30 Aralık 2008

YENİ GÜNLER






"Pazartesiler karışmış Salılara
Ve hafta bütün bir yılla:
Kesemez zamanı
Bezgin makaslarınız sizin
Ve günün bütün adları
Yıkanıp gider gecenin sularıyla."*

Ne uzak, ne yakın
Ne sonrasız şey,
Şu kalbimin bozkırlarını saran
Göğün kül grisi maviliği.
Kurt uluması mı desem, şafak sökümü mü?
Sarı sıcak çilelerimiz...

Beklediği ne ki?
Nedir uzayıp, kısalan bir avuç yaşamda
Oysa öyle kahverengi
Öyle uzaktır ki her şey
Kendi yalnızlığının dolambacında...


...





TEMEL KURT



*paplo neruda

26 Aralık 2008

geçmiş zaman hikayeleri

Yağız atın derisinde şaklayan kırbacın sesi Arnavut kaldırımlarıyla döşeli sokağın diğer ucundaki iki katlı ahşap evin önünde oynayan kızların kulaklarında kapı tokmağını çağrıştırıyor, kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından bakan minik kız çocuğu annesine özenerek kalınlaştırdığı sesiyle kapının eşiğinden misafirine sesleniyordu. At arabasının düştü düşecek tekerinden huylanan Hacı Osman amca Cafer beyin siparişlerini göz ucuyla bir kez daha kontrol edip telaşla evin yan sokağına açılan kiler kapısının önüne yanaştırdığı arabadan oynayan kızlara sesleniverdi.

“hadi şirin kızlarım, annenize haber verin, beyin siparişleri geldi”

Çocukların meraklı bakışlarla hiç tatmadıkları enginar koçanlarına ve muz salkımlarına alık alık bakmasıysa dakikalarca sürdü. Kocasının bu eli bolluğuna minnettar bir yüz ifadesiyle bir solukta kilerin kapısını açan annenin telaşlı sesi tüm sokağa yayıldı. Bu eski konak bozması iki katlı ahşap evin Rum işçiliği pencerelerine öğlen güneşi tüm aydınlığını yansıtmış, iç bahçeye bakan mutfakta ise akşam yemeğinin hazırlığı olanca hızla sürmekteydi. Sabah Cafer Bey henüz evden çıkmadan Azime Hanım hamuru teknede yoğurmuş, kuşluk çökmeden tandırı yakıp bazlamaları yapmıştı bile. Küçük bir tepeyi andıran ev ekmekleri sofra bezinin içinde bir köşeden sıcak sıcak tütüyordu. Birazda saçta ıspanaklı börek yapmıştı, yeneceği vakit tekrar ısınıp tereyağı ile yağlanacaktı börekler. Akşama beyin oturaklı misafirleri geleceği için sofraya çocuklarında pek alışık olmadığı meyveler konacaktı. Bir salkım Anamur muzunun limon sarısı kabuklarını kimin kemireceğinin kavgasına başlamış kızların Sümerbank basmasından belden büzmeli elbiseleri sokağın ortasından akan kirli sulardan çoktan nasibini almıştı bile. İç bahçedeki gül fideleri mayıs ayının olanca görkemiyle yeşermiş, yaşlı dişbudak ağacının yapraklarından yayılan keskin sakız kokusu evin alt katındaki işlemeli avlu kapısından bahçeye doğru uzanan taşlıkta esen akşam yeliyle bütün odaları kaplamıştı.

Enginar tarifini üç gündür sora sora ezberlemiş olan Azime Hanım yine de bu yemeği ilk kez pişirmenin acemi korkusunu yaşamakta, elinin titremesini saklamaya çalışmakta, kendi kendine söylenmekteydi.

“ne bulurlar bilmem ki bu saray yemeklerinin tadında.”

Rahmetli anacığının ona öğrettiği şu sulu pilavı bolca kemik kavurmasıyla hazırlasaydı keşke. Kazan, kazan pişirse bıkmazdı vallahi. Ah Cafer Bey ah! Senin şu yeni nesil icatların yok mu? Sonra birden kocasının soy kütüğü geldi aklına. İçinden üç kulhuvallahu bir Elham okuyup böyle soylu bir sülaleye gelin olmaktan duyduğu minnetle yeniden girişti tarif edildiği gibi enginarları kabuklarından ayıklamaya. Hacı Osman amcanın karısı da onun eli ayağı olmuş, mutfakta yardımına gelmişti ya; kadında bilmezdi böylesi saraylı yemeklerini. Yok, yok bu iş tarifle olacak gibi değildi. En iyisi şu yüzbaşının saraylı karısını çağırmalı. Eline yüzüne bulaştırmaktansa o kendini beğenmiş karının nazını çekmek daha iyiydi. Aman Allah Cafer beyin keyfi kaçtı mı kızan zamanı huysuzlaşan atlar gibi çekilmez olurdu. İşte bu düşüncelerle soluk soluğa çaldı kapısını yüzbaşının İstanbullu karısı Feride’nin. Aman Allahım! O ne alım, o ne çalım. Bu kadın birini içeri alana kadar en az üç kez sarılıp öper sonra da yeni aldığı elbisenin saatlerce provasını yapardı. Avrupa’dan getirttiği kumaşların en moda terzilerin elinden çıkmış olduğunu anlata anlata bitiremezdi ya, pek çoğu da palavraydı. Bu yüzbaşıya varmak için ne dolaplar çevirdiğini evvel Allah buralarda duymayan kalmamıştı. Nereden de geliyordu tüm bunlar aklına. Şimdi ikna etmeli de şu saraylı eskisi süslü karıyı enginar pişirmeye götürmeliydi. İçini çekerek

“ah hanımın bir bilsen şu bizim beyin benim başıma sardığı işi. Ah hanımın bende çaresiz geldim senin kapını çaldım böyle... Şu koca Konya da bu iş bir senin elinden gelir, pir senin elinden”

Önce nazlansa da böylesi aranılmaktan oldum olası zevk duyan Feride Hanım mevzuyu öğrenince oturaklı bir kahkaha patlatıverdi. Beşiktaş vapur iskelesinde enginar ayıklayan çingenelerin seslerini duyar gibi oldu.

“Beş parçası beş akçeydi evvel zaman bunların.” Diye söylendi içini geçirerek.

Ağır misafirlerin davet edildiği bu akşam sofrasında hiçbir eksik olmasını istemeyen Cafer Bey evin girişindeki genişçe holde bir oyana, bir bu yana dolanıyor çocukların üzerlerindeki elbiselerden, duvardaki Atatürk portresine her şeyi bir kez daha gözden geçiriyordu. Garnizon komutanının böylesi bir ev yemeğine davetli olduğunu duyan komşu erkânda da üç aşağı beş yukarı aynı tedirgin, bayramlık bir bekleyiş vardı. Sokağın alt başında mahalle çeşmesinin önüne ikindiden bırakılan nöbetçi su içmeye gelen hayvanları erkenden ahırlarına sürüyordu. Sokak olanca sessizliğiyle gelenleri beklemeye çoktan koyulmuştu bile.

Kaymakamı getiren faytondu ilk gelen. Peşinden savcı bey ve hanımı en sonda garnizon komutanı binbaşı geldi. Şişkin gırtlağını sıkan üniformanın içinde evin kızlarının evcilik oynarken yaptıkları bez bebeklere benziyordu. Anılarının hemen hemen tümü kurtuluş savaşı yıllarından kalmaydı ve muhakkak bir cephede başkumandandan bizzat bir emir almışlığıyla biterdi. Rakıya düşkünlüğünü Cafer Bey de bildiği için en iyisinden bir kulüp rakısı da masada hazır edilmişti. Kaymakam mektebi idadiyi bitirmiş burası ilk görev yeriydi. Kimi ileri geri konuşur hakkında komünistlik yaygarası yapılırdı. Cafer Bey kaymakamın yanına oturmayı bu yüzden özellikle istemişti. Ne olur, ne olmaz yemeğin tadını kaçıracak en ufak bir hadisede ev sahibi olarak söze atılıp bu genç kaymakamı sakinleştirecekti. Ah şu rakı birde şişede durduğu gibi dursaydı bu gece. Savcı yanında eşrafın hatırı sayılı zenginlerinden Seyfi ağayı da alıp gelmişti. Seyfi’yle kaymakamın arasının olmadığı Cafer beyin kulağına da gelmişti ama koca savcıya da sözü geçmezdi hani. Ardı arası bir okul müdürüydü. Eti budu neydi ki? Yemeklerin tadını ilk öven garnizon komutanı oldu, ah birde bu gün yaşanan telaşı görseydi ya bu erkek milleti. Gururlu gururlu süzüldü tüm gözlerde Cafer Bey, o da karısına kaçamak bir aferin fırlattı göz ucuyla. Daha ilk gün o anahtar deliğinden gördüğünde beğendiği bu yağız bakışlı delikanlının gururlu bakışları günün tüm telaşını unutturmuştu Azime hanıma. İlk kadeh cumhuriyetin başarılarına kaldırıldı her zaman olduğu gibi. Cafer beyin gözleri kaymakamı kollamaktaydı yine. Garnizon komutanı Dumlupınar cephesinde at sürmeye çoktan başlamıştı bile. Kadınlar masada yokmuş gibi suskunca oturuyorlardı. Savcı bey kaymakamı öven konuşmalarla arada söze giriyor pek bir karşılık alamadığını görünce lafın sonrasını getirmiyordu. Konya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarına düşen bir şimşeğin alaca aydınlığı gibiydi kaymakamın bakışları. Koptu kopacak bir fırtınanın habercisi gibiydi vesselam. Cafer Bey bir kadeh rakıyı içer gibi gözüküyor ama aslında masanın orta saha hakemi gibi sürekli her şeyin tadında kalması için yeni yeni ikramlarda bulunuyordu. Anamur muzunun bu zamanda pek bulunmadığını söyleyenlerden lafa giren Seyfi Bey bunların bir avuç bozguncu olduğunu diyene dek masada neşeli bir hava hâkimdi. İşte ondan sonra Cafer Bey ne yaptı ne ettiyse yemeğin tadını yeniden bulmasını sağlayamadı. Aslında bir yanıyla da bu genç kaymakamda öğretmen okulundaki idealistliğini görüyordu ya, susmak en uygunuydu artık onun için. Kaymakam masadan ilk kalkan olunca garnizon komutanı öfkeli öfkeli söylendi yine.

“Bu devirde okumuşlardan çekeceğimiz var beyler. Eskileri özlüyorum vallahi”

Gecenin karanlığına açılan sahanlıktan içeri dolan temiz havaya karşı bir mavi yeleli atın cesur adımlarıyla yürüyen kaymakam ardında bıraktıklarına dönüp bir kez bile bakmadan aklında Tevfik Fikret’in dizeleriyle kaybolup gidince kalanlarda sessizce birer ikişer kalkıp gittiler. Boş masanın başında eşinin sıcacık elleri ve minik kızlarının sevimli bakışlarıyla kala kalan Cafer Bey içinden fısıldar gibi şöyle söylendi.

“buna da şükür”

........


bu öykü tüm dostlara yeni yıl hediyem olsun... şiir kadar güzel eskilerde yaşamanız dileğiyle.

Griliklerimizin ardına saklı kentlerin atlasını karalıyoruz.
Rayları ayıran makaslarda çeliğin çığlığı yeniliyor bizi...


t.kurt

24 Aralık 2008

KAR






Henüz gün doğmamış daha
İnceden bir kar kaplamış dört bir yanı.
Sevdalısına kavuşmuş gelinler gibi
Ak çam ağaçları.
Açılan dükkân kepenklerinin sesiyle eriyor
Dilimdeki buzlu laflar.

Böylesi ne vakit içim ısınsa
Yine sen geliyorsun aklıma.

t.kurt



22 Aralık 2008

Boz Ayıcık

Cıvıl cıvıl kuş sesleri ve rengarenk mis gibi kokularla kaplı bir zamanda, ayıcıklar ülkesinde bir bahar vaktiymiş...

Henüz iki yaşlarına basan iki arkadaş ayıcık varmış.
En sevdikleri şey bütün gün ortalıkta dolaşmak, yeni şeyler keşfetmek, çeşitli oyunlar oynamakmış.evden uzaklaştıkları vakit anneleri onları merak eder akşam vakti eve geç gelince azarlarmış yine de ertesi gün güneş gökyüzünde yükselmeye başlar başlamaz çocukça, hesapsızca, sevgiyle oyun dolu yaşamlarına devam ederlermiş.
Ayıcıklardan boz renkli ve dişi olanı yaşamda emin adımlarla ilerlemeyi severmiş, kavhe renkli erkek olanı ise çok uçarı ve çılgınmış. Bu iki küçük ayıcığın aralarında annelerinden gizli aralarında bir aşk da varmış.

Boz ayıcık ile kahve ayıcığın bir kaç günde bir uğradığı ulu mu ulu meyveleri çok tatlı bir armut ağacı varmış. O ağaç onların hem karın doyurma hem de oyun oynama yeriymiş. Armut ağacının altında yeni keşfettikleri ve kendilerinden geçerek tüm gün oynadıkları “kim daha yüksekten armut koparacak” oyunu en sevdikleri oyunmuş. Bu oyunda her gün kendilerini daha da geliştirmeye çalışırlarmış. Baharın bitip, yazın ortalarında boz ayıcık santim santim ilerleyerek üç metredeki armutlara ulaşabilmeyi başarmış. Kahve ayıcık ise başlangıcı üç metreden yapıp aşağıdan görülemeyecek kadar yüksekteki dallara kadar ulaşabiliyormuş. Fakat, işin kötü tarafı her çıkışlarında ağaçtan düşerler, her yerleri yara bere içinde olmalarına rağmen bir türlü bu oyundan vazgeçemezlermiş.
Boz ayıcık tepelerdeki armutların tatlarını o kadar çok merak edermiş ki.
Ama gel gör ki, üç metreden düşünce bile canı o kadar acıyan yavrucuk bir türlü daha yükseğe çıkmaya cesaret edemezmiş.
Kahve ayıcık ise o kadar yükseklerden kopardığı tek armutunu aşağıya dallara takılarak yara bere içinde düşmesine rağmen elinden hiç bırakmaz, boz arkadaşına da koklatmazmış bile.
Boz ayıcık yalvarır yakarır sevgilisine yediği armutu anlattırırsa da; yediği armutun tadını anlata anlata bitiremeyen kahve ayıcık birden kendinden geçiverir, coşar ve armutu arkadaşına koklatmadan bir lokmada aşkının hüsran dolu bakışları altında midesine indiriverirmiş.

Günler böylesine geçerken boz ayıcığın kafasına hep aynı soru takılırmış, her çıkışın sonucunda yaralanarak düşen arkadaşına “En tepedeki armutların tadı bu acıya, bu kıvranmaya değer mi, bre kahve tüylü aşkım?” diye sormasına rağmen kahverengi ayıcıktan aldığı cevap onu tatmin etmezmiş. Artık bu en tepedeki armutun tadı öylesine saplantı haline gelmiş ki, onu uyutmaz olmuş

Kafasında oluşan yükseklerdeki meyvenin dayanılmaz çekici tadının nasıl olduğunun cevabını öğrenmeye niyetli boz ayıcık bir plan yapmış. Sevgilisi ve en yakın arkadaşını tuzağa düşürüp ondan önce armuta ulaşacak ve tadına bakacaktır. Ama önce kendine son bir şans vererek, en tepeye çıkmayı denemek istemiş. Bir gün henüz güneş gecenin mavisine altın oklar gibi ışıklarını saplarken uyanıp kahverengi ayıcığı beklemeden tek başına “Güzel Ağaçlar Ormanı” na doğru yola çıkmış.içindeki tıtkuyla dolup taşarken yolda yemek molası vermiş bir oduncu görünce hemen aklına gelen parlak bir fikirle oduncunun baltasını farkettirmeden aşırarak hızla sevgili o tek armut ağaçlarına ulaşmış. Hiç bir şey düşünmeden baltayı tüm gücüyle ağacın köklerine indirmiş.
Belki ağacın yaşlanmış olması ve ayakta zor durmasından, belki de bu sevgili ayıcık dostundan bunu hiç beklemeyerek “Al, ruhumdan bir parça daha al” diye sitem etmesinden kaynaklanarak ağaç direnmeden yıkılıvermiş.
Bir de ne görsün boz ayıcık, tepede hiç mi hiç armut yokmuş. “Son gelişimizde kahve ayıcık onları bitirmiş olmalı” diye düşünmüş. Üzülmüş, çok çok üzülmüş...
Çevresinde de başkaca bir armut ağacı görememiş.
”Yoksa başka bir ormanda mıyım?” diye düşünürken, aklında hep yine o soru varmış.
”En tepedeki armutların tadı oradan düşerek yaşanan acıya değermi? “
Ne yazık ki artık bunun cevabını öğrenme şansı da artık kalmamış. Boz ayı daldığı bu umutsuzca düşünceler içinde giderken eve dönüş yolunu da kaybetmiş.
Ormanda günlerce oradan oraya dolaşıp durmuş sonuçta buhranlar ve kabuslar içinde kendisini de kaybetmiş. Çok yıpranmış, çok ağlamış, eski çocukça sevinçlerini çok özlemiş.

Bir gün su içmek için nehire eğildiği anda yansımasını görmüş ve ne kadar yaşlandığını ama yıllardır kafasındaki o sorunun cevabını hâlâ bulamadığını farketmiş. Nice ormanlar gezmiş, nice ağaçlara çıkmış ama en yüksek dallarında armut olan bir ağaca o ana kadar rastlayamamışmış. Kendini nehire atarak öldürmeye karar vermişken, nehire su içmeye gelen kuşların cik ciklerindeki ritime kendini kaptırınca aklına parlak bir fikir daha gelivermiş.
Evet, belki de en tepeye ulaşmanın bir yolu daha olabilirmiş. Hemen beklemeye başlamış, bahar geldiğinde bir armut ağacı fidanı gibi kendini toprağa dikmek için.
kış bitmiş, toprağın donu çözülmüş,yağmurlar yağmış ve ayıcık toprağa köklerini salarak hayatının cevabını bulma ümidiyle göklere doğru yükselmeye başlamış.fidanlıktan olgunluğa geçmiş ve yıllar sonra çok güzel bir armut ağacı olmuş ama hiç meyvesi olmamış. Son bir çabayla bütün yaşam enerjisini harcayarak en tepede bir meyve yapmış. Bir süre sonra öleceğini bile bile.
Işte bu, çok güzel, çok görkemli bir tek armut dallarının en tepesindeen çekici haliyle beklemeye başlamış. Boz ayıcığın yaşamdaki son isteği, bir ayıcığın gelip bu en tepedeki armutun tadına bakması ve o anda onun gözlerinde hissettiği heyecanı okuyabilmekmiş.

Aradan bir kaç mevsim daha geçmiş, orman bir kez daha soluk sarılara bürünmüş.Ama bizim ayıcığın dönüştüğü armut dipdiri ayakta tadıcısını beklemeye devam etmiş.
Ve o beklenen an gelmiş, yıllar önce terkettiği çok sevgili arkadaşı kahve ayıcık yüzü kırışmış, yaşlanmış bir ayı olarak karşısında duruyormuş. Ona bağırmak seslenmek istemiş. Ona sarılmak, yıllarca hep seni bekledim demek istemiş.
Söyleyemememiş.

...................................

Dalından koparılışının ardından en son gördüğü, çok uzun seneler önce terkettiği aşkının alt ve üst çeneleri ve keskin dişleri olmuş.
Kahve ayı somurtuk bir edayla ilk lokmasını ısırdığı gibi tükürmüş ve armutu yere atmış. Sonra da tepeye ulaşmanın verdiği o zafer sarhoşluğunda çevresine bakınıp, çocukluk günlerinden içinde kalan burukluğu yaşamış.
Armut kurtluymuş…
Acı ve kurtlu…
Somurtkan bir yüz ifadesi....

………………………….

Son görebildiği bu olmuştur armuta dönüşen boz ayıcığın.
Yere düşüşü ise ona çok çook uzun gelmiş, bir kuş gibi süzülerek onlarca parçaya ayrılarak yere yapışırken..
"Evet işte bu!"
Diye haykırmış.

...............................................

Aslında belki de hep aradığı cevap buymuş.
En tepeden düşmenin, havada bir kuş gibi süzülerek, sonra da yere sertçe çakılarak parçalanmanın o haşin, o zalim, o acınası duygusu...
O noktayı son nefesinde yakalamış.
Kahve ayı ise yaşlı ve yorgun ağaçtan inmiş; az önce attığı çürük armuta bastığına farkederek homurdanıp, yoluna devam etmiş gitmiş…

13 Aralık 2008

BAYRAM HOCA’NIN ANISINA





Ölümün ayak izlerini takip ederken yaşam
Gözlerine altın paralar konmuş bir kahramandı tarih
Kirli akan ırmakların ortasında
Yoksul dallarıyla suya eğilen söğüt ağaçları gibiydik
Duvarlarını asma kaplamış evlere benzerdi kimimiz
Kimimiz denizi paylaşırdı martılar gibi.
İskeleye bağlı kayıkları denizatı sanan bir çocuktum bense
Cama düşen yağmur tanelerini kurutup saklardım
Bir bardak demli çayda eriyen şekerin sevinciyle.

Ne kadar çocuktuk, ne kadar büyümüştük
Kim bilir?


Temel Kurt

8 Aralık 2008

...





Kuşlarla konuşuyorum sıkça
Kırlangıçlar maviyi anlatıyor
Tarlakuşları kırmızıyı.
Çobanaldatan kuşları ötünce
Susuyor içimde zaman
Vahasını özleyen çöle benziyorum neden bilinmez.
Kolay şey şiir yazmak
Yaşamaktan kolay

Çiçekler geliyor aklıma ara sıra da
Kırmızıya elini uzatan
Kiraz çiçekleri en çokta
Beyazlara bürünüyorum kimi de
kalbime buzdan bir bıcak gibi saplarken sözcükler



t.kurt






5 Aralık 2008

şekerlik




Yeşil şeker

Duvarlarını asma kaplamış eve benzer kimileri
İçi de, dışı da hayattır...

Kırmızı şeker

Cama düşen yağmur taneleriydi gözyaşları mavinin
Kurutup sakladık!

Mavi şeker

Denizi paylaşan çocuklardır martılar
Hakça.


Kahverengi şeker

Kıyısıdır aşk
Yaşamın.

Mor şeker

Kimsesizliğimi aydınlatan
bir sokak lambası,
ayazda üşüyen dalların hışırtısıydı adın
pencereme yağan karda
bir japongülü
serçelerin yaşam telaşıydın bir kış günü.
Annemin aynalı kemik tarağında unuttuğu bir tutam mutluluk,
bir bardak demli çayda eriyen şekerin sevinciydin

Ne zaman sussam
bir şarkının sol anahtarı olurdu adın.

Kara şeker
Gözlerine altın paralar konmuş bir ölüdür tarih,
sıcacık hayatların çürüten çilesinde.
Böyle apansız bir akşamüzeri içimizde açan karanlık çiçekleri
baş eğmez bir yastır sevgiliye kim bilir.

t.kurt

KIYI

Ölü denizyıldızları toplamaktan geliyordu adam
Rüzgâra yoldaş kırlangıç sürüleri geçiyordu uzaklardan
İğnenin deliğinden görülen yitik bir kenttin
Altın anahtarını arıyordu sözcükleri

Maviliklerin çalkantısına karışıyordu motor sesleri
Saçları balıksırtı gümüş saplı bir hançer gibi parıldardı göğsünde
Kaybolduğu o yapayalnız ormanda ardında pirinç tanesi izleri yitik zamanların
Bir keman teli olurdu ağlayınca gözlerinden süzülen her damla
En uzak kıyısıydı mavinin denizkızlarının yaşadığı o kentler.

t.kurt

1 Aralık 2008

ÇAĞRI

Ey uzak dağlara gidenler
Ey kavanozunda ölümü bekleyenler
Size sesleniyorum
Bırakın ölülerinizi gömmeyi
Gelin!

Doğmamış günlerin güneşidir sözlerim.

T.KURT

25 Kasım 2008

ADA

Gözlerini açtığında kalbinin sesini duydu önce, sonra dalgaların sesi bir piyano resitali gibi doldurdu içini. Öyle şaşkındı ki tüm bunlara hiç bir anlam veremeden orada öylece kaldı. Dudakları denizin tuzlu suyuyla kavrulmuştu. Hareket etmek istiyor ama bunu yapacak gücü kendinde bir türlü bulamıyordu. Havanın karardığını, serin okyanus rüzgarının teninde gezinen dokunuşlarını hissetti. Ertesi gün günçiçeklerinin uyandığı seher aydınlığında uyandığında aslında hiç uyumamış gibi yorgundu zihni. Her şey anlamsız ve bomboştu. Zor bela yerinden kalkıp yaslandığı bir kayaya tutunarak, uçsuz bucaksız okyanus kayboluncaya dek baktı uzağa. İşte o an nerde olduğunu anladı. Korkuyla karışık bir duygu gezindi yüreğinde. En son; uçakta olduğunu, şiddetli fırtınayı, hosteslerin uyarılarını anımsıyordu. “Uçak düşmüş olmalı" diye geçirdi aklından. Sonra etrafta başkalarını aramaya koyuldu ama görebildiği sadece mercanların oluşturduğu büyük kaya resifleri ve bunların arasında yetişmiş kısa boylu okyanus bitkileriydi. Yaşamın ona niçin bunu yaptığına burada yapayalnız kalmasına isyan ediyordu ki tekrar kalbinin kütürtüsünü duydu. “küt-küt-küt” Bu ses yaşamın sesiydi.

“Su bulmalıyım, su bulmalıyım, su bulmalıyım…” diye söylenerek adanın dört bir yanında aranmaya başladı. Ne açlık, ne de susuzluk hissediyordu ama su arama isteği kendiliğinden aklına düşmüştü. Hem bu sayede aklına musallat olan kötü düşünceleri uzaklaştırıyor ada hakkında da bilgi sahibi oluyordu. Sonuçta bugün olmasa yarın suya gereksinimi olacaktı. Bir saatte dolaştı adanın etrafını. Kuzeyi kayalıklarla çevrili, güney tarafı boydan boya kumsaldı. Bu gezinti sırasında medeniyetten kendisi gibi buraya gelmiş hiçbir ize rastlamadı. Ağaçlık alanlara doğru su bulma umuduyla adanın iç kısımlarına doğru yürümeye başladı. Kısa boylu ağaçların bilmediği yeşil renkli meyveleri bodur ağaçların dallarında küme küme sarkıyordu. Yaprakları kauçuk gibi geniş, meyveleri mandalina gibi kabuklu bu ağaçlardan bir tane meyve koparıp yediğinde tadının nara benzediğini düşündü. Ekşi ve tatlı bir arada buruk bir lezzetti ağzını uyuşturan, sonra birkaç tane daha yedi. Meyveleri yerken “ meyve varsa canlı da vardır” diye düşündü. Ağaçların arasından geçip iyice içerlere gittiği halde su bulamamıştı ama meyveleri çok sulu ağaçlar bulmuştu. Bu yüzden su bulacağına inanıyordu. Sahile geri döndüğünde hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Okyanusun sonsuz boşluğunu karanlık kapladığında dolunay bir şamdan gibi geceyi aydınlatıyordu. Kemal uyumaya çalışırken bir yandan da aklına gelen düşüncelerle cebelleşiyor, kendisiyle konuşuyordu.

Bütün düşünceleri yapayalnız bir ölümde bitiyor, düşen uçaktan sağ kurtulmasının sevincini de giderek yitiriyordu.Günlerce sahilde geçecek bir geminin ışıklarını görebilmek umuduyla bekledi. Ama duyabildiği sadece dalgaların sesiydi. Kendisiyle konuşuyor, son yıllarda hayata dair birçok düşünü yitirmiş olmanın yalnızlığıyla baş başa kalıyordu. Hâlbuki ilk gençlik yıllarında özgürlüğü sonuna değin yaşamaya adanmış düşlerin, hiçbir zaman unutamadığı günlerin içinden geçmişti. Düşündükçe varolmanın sancılarını bir annenin içgüdüsüyle yeniden yaşıyor gibiydi. Ama bu sancıların sonunda doğan şey yaşamdan çok ölümdü. Dolunay okyanusun sonsuzluğunu aydınlatmaya devam ederken, dalgalar büyük bir keman gibi sessizliği kaplayan ezgileriyle kıyılara çarpıyor, karanlık sanki en çokta Kemal’in yaşama isteğinin üzerini örtüyordu.

Güneşin sıcak dokunuşlarıyla uyandığında gökyüzü ipeksi maviliğiyle ona gülümsüyor gibiydi. Ama yaşamanın hiçbir sebebi kalmamışken gökyüzünün maviliği de anlamsız bir boşluğa benziyordu. Yüreğine atılmış bu çizikten sızan kan git gide bütün bedenine yayılmakta, ölümün acı tadı bilincini felç etmekteydi. Yalnızlığın çilesiyle baş başa kalmış bir Zerdüşt gibi en çok da kendisine uzaktı. Yaşamak için önce kendini yeniden keşfetmesi gerekiyordu. Zamanın yelkovanıysa nerede olursa olsun aynı hızla dönmekteydi. İşte günleri böyle gelip geçerken yıllardır görmediği o kırlangıcı yeniden düşünde gördü. Bu kez bir camdan onu izlemiyor, bu yalnız adaya ona doğru uçuyordu. Yıllardır düşünde görmediği bu kırlangıç yaşamın her yerde güzel olduğunu kulağına fısıldayıp onu yeni sabahına uyandırdığında o çoktan Adayı keşif yolculuğuna çıkmıştı bile. Ada da en yüksek noktaya çıkıp görüş alanındaki her yere su bulma umuduyla baktı. Kayaların oyuğunda yeşil ağaç kümelerini gördü, “su olabilir” diye düşünüp oraya vardığında yüreği sevinçten bedenine sığmıyordu. Sonunda suyu bulmuştu, kana kana su içerken, suyun değerini ancak burada anladığı geçiyordu aklından.

Kemal sonra kendine kalmak için bir yer aramaya başladı. Kayaların oyuğunda bir mağarayı bulduğunda üç gündür adadaydı. Açlığını o tuhaf meyvelerle ve çokça suyla gidermekten vazgeçip balık tutmaya çalıştı. Zamanla balık tutmada ustalaşmayı, ağaçları birbirine sürtüp ateş yakmayı öğrendi. Artık adaya geleli bir ay olmuştu. Onu hayata yeniden uyandıran kırlangıcın yüreğine fısıldadığı sır yaşamın altın anlamını ona yeniden göstermişti. İşte bu anlamla yeniden hayata tutundu.



Kemal ilk gözlerini açtığı sahile her gün en az bir kez gelir oradan okyanusun sonsuzluğunda gözünün artık hiçbir şey görmediği uzaklara bakar, boşlukta dolaşan fikirleriyle kendi kendine konuşurdu. Kıyıya çıktığı ilk günlerde üzerindeki pantolonun cebinden 365 dolar, kredi kartları ve okyanus suyuyla kireçlenmiş bir cep telefonu çıkmıştı. Üzeri düz bir kayayı bar masasına benzetip orada bir barmen olduğunu düşünerek o sıcak havada içini ferahlatmak için
“hey dostum bir bira, bak parası peşin” diyerek eline on dolar sıkıştırır kayaya doğru gider onunla sohbet ederdi. Zamanla bu kayanın barmen olduğuna iyice kendini inandırdı. Çünkü artık günleri, ayları unutmuş yalnızca; sıcak bir gün-soğuk bir gün olarak anımsamaya başlamıştı zamanı. “ Güzel bir cuma gibisi yok dostum, bir tekila doldur bakalım” derken aslında onu yaşama yeniden uyandıran kırlangıcın içinde yarattığı yaşam sevinci gitgide yitiyor, yerini okyanus kadar sonsuz bir sessizlik alıyordu. İşte tam da böylesi bir zamanda bir akşam bir takım tuhaf seslerle uyandı. Sıcak bir okyanus gecesi sahilden gelen seslere doğru yürüdüğünde bunların yumurtlamak için oraya gelen kaplumbağalar olduğunu gördü. Binlerce kaplumbağa sahili kazıyor yumurtlamak için hazırlanıyorlardı. Onları orda görmek Kemal’e tarifsiz bir mutluluk verdi. Çığlığı andıran seslerini duydukça suskunlukla kaplanan içinin buzulları eriyor, gözleri yaşam güneşi gibi ışıldıyordu. Kaplumbağalar yumurtalarını bırakıp okyanusa geri döndüklerinde adaya yaşama umudunu da geri getirmişlerdi. Kemal bazen kumsalı kazıp çıkardığı kaplumbağa yumurtalarını yiyor, tadı hakkında barmen dostuna iyimser yorumlar yapıyordu. Günler sonra ilk yavrular çıkıp dolunayın ışığına doğru okyanusa yol alırken Kemal onları sessizce izledi. Bu yaşama dönüş çabası onun içinde git gide büyüyen bir yaşamı tanıma isteği uyandırıyordu. Bir zaman sonra ise göçmen kuşlar sürüler halinde adaya indiler, burada bir süre dinlenip sonra yollarına devam ettiler. Tüm bunların onu yaşama çağıran bir ses olduğunu düşünüyordu. Ama burada kendi özünü de yeniden keşfettiğini biliyordu. Bir gün barmen dostuna “aslında burası sevilmeyecek bir yer değil dostum. Benim geldiğim yerde şu yeşil kağıt parçaları her şeyden güçlüdür. Orada herkesin sınırları çizilmiş ülkeleri, gurur duydukları bayrakları ve büyük, çok büyük tanrıları vardır… bu kağıtlar için yapılmayacak şey yoktur. Bak burada bunların hiçbir anlamı yok dostum. Şu kaplumbağalar buraya gelip hayata nasıl doğdularsa, ben de burada öyle doğdum işte. Şimdi kim bilir hangi ülke hangi ülkeyle savaşmaktadır. Bilir misin dostum; benim geldiğim yerde insanlar niçin erken kalkar sabahları? (yüzünü kaplayan bir gülümsemeyle, eline yeşil dolarları alarak) Bunlar için işte” dedi.

Kemal dünyada anlamsız bir hayat yaşandığını bu yalnızlıkta öğrendiğini düşünüyordu. “kimsenin kimseye para ve menfaatten öte bir iyiliğini görmedim ki ben” diye barmen dostuna anlatır, hava durumuna göre ya konyak ya da bira isterdi. Gerçektende Kemal’in hayatı bu ilişkilerden ve seksle sınırlı yalanlardan kuruluydu. Ama bütün bunlar yaşadığı toplumsal ilişkilerin bir sonucuydu. Gençliğinde bu kurallara karşı çıkmış, başına gelmedik işkence ve acı kalmamıştı. Bir takım kurallar vardı, bu kurallara uyduğunuzda sizde sistemin bir parçası oluveriyordunuz. Yazarsanız iyi bir yazar olup çok para kazanıyordunuz; reklâmcıysanız da öyle, imamsanız da öyle, askerseniz de öyle, kahve tüccarıysanız da öyle… Uymadığınızda kaybedenlerden oluyordunuz ve yaşam size hep uzak kalırdı. Çünkü paraya uzak olmak demek; hayata uzak olmak demekti. Ama ada da Kemal yaşamı hissediyordu. Bazen de dönüp geride bıraktıklarına burada bulduğu gerçekleri anlatmak hissi içini kaplar ama bütün bunlar deliliğe yorulur, kimse etrafını saran bu sanal bilinçten sıyrılıp yaşamın özünü göremez, diye düşünürdü. “Bırak onlar silah üretsinler, ucuza kahve alıp pahalıya satsınlar, öte dünya için yaşasınlar. Asaletten önemlisi yok onlar için. Asalet ne mi? -eline yeşil dolarları alıp- İşte bunlar dostum “ diyordu barmene. Kemal üzeri düz bir masaya benzeyen kaya sessizce olduğu yerde durdukça onun kendisini onayladığını düşünüyordu.

Bir gün kıyıya doğru bir gürültünün yaklaştığını duydu, sesin geldiği tarafa doğru yürüdüğünde bir araştırma teknesinin adaya yaklaştığını gördü. Bunlar kaplumbağalar üzerine araştırma yapan bilim adamlarıydı. Saçları ve sakalları bir birine girmiş bu adamı bulduklarında onun hikâyesini dinlediler. Kemal burada kalmak isteğini sıkça yineliyor ama araştırma görevlileri onun sağlıklı düşünmediğini düşünüp onu pek dinlemiyorlardı. Tam 3 yıl bu adada yalnız kalmış bir insanın sağlıklı düşünmesini aslına bakarsanız hiç biride beklemediği için bütün itirazlarına rağmen Kemal’i ikram ettikleri yemekle uyuşturup yanlarında götürdüler. Aslında bunu yapmalarının bir âmâcı da yaptıkları araştırmanın bu olayla gündemde yer almasını sağlanmak ve hazırladıkları tezlerle profesörlüklerinin bir an önce onaylanmasıydı.



Kemal medeniyete döndüğünde çokça televizyon hayat hikâyesini satın almak ve yayınlamak için sıraya girdi. Ama o bir hafta sonra 42 yaşında öldü. Öldüğü gece şehrin çatılarının üzerinde karanlığı aydınlatan dolunay, sokaklarındaysa okyanusu anımsatan bir rüzgâr esmekteydi. Söylediklerine göre İstanbul’un mavilikleri o gün denizden gelen kırlangıçların çığlıklarıyla dolmuş, kimileri bunu kıyamet alametine yorup günlerce dua etmişti.

t.kurt

22 Kasım 2008

umuda dair




şu mavi gökyüzünün kıyıcığında durmuşuz
vakitler suspus
zaman unutkan
belki de nehrin kıyısında iki çakıl taşıyız
köprülerimizde çan çalıyor suskunluğun dili
neleri unuttuk bir bilsen
kabuk bağlayan sancılarımızla büyürken.

uçurtmasının ipini elinden kaçırmış çocuk gibi hâlâ sesin
mor menekşenin umuduyla uyanırken gün...


t.kurt

20 Kasım 2008

ÇAV BELLA






Çok şey yaşıyoruz bakabilmek gerek yalnızca
Anlamak için zorlamadan kendimizi
Misal bir güvercin olsaydın sen
Bir Güvenpark aramaz mıydın?
Ya da ne bileyim şöyle bir Yenicami avlusu

Çok şey yaşıyoruz bakabilmek gerek yalnızca
Korkuya düşmeden kaçmadan kendimizden
Bir şiir değil bu ama herkes öyle sanıyor
İyi yazdığıma beni inandırmaya çalışıyor alkış sesleri bile...

Biliyorsun mor bir tüydü zaman
Uçarı ve çocuksu çokça
Ağladığımız da oldu
Kandığımız da.
Başlamak için bu veda
Yaşamak için ve de doyasıya

t.kurt

12 Kasım 2008

BARIŞ






Yaşamak biraz eflatun olsaydı
Bu salı.
Kırmızı görünseydi
Sabah sabah gözüme hayat.
Gecelerin mavisine saklansaydı
Çocuk yanlarım.

Olmasaydı savaşlar
Ölmeseydi parmaklarım...
Ellerim, ellerine öğretseydi dokunmayı
Usul usul büyüseydi serçe parmaklarım.

t.kurt

11 Kasım 2008

gitmeye dair





aynalara uzak şehirlerde
herkes gitmeyi geçiriyor aklından
oysa beklemeye alışıktır zaman
serçe yeminlerindedir susuşları .

kırık bir kadeh, son bir söz
sırtında faşizmin burkası
ceplerinde çekirdek kabukları çocukluğumun.

bilirim sesine dokunsa ısınır kuşların kalbi
çünkü şarabın yeminidir seni yaşamak.



t.kurt

6 Kasım 2008

SENFONİ

kayalarda oturuyoruz
dalgaların sırtında koşuyor taylarımız
çapkın rüzgar saçlarını savuruyor hafifçe
kulağına şiir okuyor sanırsam.
alıp bir kır çiçeğini saçına takıyorum
mor bir çiçek
minicik.
gökten kırlangıç sürüsü geçiyor
bir kaplumbağa uzaklaşıyor yanımızdan
bizi baş başa bırakıyor belli ki.

geceye varıyoruz
kuzey yıldızı gibi ışıldıyor gözlerin
ben gözlerinde yitirmişim çoktan kendimi.
gülümsüyorsun
yüzünden bir kuyrukluyıldız geçiyor.

iki inci gibi kabuğumuza ihanet etmişiz
bir senfoni başlamış içimizde
kayalar suskun
zaman çingene
düşen kalplerimizin kara kutusu olmuş şiir...



t.kurt

6 Eylül 2008

Masalcı





bir varmış, bir yokmuş.
masalın birinde mutlu insanlar yaşarmış.
ama o uzak gri ülkede masallara sahip insanlar öyle azmış, öyle azmışlar ki, bir masalı olan o masalı korumak, başkalarına kaptırmamak için her yola başvurur, bu yolda ölenleride o gri ülkenin kralı şehit ilan edermiş...
mutlu masalı olanlarla, masalı olmadığı için mutsuz olanlar sürekli dövüşür, bir birlerini öldürürlermiş.

bir gün o gri ülkede bir şair herkese yetecek kadar masal yazmaya karar vermiş. ömrü masalları yazmakla tükensede, o herkese yetecek kadar masalı bir türlü yazamamış.


t.kurt

20 Temmuz 2008

Yarına dair





İçinden geçtiğimiz bu günler, vicdanımızda insanlık adına kalan ne varsa onu da bizden almak için tüm karanlık güçleri seferber etmekte. Truva’nın entrikalarla düşmesi gibi insanlığın düşmesine seyirci kalmaktayız. Mirasına konmak için yaşlı akrabalarını bin bir eziyetle öldürenlerden tut, gerici ve darbeci iktidar kavgasının kepaze seyrine dek Türkiye’de yaşananlar aslında bir bütün olarak ele aldığımızda evrensel ezginin bize ulaşan sesinden öte bir şey değil. İşte böyle bir sürecin içinde edebiyatın herşeyden uzakta temiz kalmasını düşlemekte oldukça saçmadır, bilakis bu kirlilik önce edebiyatta başlamış, yani bu yaşananların kurgusu önce edebiyatta varolmuştur. Posmodernizim işte bu yeni zamanın seyir defteridir. Ama herşey kısaca açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Bu karmaşayı tartışmak, onun nedenlerini sorgulamaksa sanıyorum devrimci sanatın hala biricik görevidir.

Sosyalizmin insanlık tarihinin gözüne tuttuğu aynanın yansıması insan bilincinden nasıl silindi? Neden artık gözlerimizi kamaştırmıyor ışıltılı aydınlığı geleceğin? İşte bir yığın zor ama can alıcı soru... Marksizm’in devrimler çağını fitillemesiyle geride kalan yüzyıl aslında sosyalizm düşüncesini de tahrip ederek geride kaldı. Peki nasıl oldu bu. Bizzat ekim devriminin gelişim seyrinden hareketle devrim sonrası dönemin özelinde Stalinizm olarak adlandıracağımız bu sürecin artıları ve eksileriyle yeterince tartışılmamasının yarattığı bir tahribattır. Hele Türkiye gibi az gelişmişlik sürecinin ultra-milliyetci ve fundamentalist islami sendromlarla desteklendiği ülkelerde sol gelenekçi bir kulvarda kahramanlarının izinde yürümeyi devrimci olmakla eş saymıştır. (Türk solunda Kemalizm hastalığı köken itibarıyla bu duruma dayanır.) Stalinizm’in sosyalizm adına dünya sol hareketine ihraç ettiği ulusal devletçi kapitalizm modeli en son aşamada artık kendini aldatamayıp yıkılmak zorunda kaldığında, bu tüm karşı devrimci cephelerin sokaktaki adama bile ezberlettikleri bir özgürlük propagandası olarak bilincimize işlendi. Berlin duvarının yıkılmasıyla başlayan süreç her ülkenin özgün koşullarında gelişerek bu güne geldi. 1917 devriminde isyan ateşini tutuşturan kitlelerin özgürlük rüyaları olmuştu ama sosyalizm adına yaşanan yılların ulusalcı devlet kapitalizminin ötesine geçememesi ve yaratılan büyük yasaklar şehri bilincimize bu karanlık ağları, bu umutsuz ağları da örerek geride kaldı. Elbette ki tüm bunların yaşanması maddenin doğasının bir parçası yani hayatın öğreticiliğinin bir kez daha ispatıydı. Dönemin edebiyatı da bu ulusalcı devlet kapitalizminin beslenmesini sağlamaktan öteye gidemedi, buna karşı çıkan edebiyatçıların sonu ise postmodernizm oldu. Böylesine varoluşçu bir iyi niyetin, böylesi bir sona ulaşmasının nedeni ise kitlelerin devrimci rüyalarından koparılması olmuştur. Yani daha düz söylersek sınıf çelişkileridir.

O halde biz devrimci şairler bu rüyaları görebilmeli ve Sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna, özgürlük olmadan Sosyalizmin ise kölelik ve vahşilik olduğuna daha çok inanmalıyız.


Temel Kurt


ÖNCE ŞİİR VARDI








' gün ışığında,
ateşli bir sabırla silahlanmış olarak
en güzel kentlere gireceğiz.'

a.rimbaud



"Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama. "

w.shakespeare

' Bir kez gönül yıktınsa
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil '

y. emre


' Evet, bilirim nereden geldiğimi
Alev gibi doymamış, aç
Yanar, tüketirim kendimi.
Işık olur, ne tutarsam,
Küldür arkamda kalan.
Ben ateşim besbelli. '

f. nietzche


' Kaygılar tasalar sarmasın içini;
Olumsuz düşlere kaptırma kendini;
Ayrılma yarin ve çimenin koynundan
Kara toprak koynuna almadan seni. '

Ö. Hayyam

"öyle korkunç yanıyor ki o ateş beynimizde
atlamak istiyoruz uçurumun dibine
cennet cehennem ne farkeder
yeniyi bulmak için bilinmeyenin derinliklerinde..."

c.baudlaire

' Ama herkes de gene sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak, bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür.'

o.wilde

' tereddütsüz teceddüt sahasında bir süleymanım
şu var ki, tacü tahtım yok, fakirim lakin insanım.'

n.tevfik


' görmüyor musun çiçek açışını elmanın
ölebilmek için yalnız elmalar içinde...'

p.neruda


' Kalpağımı kafese
Kuşu kafama koydum dışarı çıktım
Ne o dedi komutan sokakta
Selam vermek yok mu artık?
Hayır, dedi kuş;
Selam vermek yok artık.
Bağışlayın, dedi komutan:
Ben var sanıyordum da.
Aldırmayın canım, dedi kuş,
Her insan yanılabilir. '

j. prevert

' Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm,
Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamak da.'

s.yesenin

' Ve ölü müdür artık döne döne
düşmeye başladığı an çiçek yaprağı
yoksa yere ulaştığı anda mı ölür? '

m.radnoti

' kardeşimin fethettiği yer şimdi
guadarrama dağlarında
boyu tam bir seksen,
derinliği bir elli.”

b.brecht


'yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim'

n.hikmet


'Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız askerlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri ve sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada'

l.aragon

'Sabahları oğlum
Minicik oğulcuğum
Kocaman bir öpücükle
Uyandırırdı beni.
Sonra bir atlı gibi
Otururdu göğsüme
Dizgin yerine
Tutup saçlarımı'

j.marti


' Ay kocaman at kara
Torbamda zeytin kara
Bilirim de yolları
Varamam Kurtuba'ya '

g.lorca

' hani,
erkek degil de,
pantolonlu bir bulut desinler bu! '

v.mayokovski

' yoksuluz gecelerimiz çok kısa
dörtnala sevişmek lazım '

c.süreya

“Biliyorsun ölüm diye bir şey yok,diyor adam kadına.
Biliyorum, evet, artık öldüğüme göre, diyor kadın.
İki gömleğin de ütülendi, çekmecede,
Sadece küçücük bir gül benim özlediğim.”

y.ritsos

' Harbe giden sarı saçlı çocuk!
Gene böyle güzel dön;
Dudaklarında deniz kokusu,
Kirpiklerinde tuz;
Harbe giden sarı saçlı çocuk! '

o.veli

'İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.'

p.eduart

'Başka türlü birşey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer;
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim kız
Rengi başka, tadı başka.'

c.yücel






"kaya gibi sessizce
kaldırıp başımı arada bakarım kıyılardan
fısıldar kulağıma dalgalar
güneşi kovalayan türkülerini.

portakal ağacı gülümser
gün yanığı yüzüyle
duyumsarım içtenliğini
anlarım ki, oda bizden biri"

t.kurt




29 Haziran 2008

ŞİİR



umutsuzların en büyüğü olan zavallı ama kusursuz bir ozanın şu kehanette bulunmasının üstünden bugün tam yüzyıl geçti: 'a l'aurore, armés d'une ardente patience, nous entrerons aux splendides villes.' 'gün ışığında, ateşli bir sabırla silahlanmış olarak en güzel kentlere gireceğiz.'

kahin rimbaud'un bu kehanetine katılıyorum. karanlık bir yerden, diğerlerinden sert coğrafi koşullarla ayrılmış bir ülkeden geliyorum. ozanların en terkedilmişiydim, şiirlerim yöresel, acılı ve yağmurluydu. ancak daima insana inandım. umudumu hiçbir zaman yitirmedim. işte bunun için şiirim ve bayrağımla buraya ulaşabildim.

sonuç olarak, iyi niyetli tüm insanlara, işçilere, ozanlara, insanın geleceğinin rimbaud'un deyişinde ifade bulduğunu söyleyeceğim: yalnızca ateşli bir sabırla, tüm insanlara ışık, adalet ve onur getirecek kusursuz ve güzel bir kente kavuşacağız.

böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak."

p. neruda



Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /