31 Ocak 2009

BARIŞ





Bir söz gibisin
Hiçbir yere kaydı tutulmamış
Belki de bir unutuş
Kederli griliklere bulanmış
Çok eskilerden kalma bir gömü ya da
Düzayak çivit badanalı bir kentte saklanmış...




t.kurt

24 Ocak 2009

KAHRAMAN ASKER ANITI.

Sarkaçlı duvar saati gecenin on ikisini vurduğunda “artık yolun sonuna geldin kahraman asker” diye fısıldadı kendine. Göğsünde parıldayan madalyayı eline alıp yumruğunun içinde sıktı. Bütün öfkesiyle her şeye lanet okudu. Vatanını sevmenin karşılığı sadece bu suskun madalya olmamalıydı. Öfkesi artık onu iyice yönetmeye başlamıştı. Tekerlekli sandalyede nefes nefese o baş, bu baş gidip geliyor ama bir türlü sakinleşemiyordu. Bir ara o haplardan içip sakinleşmek düşüncesi geldi aklına ama artık onların da bir faydası yoktu. Sanki odanın karanlık duvarlarında aç bir kuzgun kanatlarını sonuna dek açmış onun vicdanını gagalamak için bekliyordu. Derinlerden gelen sesler duydu. Belli belirsiz yüzler bir görünüp bir kayboluyor gibiydi. Aslında kimin kim olduğunun da hiçbir anlamı yoktu artık. Kâbuslarından nereye kadar kaçabilirdi onu da bilmiyordu. Oğullarını arayan anaların feryatları en dayanılmaz olanıydı. O zılgıt sesi yok mu; mahşerin çağrısı gibi bütün uykularını kaçırıyordu. Niçin, niçin hiçbir şey gömüldüğü sessizlikte kalmıyor, neden her şey olmadık biçimde açığa çıkıyordu böyle. “artık yolun sonuna geldin kahraman asker” diye tekrar fısıldadı kendine. Bu sözü anımsadıkça ölümün onu çağırdığına olan inancı artıyordu. Donuk bakışlarıyla epey bir zaman olduğu yerde sustu kaldı. Kendine geldiğinde kabzası pırıl pırıl parıldayan beylik tabancası elindeydi. Öldürürken hiç duyumsamadığı bir korku işte tam o sıra gelip bütün bedenini esir almıştı. Korkuyordu kahraman asker. Pencereden içeri sızan ışığa doğru sürdü tekerlekli sandalyeyi. Gece dolunayın ışığında suskundu sokaklar. Ara sıra gecen otomobillerin ışıkları gözünü alıyordu. Ölmek için kötü bir zamandı. Soğuğu oldum olası sevmezdi. Bir ara güneşli bir günde ölmeyi geçirdi aklından ama saçma bir şeydi güneşli bir günde de ölmek. Işığı da sevmezdi oldum olası. Eli bir tetiğe gidiyor, bir geri çekiliyordu. Rus ruleti oynamak geldi aklına. Hayata karşı bu son kumarı kazanacağını düşündü neden bilinmez. İşte o an yine o zılgıt sesini duydu oğullarını kaybeden anaların. Dondu kaldı yine. Kıpırdayamadı. İçeriye sızan ay ışığı da donup kalmıştı bu sesin acısıyla. Sarkaçlı duvar saatinin çınlamasını bekleyip tetiğe dokunmak en iyisiydi. O ana kadar polyanacılık oynamalıydı. En doğrusu buydu. Önce sevdiği yemek adlarını anımsadı, sonra seviştiği kadınları. Ölümüne şapka çıkaracak kalabalıkları hayal etti. Bir heykelin yüzünde kasılıp kaldı sevinci. Sonra yine sustu. Beklemeye başladı o son çınlamayı. Tetiğe dokunurken bir kuzgun ötüşü gibi çınladı kulaklarında tüm yaşadıkları. Artık renkler solmuş, her şey o sonsuz griliğin ardına saklanmıştı.

Kahraman asker ölmüştü.

Temel Kurt

20 Ocak 2009

KIRLANGIÇ





Sert bir soğuk ıslık gibi rüzgârın uğultusuyla dönüp duruyordu havada. Sararmış çınar yaprakları oradan oraya savruluyordu. Yaşlı Fenerbahçe vapuruna aşık minik kırlangıç buralardan gitmeleri gerektiğini kendisine defalarca söyleyen dostlarının sözünü dinlemesi gerektiğini anca şimdi anlayabilmişti. Epey eskidiği için şehir hatlarındaki seferlerine son verilen Fenerbahçe vapuru da yoktu artık. Yapayalnızdı koca şehirde. Nereye gideceğini ne yapacağını bilmiyor, oradan oraya süzülüyordu çaresizce. Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken yaşlı martı dostuyla rastlaştılar. Ona havaların niçin soğuduğunu sordu, tir tir titriyordu sorarken bile. Mevsim kışa döndü, sen niçin burada kaldın. Niçin gitmedin dostlarınla sıcak memleketlere, dedi. Ve kanadıyla güneyi göstererek ona gitmesini salık verdi dostça bir sesle.

Son kez emektar sevgilisi Fenerbahçe vapurunu görmeye giden minik kırlangıç onun etrafında defalarca sörf yaptıktan sonra yaşlı martının gösterdiği yöne doğru uçmaya başladı. Yeni gün, yedi gece denizlerin çöllerin üzerinden aşıp gün sıcağının kendisini karşılayacağı sıcak iklimleri aradı. Rüzgâr bu iyi yürekli kırlangıca kimi söyle fısıldıyordu. Yorulduğunda kanatlarını aç ve kendini bana bırak. O da kendini yorgun hissettiğinde rüzgâra bırakıyor, onun kollarında mışıl mışıl uyuyordu. Böylece hiç ara vermeden uçmuş oluyordu.

Karanlığın her yanı sardığı çöllerin üzerinden geçerken öyle çok üşüyordu ki rüzgâr dostu olmasa çoktan ölüp giderdi. İşte o zamanlar dostu ona sıcak nefesini üflüyor ve donmasını önlüyordu. İşte böyle bir çölün üzerinden geçerken aşağıdan gelen çocuk ağlamalarını işitip rüzgârın onca itirazına rağmen sese doğru gitti. Sevgiyle dolu minicik kalbi bu seslerin acısına dayanamıyordu. Karanlığın örttüğü şehrin sokaklarında havai fişeklerin aydınlığını andıran yeşil ışıklar yanıp yanıp sönmekte ve bu ışıkların düştüğü yerlerden acı dolu feryat çığlıkları yükselmekteydi. Gökyüzüne yükselen ölü ruhların çoğu kadın ve çocukların ruhlarıydı ve hepsi bu minik kırlangıcı görüp ona bu şehre gelmemesini söylüyorlardı. Gözleri yaşayamadıkları bir ömrün mirasını taşıyordu. Hastanelerden, okullardan parklardan durmaksızın çocuk ölülerinin ruhları göğe yükselmekteydi. Minik kırlangıç yağmur gibi yağan o fosforlu ışıkların düştüğü yerlerden yükselen feryatların ortasında çaresiz kalakalmıştı. Neyin olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama buna aklı bir türlü yetmiyordu. Süzülüp kocaman altın kubbesiyle bu kara şehrin ortasına dikilmiş heybetli bir taş yapının üzerine konuverdi. Aşağıda ibadet eden insanların dualarını işitiyor ama gözlerinin önünde olup bitenden hâlâ hiçbir şey anlamıyordu. Sabahın sessizliğini bölen ezan sesiyle gün doğduğunda sıcak yurdunun yolunu ararken soğuktan olduğu yerde donmuş bir kırlangıç kalmıştı geriye…

t.kurt

16 Ocak 2009

UMUT





Şu mavi gökyüzünün kıyıcığında durmuşuz
Vakitler suspus
Zaman unutkan
Belki de nehrin kıyısında iki çakıl taşıyız
Köprülerimizde çan çalıyor suskunluğun dili
Neleri unuttuk bir bilsen
Kabuk bağlayan sancılarımızla büyürken.

Buzdan kalpler, taştan kalelerde
Zamanın geçip, ömrün tükendiği o yerde
Anlamın mavi, gözlerinin hep uzak olduğunu bilirim
Ben bilirim de yine susarım böyle
Susarım!
Yavaşça acele ederim ölümüme...

T.KURT

15 Ocak 2009

ELDİVENCİ NUSRETTİN

Kıvrak ve akışkan gövdesi ile evrimleşmiş yüzlerce metre uzunlukta devasa bir sümüklü böceği andırıyordu cadde. Yapışkan vantuzlu onlarca kolunu ara sokaklardaki ücra köşeleri bir esir kampının devriye polisleri gibi keşife çıkaran sel; parkeli zemin üzerinde ağırca, dalga dalga sanki her taneciği sıkışmış yayların ucuna mıhlanmış ta bir anda şehrin tepeler ve caddeler üzerine kurulu ev veya apartman dairelerine fırlayarak dağılacakmış gibi, denizden gelerek parlak ışıklı, rengârenk vitrinli dükkânların camlarından geri yansıyan ve martıları bir kıtadan bir diğerine taşıyan lodosu bağrında hissederek akıyordu.

Her bir özdeş damla güçlü pazularında metal halkalar ve boğazlarını çevreleyen boncuklu tahta kolyeleri olan binlerce savaşçının kanı ile yıkanarak verimlileşen ovalardaki bir mısır tarlası korkuluğu kadar ruhluydu. Vahşi savaşların ardından yıkılmış bir antik çağ medeniyetinin enkazlarında mezarında hayata geri dönmeyi bekleyen unutulmuş bir mumya kralın kâbuslarının müşterek parçaları olarak her saniyede varoluşunun milyonuncu doğumgününü kutluyordu sinema salonları, yiyecek dükkânları, müzikli eğlence yerleri ve geniş alışveriş mağazaları.

Orta sınıfın iş çıkışı gevezelik ettikleri “pub” larda anlatılan, dâhi bir tavuğun bile idrak edemeyeceği üst düzey zekâlarının ürünü fıkraları andıran ekonomik krizin ülkeyi vurmasının ardından üretimini azaltmak zorunda kalan fabrikadan çıkarılmıştı işçi Nusrettin. Açlığın verdiği itici güç ile elliye dem vurmuş yaşına rağmen büyük şirketlerin genel müdürlerinin çalışanlarına aşılamak istediği türden büyük bir istemlilikle atılım yaptığı sokak tezgâhında korsan müzik CD’si satışı işinde zabıta tarafından yakalanıp üç ay hapis cezası çekmişti. Havuzlu bir suitten çok kulübeyi andıran evinde hâlâ sakladığı, ağanın tarlasında öküzlere tırpanı çektirdikten sonra dolaşmaya çıktığı ormanlardan hatıra kalan bir çam kozalağının kokusu burnunun ucunu sızlatırken, köyün âmâ saz ustasının onun için nasırlı elleri ile mandalina ağacından oyduğu sazının tellerine dokunarak eski günlerde olduğu gibi kankardaşı çoban Mustafa’nın kafasındaki yanık sesi eşliğinde türkü okurken bu sefer de İstiklâl Caddesinin girişinde demirlenmiş Beyoğlu polisinin sazına ve mendilindeki paralara el koymasını dolu dolu gözlerle izlemişti.

Ahlaksal değerleri belirleyen egemenlerin işsizliğe ve fakirliğe çözüm bulamamasına rağmen büyük hırsızlığı matah, yoksulluğu ağır ceza öngören yasalarının güçlü baskısının altında, hammaddesi ve işgücü bu ülkeye ait olup da yabancı şirketler tarafından üretilip ve yine bu ülkeye pazarlanan malları taşıyan iştahı kabarık bir yük kamyonunun tekerlekleri altında kalan bir limon gibi eziliverdi dolu gözleri görmediği için Nusrettin. Derecesi artan açlığının bilincini zayıflatması ve zihninin ona oyunlar oynaması sonucu kendini köyünde sandığı bir yanılgı ile aslında bakımsız bir varoş mezarlığında taşı olmayan, içinden daha yeni çürümekte bir insan eli fırlamış toprak yığınının başında ölü babasına seslenirken güçlü beyaz bir ışığın kapanan göz kapaklarına ulaşmasından sonra tek hatırladığı, seli ile organik bir bağ kurmuş İstiklâl Caddesinde ilk başta rağbet görmeyen fakat kısa bir süre sonra inanılmaz bir müşteri akınına uğrayan eldivenci tezgâhının başındaki satıcı ile aynı kişi olduğuydu.

İlk satışının borsa ve ekonomi tahminleri yürüten soğukkanlı, pişkin gazete köşe yazarlarının bile tahmin edemeyeceği büyük başarısının ardından, meydanın bir köşesinde sıra sıra dizilmiş buğulu dönerci dükkânlarının birinde midesinin müthiş sızısını dindirmek üzere kendine bir ekmek arası ziyafet çekerken; dayak ve imkânsızlıklarla yetiştirilmiş kendi sınıfının aksine anne ve babaları tarafından şaşalı bir barok tablonun hatlarına benzeyen mutluluk ideallerine uygun pohpohlanarak orta sınıf ve burjuva gençliğinin eldivenlerini tezgâhından el yakıcı fiyatlarla kapışmasını izliyordu. Mezarlıklarda aç ve bilinçsiz olarak dolaştığı zamanlarda nasıl elde ettiğini şu an pek de iyi hatırlayamadığı ancak cebindeki gizli, ucunda çürümüş et ve deri parçaları olan kanlı bir bıçak ipucunun bildiği, çok sayıda, batı modasına uygun, standart modellerden oldukça farklı bir kere giyince bir daha sevgililerinin çıplak bedenlerinde her zaman rahatça dolaşan narin ellerinden uğraşsalarda asla çıkmayacağını baştan bilemeyecekleri, belki de birikmiş nefretleri ile yapışmanın ötesinde yeni bedenin her hücresini en sonunda da kelleyi kanser gibi ele geçirecek Nusrettin’in yumuşak, derimsi eldivenlerinin farkında olmadan dünya çapında büyük bir moda hareketine sebep olduğunun bilincinde bile değildi. Yalnızca, o eldivenlerin kendi sınıfının ellerine olmayacağını biliyordu.

12 Ocak 2009

SİYAH KARGA.

Akşamın alaca karanlığında, kurşuni siyahlıkta bir karga renklerinden, kiremitlerinden yoksun, kırık dökük çatıların arasından kanat çırpıyordu.
Kuzguni siyahlık gökte toplanan kurşuni bulutları delerek çıkan güneşin alacasıyla parlıyor, kırmızı gagasını açıp kapayarak belki bir lokma belki de oyacak bir göz arıyordu.
Bunu kimse bilemezdi.
Onun beynine kimse giremezdi.

***

Küçücük, şirin, kuzguni siyah kıvırcık saçlarıyla gözleri ışıl ışıl bir çocuk çocuksu keşiflerin merakıyla etrafına bakınıyordu.
Yığın yığın çöpler, çamurlu delik deşik yollar, yanmayan sokak lambaları… Yıllardır giyilmekten rengi değişen paltolarına sıkıca sarılmış, yüzleri soğuktan morarmış insanlar…
Tezgâhında kalan bir kaç simitini satabilmek için köşede bekleyen simitçi…
Sanki ayakları geri gidermişçesine dalgın, hüzünlü evine giden bir baba…
Belki evinde bekleyeni yoktu.
Belki de ekmek bile alamadığı için intihar edecekti.
Bunu kimse bilemezdi.
Onun beynine kimse giremezdi.

***

Su gibi paraların harcandığı, etraflarında flaşların patladığı, kibarlıktan yenmeyen yemeklerin çöpe atıldığı, çılgınca müziklerin kulakları patlattığı mekânlara inat,
Işıltılı gökdelenlere inat, her bir duvarı bir başka renge boyanmış pencereleri balonlarla, grapon süslerle dolu cici okullara inat; şekilsiz, iç içe geçmiş hangi pencere hangi evin olduğu bilinmeyen evler, bir sıraya beş, yedi kişinin oturduğu sümükleri forma diye giydikleri paçavralara silinmiş, ayak parmakları da öğrenme merakıyla pabuçlarından fırlamış çocukların doluştuğu okullar…

Çöplerden yiyeceklerin toplandığı, parasızlıktan cinnet geçirilip babaların çocuklarını öldürdükleri, sattıkları; kara kışın en soğuk göbeğinde bile ısınacak bir köz ateşi bulunmayan bu mekânların insanlarını…

31 / Aralık / saat: 23.55

Şehrin göklerinde yanıp sönen, şekilden şekile giren havai fişeklerin renkleri yaşanmayan sanrılara sürükler.

Son ışıklarda tükenir. Suratları çamurlu, saçları keçe analarının ördüğü kazaklarla soğuğa meydan okuyan çocuklar bir bir evlerine girerler.

01 / Ocak / saat: 24.05

Evine dalgın dalgın gelen adam, her zamanki gibi kadın feryatlarıyla karşılaşır kapıda.
‘’Yine mi eli boş geldin, boyu bosu devrilesice. Be hayırsız, beceriksiz adam. Komşular bile bize yüz çevirdi...’’ 35 yaşlarında, saçları ağarmış, yüzü çatlaklarla dolu adam kadının çığlıklarını ve ağlayan çocukları duyamaz bile…
Ayakları sürüklenerek odaya gider, kapıyı kilitler, odadaki tabureyi ortaya çeker. Hiçbir şey düşünmez.
Ya bir rüyadadır ya da daha önceden tasarlandığı için sıradan bir iş yapar gibi hareketleri duyarsızdır. Çantasından halka yapılmış urganı çıkartır, tavanda daha önceden çaktığı çengele takar, taburenin üzerine çıkar. Halka boynunda.

Feryatlar, çığlıklar, ağlaşmalar…

Siyah karganın saydam gözleri parlar. Dolunay kızıla döner.

O gece tüm mahalle sanrılar içinde intihar eder. Hiç biri, hiç bir şey düşünmez.
Şekilsiz iç içe geçmiş evler susar. Sadece çocuklar kalır geriye.
Onlar da ölürler bir bir, sevgisizlikten ve açlıktan.

Kargalar.
Yüzlerce.
Ölenlerin bedenlerini didikler günlerce.

***

Tanrı kızar. Mahalle sakinlerinin ruhlarının öbür dünyaya gitmelerini yasaklar.
Kıyamet kopana dek, ruhların acı çekmesine karar verir meleklerine bildirir. Melekler emri uygular.

***

Tanrı işine dalar, kıyameti unutur.

***
O savaş, bu savaş derken dünyada yaşam tükenir.
Tanrı’ya görevlerini yerine getirenler cennette sefa sürerler, mahalleliler ise hâlâ kıyameti beklemekteler...

5 Ocak 2009

ARARAT



sari sıcak düşler gördüm
çıngıraklı bir yılan sancıdı beni
ağulandım ey yar!

sus, bir şeycikler deme
hep sus, konuşma hiç
ben bilirim bu garbi yelini
ne dağlar aşmıştır, ben bilirim.

sarıya kınalıdır elleri çiçek çiçek
sus n'olur, sus ağlama yar...


t.kurt

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /