30 Ekim 2013

rosa'ya şiirler/2


okyanusun kalbi
bi asmalı kilit kapılardaki
sanırsın yazdan kalmış bir yara
bu güneşli ekim 
kıyılar sana yakın, mavi ona uzak
oysa yangından tek kurtarabildiğin o sözcükler hep aklında...

tk

23 Ekim 2013

keşke


Berkin hala uyuyor
Alice'nin harikalar diyarında uyuyor 
Gözlerini açsa 
-ve tüldeki kırmızı gülden sızan 
çiğ damlalarını 
minik avuçlarında birleştirip
iktidarların 
çölleşmiş ruhlarına 
serpse. 

keşke..!

tk

19 Ekim 2013

rosa'ya şiirler

bazen karanlıkta yalnız olmanın korkusuna düşüyorum
bazen de senden uzakta olmanın korkusuna
öyle uzun yağıyor ki yağmur
öyle güzel ki yağmurun sana benzemesi

tk

15 Ekim 2013

sarı mum




      sarı,kırmızı ve beyaz üç mum yanıyordu aklının şamdanında. hangisini söndürürse onun karanlığından öteye geçiyor, ötede arıyordu bulmak istediklerini. sarıyı söndürmek istiyorum, diye mırıldandı.üfledi ve karanlığın kapısını açıverdi. Kafka'nın dediği gibi; hayat gergin bir ipti önünde uzayan, bu dünyada cambazlık etmezsen, düş-tüğündü gerçek olan. bu sözler nereden gelmişti aklına şimdi, tam da karanlığın sol elini tutarken.sarı mum onun nere götürecekti acaba? Hasan Sabbah'ın kalesine mi, yoksa Kızkulesi'ne mi hapsedecekti? bir mavi kıyıda uyansaydı keşke...Orhan Veli'nin lağımcısının düşü gibi insancıldı sarı mumdan istediği? kırmızıyı mı seçseydi yoksam, beyazı seçmeyi niye düşünmemişti hiç?

     sarı mumun çıldırtan karanlığından öteye açılan kapıdan geçince bir günlük ömrü olan mavi bir kelebek oluvermişti. Bir günlük mutluluktu dönüştüğü şey,uçmak uçmak uçmak tek yapması gereken buydu.çiçekten çiçeğe, renkten renge uçmak… uçtu, uçtu,uçtu, her şey kanatlarının altında yitene kadar uçtu.aşağıda şehir, uğultulu bir kabus gibi öğütüyordu hayatı. ağlayan çocuklar,kışlalarda çatılmış tüfekler,sömürülen emek,saraylardaki bolluk; kulübelerdeki kıtlık,mezbahalarda derisi yüzülen hayvanlar, kuruyan nehirler, yanan ormanlar, gün be gün kalabalıklaşan acı. uçuyordu mavi kelebek ama artık minik mavi kanatları yetmiyordu hiçbir şeyin üzerini örtmeye, şimdi ne yapmalıydı? yanlış hayat nasıl doğru yaşanacaktı? o an Dorian Grey'in yaşlanmış hali gibi duyumsadı kendini. Yusuf'u kuyudan kurtaran kervan, Yusuf'u daha büyük bir kuyuya terk etmişti sanki. Güzellik ve aşk baş aşağı sarkmış, sarı mumun aydınlığı karanlıktan bile beter bir arafa taşımıştı yüreğini. O evrensel ezgiyi duymak istiyor ama sessizliğin girdabında dolanıp duruyordu. Kırmızıyı seçmeliydim belkide, dedi mırlanarak. NİÇİN seçmişti bu çılgın ve deli sarıyı………?geride ne bıraktığını anımsamaya çalışıyor AMA hiçbir şey hatırlamıyordu. düşünmemeli sadece sadece uçmalıyım, enikonu yirmi dört saat daha yaşayacağım zaten, diye fısıldadı kendine.lanet dünyanın göklerinde uçtu uçtu uçtu….

     şairlerin sözünü ettiği aşk neredeydi acep, neredeydi huzur, neredeydi barış? ah neden birikmişti kanatlarının altında bunca bela?içinde bir yerde vergilius'un öldüğünü hissetti, cesaretle ve aşkla kurulan dünyalar çoook uzağındaydı artık. şu kısacık hayatında can ipini çekip koparmayı geçirdi aklından, ama yapamadı. çünkü gene de içini eşeleyen, adsız, titrek bir umut vardı uzakta bir yerde. orayı bulana kadar uçmalı uçmalı uçmalıydı. ne de olsa sonsuza dek dinleneceği, ölüm adlı bir uykusu vardı onu bekleyen.


     
tk

9 Ekim 2013

EŞİK

Neden böyle söylediğini bilemeden 'yüzyıllık yoldan geldim' diye fısıldadı içeri girer girmez.  Kapıyı açan eli göz ucuyla takip edince bunun yalnızca karanlık odada yanan şamdanın titrek ışığı altında duran bir şövalye zırhı olduğunu fark etti. Şaşırmamıştı. Bugün karşılaştıklarının tümünü ucu ucuna ekleyince bütün bu olan bitene hiç de şaşırmaması gerektiğini düşünüyordu nedense. Acaba gerçekten yüzyıllık bir yoldan mı gelmişti de böyle söylemişti, her şey çok tuhaftı. Eriye eriye dibini bulmuş şamdanı fark edince de şaşırmadı.  Acaba bu ışıkta mı yüzyıldır onu bekliyordu? Tüm bu anlamsız sualler aklından gelip geçerken apansız sönüverdi ışık. Her şey karanlıkta kalmıştı artık, örtünmüştü her şey karanlıkla... Karanlığın oldukça uzak bir köşesinden tıpkı mart kedilerinin mırıltısını andıran fısıltılar çalındı kulağına;
      “bak ahmak, gör sen de işte; binyıldır beklediğimiz kişi gene gelmedi”
      Dinleyenin sesi gitgide ağlamaklı çıkıyor, ne dediği pek anlaşılamıyordu. Oysa duymak istiyordu diğerini de. Sese doğru yürümeye yeltenince hiddetle bağırdı konuşan
      “ışığı yak, ışığı yak! ” diye. Yüksek perdeden bir buyruktu duyduğu ses.
       Karanlıkta olduğu yerden bir adım bile kıpırdayamadan ışığı yakmakta tuhaftı ya bu da pek anlaşılmaz gelmedi ona. Başladı kollarını bilinçsizce sağa sola sallamaya. Karanlıkta bir çıngırağa çarpıverdi kolu. Binyıldır beklediği bir çınlama sesi yüzyıllık yoldan gelen yorgun yüreğini anlık bir çınlamayla delip geçince ışığa boğuldu etrafı. Birdenbire her şey silindi gitti bilincinden. Az evvel ki şövalyenin dikeldiği yerde şimdi karşısında duran karısıydı. kadın şaşkın şaşkın;
      “bugün geç kaldın, hayırdır kocacığım” dedi her zamanki alışkanlığıyla. Neden geç kaldığını, niye bu kadar yorgun olduğunu düşündüyse de aklına hiçbir şey gelmedi adamın. Yorgundu sadece, yüzyıllık yoldan gelmiş kadar yorgun hem de…
      tk



Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /