24 Mart 2015

Mavi'ye



Kimi kadınlar vardır nehirlere benzer
Denize dökülmeyi düşler masmavi bakışları
Oysa bir tek zamandır bunu başarabilen
Işığın gümüş ellerinde
Eflatun ölüm olsa da sonları…

Susup öpsem alnındaki kırlangıç izini
Karışsam kalbindeki o eflatun ırmağa
Bilirsin çocuktur her gemi biraz
Bağlansa da bir iskeleye zamanın kollarıyla…

tk






14 Mart 2015

mırıldandıklarım


Al işte yine düşmüştü içinin karanlık kuyularına. Huzursuzluğun çanları çalıyordu kulaklarında. Tedirgin, yapayalnız duyumsuyordu kendini. Ufalıp masanın üzerindeki küçük cep aynasına sığmıştı ya ne kadar baksa da yüzünü tanıyamıyordu orada. Kumandanın düğmesiyle o kanaldan, o kanala gezindi yalancı dünyalarda. Kimi kutu açıyordu, kimi parmak çeviriyordu, kimi yalancı şahitler gibi soluksuz anlatıyordu memlekette olup biteni. İyice bir sıkıldı canı. Kalkıp internette gezindi birazda. Tek tek insanların dertleri daha beter etti onu. Önüne gelen şiir yazıyor, kimse yazılanla itibar etmiyordu. Güvercin postalarının getirdiği haberlerin özlemi iyice burktu yüreğini. İçerisi dar geldi. Balkona zor attı kendini. Serindi ortalık ama üşütmüyordu rüzgâr. Rüzgâra karşı bir sigara yaktı. Derin derin bir nefes çekti içine. Mavi karanlıklarda tek tük ışıyan yıldızlar ilişti gözüne. Yoldan geçen arabaların ışıkları uzaktan akan bir nehri andırıyordu. Göğe başını uzatmış selvi ağacı parmak uçlarıyla yıldızlara dokunuyordu. Bahçedeki ayva ağacının beyaz çiçekleri daha bir beyazdı karanlıkta. Neden bilinmez içtiği sigaranın ucundaki közü bu karanlıkta bir ateşböceğine benzetti. Bir şiir mırıldandı kendine. Karanlıkları yara yara ışıklar içinde bir uçak geçiyordu başının üzerinden. Bir kitabın kopmuş sayfaları gibiydi zaman. Keşke tanecikleri ördek yavrularına benzeyen o tatlı nisan yağmurlarıyla ıslansaydı. Gök üç kez gürlese, yıldırımlar üç kez çaksaydı. Oysa sigarası sönmeye başlamıştı yavaş yavaş.

Suspus bir kederin gözbebeklerini kaplayan ışıktan ürpertisinde lal olmuştu içi…

t.kurt

9 Mart 2015

sana ben peri,kuşlar anne derdi



bilir misin lavanta kokusunu?
hiç rastgeldin mi gün batımına?
çok konuşasın varken,susup kaldığın olmadı mı hiç?
yoksa senin bir gece yarısı hiç mi yolunu kesmedi ayışığı?

portakal çiçeklerinin
yağmurun, sütün, mavinin
yanık karanfillerin
yani ince şeylerin adıyla aradım  seni
hani birisini seversin de onun asla haberi olmaz ya
hani ırmaklar uyur ya geceleri öylesi...

biliyor musun aşk dedikleri tamamlamakmış kendini
denizde martı,dalında çiçek misali
belkide ayrılık ondan bunca uzun
belkide aşk ayrılık sadece...

ejderha ağzı geceler parçalıyorken ellerimi
anımsıyorum gümüş bir şamdanın aydınlığıydı yüzün
sana ben peri,kuşlar anne derdi
ah bilsen; ne çok,ne çok özledim seni..!

tk

5 Mart 2015

bilip susmakla bilmeden konuşmak

evet bahar geldi,epeydir soğuk geçen havalar umarım tez vakit ısınıverir.mart ayını çok severim,tam gününü köylü annem bilemese de bu ayda doğduğum kesindir.mevsimsel soğukların,kar yağışının, uzun yağan yağmurların da düşününce bir sürü güzel yanı var elbet de ama düşünsel soğukluklar,yanı gericiliğin, ırkçılığın,bunların çizdiği çemberlerde yaşanan tutuklu hayatların pek bir güzel yanı yok.sanki bir paul auster cümlesi gibi oldu ama bence tutuklu hayatlar tanımı doğru bir tanım ülkemde yaşayanlar için. gözde cinayeti sonrası işlenen pek çok cinayet oldu ki az daha gebze harem dolmuşunda bende böyle bir cinayete kurban gidiyordum,artık ulaşımda sıklıkla metroyu tercih ediyorum çünkü en azından orada elinde kitap okuyan bir kaç kişi gözüme çarpıyor.kitap okuyan gençleri görünce içimde çiçekli bahçelerin huzurunu duyumsuyorum. dostoyevski demiş ya; yoksulluk bütün belaların anasıdır, diye,galiba bu söz bügün de hala geçerli.bu sıra annem hastalandı,o yüzden pek roman okuyamadım,en son okuduğum ece temelkuran'ın devir rromanıydı. pek bi sevmiştim. özellikle oradaki hüseyin abiyi,çocuk ayşe'yle çocuk ali'yi, kuğuları uçurma serüvenini ve de  meclise kelebekler sokmayı hiç unutmam artıkın. kuğulu parktaki kuğular uçmasın diye kanatlarındaki bir kemik ameliyatla çıkarılıyormuş ve bu yüzden artık uçamıyorlarmış,bu ülkenin çocukları da büyüyünce özgürce uçamasınlar tutuklu hayatlar yaşasınlar diye genç yaşta aydınlık fikirlerden uzak tutulmakta ve karanlığın bilinciyle büyütülmekteler. yetmedi öldürülmekteler.

valinin elinden mikrofon alan cumhurbaşkanı çocukları, yolsuzluğun hırsızlık olmadığına fetva veren müftüler, kadının dövülmesini buyuran kutsal sözler, madenlerde ve sokaklarda ölenlerin vicdanlara gömülemediği bu gri günlerde içimde bir kafka uğraşmakta hala aynanın öte yüzüne geçmek için. işi zor biliyorum ama galiba imkansız değil.

bir sinema filmi çekmeyi düşünüyorum tüm bu uzaklıkları anlatan,hans fallada romanlarındaki o küçük adamların,saul bellow romanlarındaki o entellektüellerin bir türlü giremedikleri şatonun filmini çekmek istiyorum.neden hep uzak gökkuşağındaki renkler bize. ne anlamı var hayırlı cumaların,neden marslı kadınlar.şimdi bütün narlar  bi haydar ergülen mısrası...

değişecek diyoruz ya sanki pek değişmeyecek,spartaküsten beri ölüyoruz,bakın yunanistan'da syriza bile seçmenine verdiği sözlerden çark etti,bizdekiler onlar kadar olamadığına göre ah benim belalı başım, nerdedir pişmiş aşım.sevgili aziz nesinin bi öyküsü geldi aklıma,sizde bilirsiniz belkim bu öyküyü; du bakalım nolcak.

yok ben umutlu bir insanım,stepan hawkins gibi sadece parmağını kımıldata bildiği haldeyken bile  üç bilinmeyenli fizik problemlerini çözebilen insanların olduğunu biliyorum ki ama galiba bu sorunları çözmek insanlığın sorunlarını çözmekten sankim daha kolay. sahi cennet ve cehennem diye bir otel var mı o gidip de dönülmeyen yerde. sahi bunca kafa kesen cariye pazarında kadınları satanlar orada cennete ben gibi şiir emekçileri cehenneme mi rezarvasyon yaptırıyoruz bu dünyadaki hayatlarımızla.ay komik bile değil,en iyisi yakılarak ölmek ve küllerimin denize ama bizim denize savrulması. yaşar kemal ölmedi ki çünkü o ince memet, beşinci ciltte geri dönecek.

ben bunları çalakalem masa üstü bilgisayarımda yazarken kapı zili çaldı,söylenerek açtım kapıyı.seksen yaşlarında bir ihtiyar gülümseyen bir yüzle annen bahçedeki ağaçları her sene bana budatır evlat dedi,bahçede bir ceviz ve iki küçük erikle vişne var budayıverem dedi. cevizin budanmamasının ama ilaçlanmasının iyi olcağını eriğin ve vişneninse doğru budanmassa meyvelerinin kısır ve tatsız olacağını söyledi. o sıra aklımdan nazımın yetmişinde bile zeytin dikeceksin mısraları geçti aklımdan.bir bardak meyve suyu ikram ettim,ismini sordum,ismi ibrahim çelik,sair faik öykülerindeki insanlar gibiydi gözlerindeki ışıltı. insan varsa umutsuzluk diye bir şey yok dedim kendime.gülümsedim

demem o ki arkadaşlar,sevgili blog okurlarım vaktiyle sevdiklerim şimdi saydıklarım demem o ki güzel yürekli kuğular bilip susmakla bilmeden konuşmak aynı şeydir.özgürlüğü bilip susmayalım yoksa ursula romanlarındaki o uzak evrenler bile bizi kurtaramaz.

imlasız yazdım düzeltmeyide düşünmüyorum,bizimde günahımız bu olsun, oylar çarşıya...

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /