafından köyüne gitmeli, orada düşünmeliydi ne yapacağını. Alelacele
düştü yola, kardeşi kötü bir şeyleri sezmişti sezmesine ama belayı tez elden
salmak için sesini çıkarmıyordu. Onun derdi ona yetiyordu zaten! Kolay mıydı bu
gurbet elinde dört çocuğa bakmak? Urfa’ya giden otobüste karar değiştirdi.
Zilan’ın eziyetlerine dayanamayıp kaçtığı ağasının yanına giderek, durumu
usulünce anlatmaya, ondan akıl ve yardım almaya karar verdi.
Ağa çardağın altında nargilesini
yudumluyordu. Zilan’ın kaçmasına öfkeli babasına verdi veriştirdi. Boynunu
büküp sessizce bu durumu sineye çeken adam sanki Seyit’i vuran, ortalığı
küfürleriyle çınlatan o adam değildi. Ağanın sözleri tükendiğinde korkuyla
anlattı son durumu. Çaresizliğini belli etmek için ne demesi gerekliyse eksik
fazla katıştırarak. Şok olmuştu ağa ama belli etmemeye çalışıyordu. Şimdi ağa
da suskundu. “Seni gören oldu mu?” diyebildi epey zaman sonra. “Şahit
olması kötü!” diye ekledi sonra da. “Gören olmasaydı senin o ufak
oğlun gider teslim olurdu ya” dedi, şimdi iş epey karışıktı. Bu adamın
çaresizliğiyle gelip kendinden aman dilemesi de pek bir hoşuna gitmişti ağanın.
Ağaydı ne de olsa. Sıkmamalıydı canını, Allah büyüktü! Karşılıklı çay
içiyorlardı ki, o sıra Ankara’dan gelen milletvekillerinin onu çağırttığı
haberiyle bir adamı koşarak gelip götürdü ağayı. Korucu başıydı bu bölgenin
ağa. Ağzını sıkı tutmasını tembihledi giderayak. Burada kalsındı, sıkmasındı
canını. Namusunu temizlemişti ardı arası.
Ertesi gün ağanın nar bahçesindeki
bağ evine götürdüler onu. “Birkaç gün burada bekle, bakalım neler
olacak” dedi ağa. Güvendiği hükümetten birilerine açmıştı durumu.
Haber bekliyordu onlardan. Öyle uzun, öyle kahrediciydi ki günler bir türlü
geçmek bilmiyordu. Geceleri çekirgeler ötüyor, uzaklardan köpek havlamaları
geliyordu. Günler sonra bir akşam iki adamıyla ansızın geldi ağa. Adamları
dışarıda beklediler, o içeri girdi. Ağa hemen söze girdi. İş Avrupalık olmuştu.
Zilan’a İnsan Hakları Derneği’nden avukatlar sahip çıkıyordu. Gidip teslim olması,
namus indiriminden yararlanması tek yoldu. Gözü arkada kalmasındı. Karısını,
ikisi daha bebe dört çocuğunu ilk o an düşündü. Ağanın verdiği bir miktar
parayı alıp, köyün yolunu tuttu. Vedalaşıp teslim olacaktı karakola.
Bıraktığı gibi bomboştu köy. Bu
boşlukta ecinnilerin etrafını saran kalabalığından bir an kurtulup rahatlar
gibi oldu. Karısı iki çocuğuyla eşikte oturuyordu. Kocasının karanlık yüzünü
görünce suskun kalakaldı yerinde. Kocasına hoş geldin bile diyemedi. Kocası
anlattı olanı, biteni… Elindeki paraları bıraktı masanın üzerine. Helallik alıp
gitmeye gelmişti. Karısının yürek dağlayan yakarışı doldurdu kerpiç damlı
odayı. İlk çocukları toplandılar bu yakarışın başına, sonra da köyün yaşlıları.
Sessizce çıkıp gitti. Teslim oldu
karakola
*
Zilan, Feray Hanım’ın
çabalarıyla yatırıldığı hastanede ancak günler sonra kendine gelebildi. Kısa
zamanda yaşadıklarına bünyesi dayanamamış,
tüm bunlar sinirlerini alt üst etmiş, bu yüzden ağır bir depresyon
geçirdiğini söylemişti doktorlar. Üstelik hamileydi de, ama bu gerçeği henüz
ona söylememişlerdi. Ziyaretine arada Memed Abi, Ramazan ve Kemal geliyor, bir
isteği olup olmadığını soruyordu. Seyit’in cenazesi kaldırılmış, gazeteler
olayı ikinci sayfa haberi olarak töre cinayeti manşetiyle vermişti. Babası
cinayet silahıyla Urfa’da karakola teslim olmuş, namusu için vurduğunu
söylemişti. İyice iyileşip kendine geldiğindeyse hastaneden kadın sığınma evine
taşınmıştı Zilan. Hastanedeki tedavi giderleri de, bu sığınma evini kuran kadın
derneği tarafından ödenmişti. Birçok kadın farklı acılarıyla gelip buraya
sığınmışlardı. Koca dayağından bıkıp gelen de vardı, kapı dışarı edilip gelen
de. Kim ne derse desin, ne anlatırsa anlatsın Zilan artık yaşamak için bir
sebep bulamıyordu kendine. İçindeki kırlangıç sanki yüreğinden uçmuş, onu
yalnız bırakmıştı. Umudun artık yüreğinde iyice tükendiği, işte böyle bir
zamanda öğrendi Feray Hanım’dan hamile olduğu gerçeğini. Gözlerinin karalığı
büyüdü, babasının zoruyla evlendirildiği o yaşlı adamın hakaretlerini anımsadı
yeniden, sevdiği adamın Seyit’inin hatırasını duyumsadı içinde. Geceleri
yatarken elini karnına koyduğunda sanki Seyit’in o esmer yüzüne dokunur gibi
oluyordu. Sığınma evindeki birçok kadın ona yaşının daha çok genç olduğunu, bu
çocuğun, bu parasızlıkta, bu kimsesizlikte ayağına bağ olmaktan başka hiçbir
şeye yaramayacağını, aldırmasını telkin ediyordu. Ama Zilan’ın bu söylenenlerin
hiç birini duyumsamadığını görüyorlardı. O Seyit’in ona bıraktığı bir
hatıraydı. Erkek olursa adını bile koymuştu çoktan. Onu yaşatmak Zilan’ın tek
gayesi olmuştu. Dondurucu soğuklarda çırılçıplak kalmış bir ağacın baharla
birlikte dallarını kaplayan tomurcuklar gibi içindeki bu kıpırdanmalar da onu
yeniden yaşama bağlıyordu. Feray Hanım da Zilan’daki bu yaşama isteğinin bu
çocukla yeniden var olduğunu gördüğünden bu çocuğu doğurması konusunda ona tüm
desteğini veriyordu. “İş bulup çalışmalı, kendi ayakların
üzerinde durmalısın” demişti Zilan’a.
Günler zor da olsa geçiyor; zaman, acı, tatlı tüm yaşanmışlıkların
üzerini örtüyordu.
Kadın sığınma evinin küçük
pencerelerinde ay kılıktan kılığa giriyor, yıldızlar kimi yitip, kimi tekrar
ortaya çıkıyor, karanlık gecelerde ışıl ışıl parıldıyorlardı. Sabahları pencere
önündeki sarmaşığın kokulu çiçekleri arasında uçuşan serçelerin neşeli
cıvıltıları sanki Zilan’ın yüreğine yaşamın güzelliklerini yeniden
fısıldıyordu.
Aylar sonra doğum sancılarının iyice
arttığı bir gün sığınma evindeki kadınlar görevliyi çağırıp Zilan’ı hastaneye
götürdüler. Sancılar öyle ağırdı ki sanki yüreğinden bir parça kopuyordu her
defasında. Ters bir doğumdu. İç kanaması vardı. Kapıda sığınma evinden birkaç
kadın dışında bekleyeni de yoktu Zilan’ın. Doktorlar ne yaparsa yapsın
durmuyordu kanama. Uzun bir operasyonla çocuk kurtarılmıştı ama bu devlet
hastanesinin imkânsızlığında çocuğun kurtulması bile mucize sayılırdı. Sabahın
ilk saatlerinde hastane bahçesinde vizite sırasına giren yoksul hastaların
uğultusu dünyaya ilk kez gözlerini açan bu sevimli kız çocuğunun ağlama sesine
karışırken, Zilan’ın yüreğinden uçup giden yaşam kırlangıcı geri dönmüş, bu
minik kız çocuğunun kalbini yuvası bilmişti.
Hastane bahçesindeki ağaçların
arasındaysa serçeler her sabahki cıvıltılarıyla uçuşuyor, sabahın çıngırağını
sallamaya devam ediyorlardı...