25 Ağustos 2014

dostluk





günler öyle griydi ki; çokça zaman o günü yaşamadan akşam ediyor, sonra tekrar kayayı yukarıya iten Sisifos'un çilesi başlıyordu.sonra tekrar. ve ben şiir yazıyordum, şair diyorlardı bana. bir çocuğun yaptığı kağıttan kuşu yazdığım  şiirlerde uçurabilir, eğer sözcüklerin simyasında iyice ustalaşmışsam ona can bile verebilirdim. bu griliklerin içindeyse yazdığım şiirlerdeki bütün kuşları öldürüyordum. Türkiye'de yaşayan bir türktüm. niçin böyle söylüyorum, çok mu önemi var bu ayrıntıların, afedersiniz Kürt olsam, Ermeni olsam, Rum olsam, Kızıbaş olsam Türkiye'de daha mı az yaşamış olurdum. galiba benim yaşadığım ülkede hiç kimse asla daha çok yaşayamamaktaydı. sosyalistim ama yemeği sağ elimle yiyordum, kuyruğum da yoktu, fakat öldükten sonra kesin cehenneme gideceğime inananlar çoktu, çünkü şarap içmeyi çok seviyordum ve bu da kimi kitaplarda lanetlenmişti. yaşım kırka gelmiş, işim bitmişti. yani ömrümün kırk odalı sarayında otuz dokuz odaya girmiş çıkmış da o kayıp kırkıncı odayı henüz bulamamış,bir türlü kırklara karışamamıştım. hep mavi kadınları sevdim ben, sevdim ya onlar beni pek sevmedilerdi herhal, çünkü şu an yalnızım, güneş gibi mi, ay gibi mi benim yalnızlığım orası karışık iş.benim memleketimin işçileri, köylüleri başka memleketlerin eşeklerine çok benziyor. bu dünyanın yükünü taşımaktan başka bir işleri yok. bende işçilik yaparak yaşamaya çalışıyorum. yani aynaların ötesinde şair,bu yanda işçiyim. vesselam günlerim çok gri ve içimde hep o uğultuyu duyuyorum. nasıl kurtulacağımı ise bilmiyorum bu durumdan; keşke Yunus'un dizelerindeki o dostu(bana seni gerek seni), keşke Şemsi, keşke devrimin o ilk gün güzelliğini, keşke ölümün vadeden huzurunu duyumsasam içimde...

bu griliklerin içinde debelenip dururken o kalabalık çarşıda gene ona rastladım,sevindim niyeyse, anlık bir sevinç kanımda kaynadı, bu akşam içelim mi, dertleşiriz hem,seni özlemişim dostum, dedim, olur dedi. geldi.gene ORAYA gittik. o denizin kıyısına, gene gün batımına rastgelmiştik. gündüzün geceye açılan kapısına yani.tunç gökyüzünde akşamcı martılar uçuşuyordu. asırlık çınarların iri gövdelerinin sıra sıra dizildiği yolun panoraması ikimize de uzak bir ülkeyi çağrıştırıyordu. gülerek, isviçre'de miyiz, dedim. o da güldü. açık havaya sıra sıra dizilmiş masalardan birine oturur oturmaz sigara yaktı,peşinden bende yaktım. yazlık ceketimin cebinde çakmak aranırken bir ara mızıkamın çelik soğukluğuna değdi elim, ama keyfim yoktu,elleşmedim.nihayet buz gibi biralarımız da geldi. sağlığımıza içtik ilk yudumu.ortalık iyice kızıllaşmış, güneş karşı kıyıda kırmızı bir elma gibi görünür olmuştu. gülerek baksana şuraya; bu da bizden galiba, dedim. o da güldü.konuşmaya gelmiştik ya pek konuşmuyorduk. en son hangi kitabı okudun, dedim. pavese'yi okuduğunu söyledi.ben de ona peri gazozu'nu sende içmelisin, dedim. güldük gene. sigarası sönmeden bir tane daha yaktı.bende ona uydum. ikinci sigarada ağzımdaki o nikotin kokusunu bende hissettim ve azaltamadık gitti şu mereti de, dedim. releri uzatarak;boş verrr içelim,dedi, güneş ufukta batıyordu yavaşça.biranın köpüğündeki o kaymağımsı tat ağzımı buruşturmuştu ama keyifli bir histi bu.biliyor musun bütün kadınlar aynı, dedi, suskun yüzüme mütavazi bir sevinç kırbaç vurmuş gibi bakarak dinliyordum söylediklerini. bir an donuk donuk baktı gözümün içine, sigarasından derin bir fırt çekti, yüzüne yayılan o ütüsüz gülümsemeyle onlarsız da olmuyor ama, diye ekledi. bende hafifçe başımı salladım, gene içtik. bu kez kadınların şerefine içmiştik. sanki kırk yıldır görüşmemişiz gibi, iyisin değil mi, dedi. iyim iyim, dedim. bende ona sordum, o da iyim dedi. ikimizde birbirimize yalan söylediğimizi biliyorduk.

ortalık yavaştan kararmıştı. parkın itleri etrafımızda dolanıyor, masalardan alabilecekleri bir kaç lokma ekmek için alık alık insanlara bakıyorlardı. insanlarda bazen bu itlere benziyor, dedi dostum. evet dedim ekmeği için her şeye katlanıyorlar.dostum itlere sövdü,bense garsona bira getirmesini işaret ettim. yeni gelen şişeler buz gibiydi. şimdiden sigarayı yarılamıştık. bana iyice yaklaşıp, söylesene dedi, bugünlerde de şiir yazabiliyor musun? beklemediğim bir yerden sormuştu gene,neden acaba bizde maçlardan, kadınlardan, lotodan totodan konuşamıyorduk ki?  bir an sustum, anlık bi suskunluktu bu. anladım ki onun acıları da benimkilerden,doğrusu içimden bayağı sevindim de, çünkü sanki sesimin yankısını duymuş gibi varlığımın yankısını duymuş,işte bu yankıya sevinmiştim. yazmasam çıldırırdım, dedim. gözümün içine bakarak nazım şiirlerindeki dünyaya içelim o zaman, dedi. lıkır lıkır iyi içtik bu kez. serin bir akşam yeli o masadan o masaya dolaşıyor, karanlıkta tek tük yıldızların ışıdığı başımızı kaldırınca görülüyordu. bir ara yüzüme uzun uzun bakıp,sahi o mavi kızdan hiç haber alıyor musun? dedi. bir an sanki anlamamazlıktan gelerek, hangisinden? dedim. yüzüne gene bi gülümseme yayıldı, siktir ettt,içelim, dedi.peşinden bu gece ay yok, padişahlık geri mi geliyor ne, ne çok faşo var şu memlekette,yobazın da bini bi para,bilirim ben de bazı kadınların mavi olduğunu,eşşek değiliz ya,neyse boş ver sen gene de şiir yaz, hem kim kaldı ki zaten şiir yazan, sus sus sen hala o mavi kızı seviyorsun galiba,siktir et, belki de en iyisi hala birini sevebilmek, bilmiyorum, falan filan daha bir sürü şey... dedi.ben çoğunluk dinledim onu,oysa içimde suskun bir terazi kurmuş, yitirdiğim duygularımı tartmakla uğraşıyor,o mavi duygularımın nerelere savrulduğunu düşünüyordum.gece epey ilerlemiş,çok da içmiştik.tepemizde irili ufaklı yıldızlar ışıyor, dalgaların sesleri ip gibi kıvrıla kıvrıla içimizde incecik akan bir dereye benziyordu

birisinin olması,onunla içmek güzeldi.

tk

17 Ağustos 2014

SAKIN UNUTMA BENİ



     Televizyon kanallarındaki bin bir surat yalan makinelerinin ballandıra ballandıra anlattığı reklamlar furyasında bir mezar çukurunda böceklerin yediği kadavra gibiydi akıl. bu oldu bitti içerisinde  memlekette cumhurbaşkanlığı seçimi olmuş,insanlar cumhurbaşkanı seçmek yerine kendilerine bir sultan seçmeyi tercih etmişti. İnsanların kalplerini saran karanlık öyle çoğalmıştı ki, artık hiç tanımadığınız biriyle konuşmaktan çekinir olmuştunuz, çünkü mankafaların çekilmez muhabbetleri ölümden bile beterdi.gecenin karanlığında ışıyan yıldızlar gibi suskun ve erişilmez bir umuttu içimizde kalanlar.annelerimizin o şefkat dolu seslerini arıyor ama hiçbir yerde bulamıyorduk.ruhumun daraldığını hissediyor, kendimi yapayalnız duyumsuyordum. Bir fırtına çıksa,bir deprem olsa,yıkılsa bu çağ ve yeni yepyeni bir zaman başlasa dediğim bile oluyordu.niye böyle düşünüyordum bilmiyordum.bazen telefonu elime alıyor arayacak bir dost bile bulamıyordum, herkes çekilmez geliyordu. Oysa çok içmek, çok dertleşmek,çok dinlemek,başka birininde bu acıları yaşadığını bilmek istiyordum. Bazen de bir kadınla yatmak istiyor, bedenimdeki  volkanın lavından kurtulmayı düşünüyordum. Kredi kartlarını kırmak, başka bir şehre taşınmak, her şeyi yeniden öğrenmek, küçük sevinçlerle büyük mutlulukları yaşamak istiyordum.  Ama  olmuyordu.

     O sabah neden o tren garına gitmiş, bilmediğim o uzak şehre neden  bilet almış, sonra ilk durakta neden inmiştim,bilmiyordum. İşte gene iş yerindeydim. Cazırtılı sesler korosu durmaksızın çalmaktaydı. Aklımdaki tek düşünce tez vakit akşamın olmasıydı. Karanlıkta kendimi daha bir huzurlu hissediyordum. Akşam oluyordu, gece ilerliyordu ama huzur uzaktı hala. Dünyaya dayanamıyordum. Her şey gün be gün uzaklaşıyordu kalbimden. Misal kitap  okurken  anlatılan konudan kopuyor,sanki gizli bir kapıdan geçiyor, orada aklımın uğultusunu dinliyordum. Sonra bir sigara yakıyor, aklımın uğultusununda kendimi kendime iyice bir düğümlüyor,kördüğüm oluyordum.

      Durumum iyi değildi. dışardan eli ayağı düzgün biri gözüksem de yaşayan bir ölü gibiydi içim. Neden bilmiyorum o akşam şiir okuyasım tuttu gene. Uzun zamandır dokunmadığım o yıllığı aldım elime, oku babam oku. Epey okudum. Sanki dizeden dizeye bir bayrak yarışındaydı sözcükler. Sonra ulan sende yazardın bir vakitler, dedim kendi kendime, aradım buldum o karalama defterimi. Rastgele açtım.

“Epey epey zaman sonra
Artık hiçbir anahtar düşlerinin kilidini açamadığında
Sözcüklerin gümüş suskunluğunu öğrendiğinde yani
Sana lavanta kokulu sular içirdiğim bu sabahı anımsa
Bilirim her şeyi eskitir zaman
Kendine düğümler insanı
Gene de elinden gelirse,becerebilirsen eğer
Sakın unutma beni..!”
2001/adalar




       Bir kelebeğin mavi kanatlarının  nakış nakış işlenmesi gibi okuduğum bu şiirde beni onun o unuttuğum sevgisiyle yeniden nakış nakış işlemiş, hatırlamanın o suskun, o vadedici erdemiyle bana sevgileri unutmamayı bir kez daha öğretmişti. 

tk

2 Ağustos 2014

unutma defterinden notlar




bir temmuz günü bırakıp gitmişti işte,sabahtan beri içindeki sıkıntıyla oradan oraya dolanmış,gelip bu gün batımında kalakalmıştı. nasıl, neden, niçin, diye soruyordu kendine de daha bir çoğalıyordu kederi. neden uzaktı sevda ona,neden içemiyordu aşkın şarabını,neden bozuluyordu büyü,ne zor sorulardı bunlar, bir sigara yaktı. ilk nefes iyi gelmiş, efsunlanmıştı içi.kader miydi,yazgı mıydı,neydi hiç görmediğini bu kadına onu bu kadar yakın kılan.hallerine güldü,tan kızıllığına iyice bulanmıştı ortalık.iki kırık sandalyede unutulmuş zaman gibiydi yüreğinin halleri. ne çok şey geliyordu aklına;uzun süren dostlukları,yazışmaları, onun naifliği,inceliği,zarafeti yüreğinden taştıkça taşıyordu,baktı çıkamıyor bu duygu selinin içinden, bir sigara daha yaktı. sessiz, suskun gün batımını seyre daldı.anlaşılan o ki bu akşam gökyüzü de efkarlıydı, keşke şimdi sesini duysa, bir şarkı dinleseydi ondan, yurdunun bozkırında bir tezene gibi titredi içi. ah, dedi yüreği, bu içindeki korkunun sesiydi. evrenin dili çözülmüş, zamanın ona söylediklerine tercüman oluyor, mutluluğa ulaşmak isterken içindeki korkuların sesini duyuyor, iyiliğin ve kötülüğün içiçeliğinde korkuları dile geliyor,yüreği işte böyle ah, diyor susup kalıyordu. yılların dostluğu nasıl olmuşta birden içinden aşkın taşkınlığıyla taşıvermiş, neden onca zamandır karınca azmiyle biriktirdiği her bir şey bu selde yıkılıp gitmişti. artık telefonuna ulaşamıyor,ona epeydir iki satır olsun yazamıyordu. her şeyi anlıyor, bir kendini anlamıyor,battıkça batıyordu kendine. bir sigara daha yaktı. bu sefer acıydı ilk nefes, acıydı ya iyi gelmişti bu acılık.duygularının onu götürdüğü yerde yüreği bir şelaleden dökülmüştü ya, o eski dostluklarına da artık geri dönmeleri zordu. kalbindeki bu yaraya merhem sürmeli, unuta bilmeliydi unutabilirse. neleri unutmamıştı ki? aklı kırk yaşının kırk odalı hanında o unutulmuşluktan, bu unutulmuşluğa dolandı durdu da, niyeyse yazgısına bir türlü kafa tutamadı. keşke uzakta bir pencere açılsa,seslenseydi Nisa ona, ama ne bir ses duyuyordu, ne de bir ışıltı görüyordu. çölün yüreğindeki su kuyusunu aramanın o altın erdemiyle,içinin suskun maviliklerinde,kederin incecik sızısıyla orada öylece kalakalmıştı....

***
gecelerine çağırmışlar
acem halıları sermişler önüme
geçememişim öte kıyısına zamanın
kalmışım kalbimdeki narın içinde...
tk




Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /