18 Aralık 2015

barış







İnsan en zeki varlık
Ama çok azı ölebiliyor yatağında
Oysa kuşlar ve balıklar 
Değerini hiç bilmeden altın kaşıkların
Nasıl da huzurlular maviliklerde
İşte böyle bir şeydir barışta...

tk

13 Aralık 2015

sana dair


karanfil ile ilgili görsel sonucu



biliyor musun, bazen buz dağlarının altını hiç bilmeseydim keşke diyorum
diyorum ya, apansız senin bir karanfil gibi koktuğun geliveriyor aklıma
işte o vakit seviyorum yine aklımı :)
başka türlüsü donardı içim bu soğuklarda...

tk

1 Aralık 2015

susku



bak bu sabah bi güzellik yaptım kendime
tuttum senin gülüşünü hayal ettim
senin gülüşünde ne var biliyor musun?
senin gülüşün biii tarla dolusu gelincik çiçeği.

bir iki yıl sustum ya 
sana susmakta güzeldi biliyor musun...

tk

10 Kasım 2015

Özlemin güzelliğine övgü






Bir boşluğa düşmüşsen
Kırılmışsa içinde incecik dalların
Yani bir çizik atmışsa zaman kalbine
Gitmek kalmaktır, unutma bunu.

Gecelerine çağırmışlar
Acem halıları sermişler önüme
Geçememişim öte kıyısına zamanın
Kalmışım kalbimdeki narın içinde.

Sana suskun hasretler biriktirdim
Annemin yazmasındaki yayla kokulu çiçeklere benzeyen
N’olur gel al artık onları kalbimden
Bir, iki satır söz bırak yerine…

tk

30 Ekim 2015

1 Kasım seçimlerine dair



dışarıda gri gökyüzünde yağmur bulutları dolanıyor,takvim yaprağından 29 ekimi koparıyorum.yeni bir gün daha başlıyor, oysa ben ardımda sadece bir günü değil kırk yılı bıraktığını biliyorum.kırk yıldır bu dünyada, bu toprak parçasında yaşıyor olmanın dayanılmaz hafifliğiyle gülümsüyorum içimdeki çocuğa,işte her şeye rağmen yaşamın en sevdiğim yanı bu gülümseme anı.

 insan hayatı çok uzun bir romana benzer, ki bazı sayfaların dipnot bilgisi o romanlardan daha bir kalındır,ben en çok o dipnot bilgilerini okumayı severim. çünkü orada aşk, orada umut, orada hüzün vardır. yaşamı güzelliklerin kitabı olabilmiş bütün hayatlar işte bu dipnotları okunası kitaplardır.peki bu kitapları kimler yazar? işte cevaplanması gerekli olan güzel bir sorudur bu,bu sorunun kısa bir cevabı olsa da bu cevabın dipnotları çoktur. bu sorunun kısa cevabı şudur:emeğe, barışa, aşka inanmış hayatlardır bu kitapları yazabilenler,varın dipnotlarını da siz hayal edin.

yaşadığımız dünyanın bütün güzelliğini yaşayarak ölebilmek en doğal hakkımızdır,işte buna demokrasi diyorum ben,benim şiirlerimdeki "uzak" işte böyle bir güne uyanan insanların sabahıdır.işte bir kasımda yaşadığımız topraklarda yapılacak seçimlerde bu dileğimize biraz daha yaklaşmanın seçimi olacak. ya sessizliğe sığınıp olan biteni görmezden geleceğiz ya da bu yalan, kan ve hırsızlık düzenine karşı barışın, aşkın ve adaletin sesi olacağız.karar sizin

26 Ekim 2015

11 Ekim 2015

vicdan


yüzü aydınlık ölüler
kalpleri kapkara yaşayanlara
barışı öğrettiler...

unutulması en zor dersti bu!


tk












6 Ekim 2015

BEKLEMEYE DAİR...





"İstanbul da İstanbulluğunu yaşıyor gene. Kuzeyden, Haliç üstlerinden çıkıveren kış azgını kara bulutları, maviliklere mızrak gibi çakılmış minarelerin onuruyla kabaran, kurşunlu, ağırbaşlı kubbeleri, körolası açlığın kavgasında tedirgin dolanan delifişek martıları, gelin gibi gezinen tekneleri, Boğaz'da yarışan lüferleri, istavritleri, uskumruları, kuyruğu sokakları süpürerek götüren derya kuzusu torikleri, balıkçı tablalarına manda gibi serilmiş, Marmara'da ırıpları paralayan orkinoslarıyla; Langa'dan, Hacıbayram'dan, Topkapı dışlarından Yakacık'a, kenti çevrelemiş bağları, bahçeleri, bostanlarıyla; çivi kestiren poyrazların yolunu keserek saldırıp denizleri, insanları allak bullak eden yapışkan lodosları, lokanta vitrinleri önünden yutkunarak geçen işsizleri, açları; çamurlu izbe sokaklarda şölen çağrısı gibi yayılan kızarmış balık kokularının mutsuz ettiği yabanıl sokak kedileriyle sekiz yüz binlik İstanbul kenti, kıran kırana savaştaki bir dünyanın ortasında, boynunu bükmüş, karanlık bir beklenti içindeydi. Yalnız İstanbul mu, tüm Türkiye bekliyordu bu acılı karanlık içinde. Tür tür, biçim biçimdi bekleyenleri ülkenin. Ağa çiftliğinin kapısındaki çoban köpeği gibi bekleyenler vardı. Kocası savaşa gönderilmiş, gözleri uzayıp giden yollarda asker karısı gibi bekleyenler vardı. Karaya çöreklenmiş, çatal dilli bozyılan gibi bekleyenler vardı. Kesim yerinde toplaşan sürüsünün başına dikilmiş celep gibi bekleyenler vardı. Susuzluktan kavrulan topraklarında yağmur duasına çıkmış köylüler gibi bekleyenler vardı. Hana yıktığı kervanındaki mallara alıcı gözleyen vurguncu bezirganlar gibi bekleyenler vardı. Karanlıkta direğe çekilmiş kızıl bayrak gibi dondurucu yellerde çırpınarak yürüttükleri acılı kavgada bekleyenler vardı.... "*



DEVRİM

Bir avuç ışığa sarkıtılan kovadır devrim
kuyu kadar derin
kuyu kadar karanlık bu dünyada…

Çocukların gözlerinde uzak bir yıldızın ışıltısı
ellerinde yaprak yaprak karanfil sevincidir devrim.

Bir bakmışsın yanı başında kıyı
bir bakmışsın ufukta kaybolan gemidir devrim.

Sonu sevmekle biten bütün cümlelerde
bir zamirin aşkına benzer devrim...

t.kurt





* Vedat Türkali'nin Güven romanından alıntıdır
kakakatür: Hanzala/fethi el naci/barışı bekleyen çocuk

3 Ekim 2015

...böyle buyurdu Zerdüşt




ayraçsız kapanan bütün hayatlarda
tan kızıllığıdır bu 
bağışlar ömrünü geceye
-ki karanlığın çarmıhına gerili yıldızlardan biride umuttur

tk






25 Eylül 2015

ELSA VE UZAK



                                                                               


ve yol onu alıp, öyle uzağa götürmüştü ki
yolculuğunda içini döktüğü günlüğü olmasa
sırlarını bende bilemeyecektim.
en büyük korkusu aştan
ve adaletsizliktendi,
ekmeği bölüşemeyen bu vahşi canlı türü
aslında aşkı da bölüşmeyi çoktan unutmuştu.
gökyüzü hep uzak
taşlar hep suskundu.
-ki yüzlerde öyle

...

yol sona ersin
bir şey olsun
ölüm mesela
ya da ne bileyim bir deniz çıksın karşısına
ve iskelede kalkmaya hazır bir gemi olsun istiyordu ya
istedikleri hem yanı başında
hem çok uzaktaydı
tıpkı her seferinde ilk öpüşmesini anımsadığı gibi çok uzakta.


....

apansız gün doğuveriyor
sonra gene gece oluyordu
günler uzun ve acı dolu
geceler kısa ve sessizdi
gecelerin konuğu yıldızlarsa
bildikleri kadar pırıltılıydılar
tanrı yok ve hiç olmadı diyordu kuzeydeki parlak yıldız
güneydeki adaletin ve aşkın da olmadığını söylüyordu
bir tek doğudan doğacak o büyük yıldız ışığa inanmayı vaaz ediyor
ve acıyı yayıyordu dört bir yana

...

yol bitmiyor,
uzadıkça uzuyordu
hayat iyi şeylerin günlüğünü tutmayı çoktan unutmuş
mor menekşeler yurtlarına bir çiçekçide mülteci olmuşlardı
-ki salyangoz yavaşlığıydı bu
aynı kadrandaki akrep ve yelkovan gibi birbirlerini kovalayan(belki de arayan)




t.kurt


16 Eylül 2015

KEÇİ ÇOBANI






Öğlen güneşi bir bıçağın yüzünde ışıldar gibi parlıyor,gökyüzü yangından geriye kalan kül grisi yüzüyle herşeyin üzerini örtüyordu. Bütün keçiler kaynağın başında toplanmış kana kana su içiyorlardı.Küçük kız da keçiler gibi eğilmiş dudaklarını suya değdirerek su içiyordu,yeşil gözleri suda dört yapraklı bir gonca gibiydi.

Parmaklarıyla keçileri saymaya başladı.Serçe parmağını tuttuğunda gözleri Mercan adlı kırmızı ve siyah benekli yavru keçiye bakıyordu,iki Zeytin,üç Kıdıman,dört Gökkeçi,beş Aykızı,altı Teke...Hepsi tamamdı,günün bu saatleri iri meşe ağacının gölgesi uyku zamanıydı keçiler için.

Mercan yere uzanmış Zeytin`de onun boynuna koymuştu başını, hemen ortalarında Kıdıman bir küme halinde uyuyorlardı,diğerleri de ayrı ayrı ama birbirlerine yakın uyuyorlardı, sadece Teke bu keçilerin biraz daha uzağında ama onlara bakarak uyuyordu.Küçük kız azık için getirdiği lavaş ekmeğinin arasına tulum peynirini kınalı elleri ile usulca döküyor maharetle dürümünü hazırlıyordu,gözleri Mercan ve Zeytin`in koyun koyuna yatmasına takılmış, bunu çok kıskanmıştı.
"kardeşlik ne güzel bir şey" diye geçirdi içinden.

Suyun sesi ve rüzgarın serin esintisinin meşe yapraklarındaki uğultusu ile oda göz kapaklarını kapattı,bir çıtırtıyla uyandığında bunun ordan geçmekte olan küçük bir kaplumbağa olduğunu farketti, keçilere baktı göz uçuyla sonra yine gözlerini kapattı.Vücudunun toprakta açtığı sıcak çukuruna gömüldü.

Düşünde yemyeşil, geniş kırlarda otlayan keçiler arasında küçük bir kuzu olarak gördü kendini.Keçiler ve kuzu sevinçle oyunlar oynuyorken birden güzel bir yağmur yağmaya başladı, oyunlarına doğa anada katılmıştı.Yağmur damlacıkları önce hepsinin yüzlerine düşüyor sonra onların sevinçle gülen yüzlerindeki tatlılıkla birleşip toprağa akıyordu,her biri bir çiçekte büyüdüğünü görüyordu yüzlerinin,kuzu yüzünü narin bir papatyada görüp hemen tanıdı, bu tatlı düşün içerisinde bir dokunmayla uyandı, gelen annesiydi,yağmura sarılır gibi sarıldı ona

"seni çok seviyorum ana",dedi. Annesine sımsıkı sarılarak.


...


t.kurt


NOT: Annemin çocukluğuna dair anlattığı anılarından derlediğim bu hikaye bu bloğu takip eden tüm barış gönüllülerine hediyemdir.



2 Eylül 2015

güne dair

bazen susmak istiyorum
yağmurun yağışı gibi susarak doyurmak içimdeki çorak toprağı
kimi kısacık şiirler beni alıp götürür çölde bir vahaya
işte bu şiirler susmak gibidirler

öyle kötü zamanlardan geçiyor ki insan hayatı
savaşın ve kanın kutsallığıyla
talan ediliyor içimizdeki tüm vahalar
barışın ve aşkın cömert topraklarında bir karanfil acısıyla da olsa
gene de ben o kısa şiirlere inancımı koruyorum

dün gece düşümde bir kuyruklu yıldızın peşi sıra dolandım durdum karanlıkları...


tk

30 Ağustos 2015

Şavaş Ve Barış




kahraman asker ölüleri geçiyor sokaklardan
anaların göz çukurlarına gömülüyor sesleri
ben ki; türkülerimi nadasa bırakmışım yine
bu suskunlukta buzdan bir korkudur ecelim.

t.kurt

23 Ağustos 2015

GERÇEK AŞK




Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, devenin tellal, pirenin berber olduğu bir zamanda kartlar ülkesinin uçsuz bucaksız kül rengi kıyılarında ırmak seslerine komşu ahşap bir kulübede Yaşlı Maça Kızı’nın evlat edindiği çirkin bir Sinek İkili yaşarmış. Güzeller güzeli Sinek Kızı’yla yakışıklı Kupa Bey’inin yasak aşkından doğan bu kızı bir sabah kapısında bulan Yaşlı Maça Kızı dinmeyen evlat özlemiyle Kartlar Tanrısı’na dualar edip bağrına basmıştı.

Zaman gelip geçmiş ama Sinek İkili hep Sinek İkili olarak kalmıştı. Öyle çirkin öyle çelimsizdi ki diğer İkililer bile onu oyunlarına almıyorlardı. Hayatın yalnızlık olduğunu, mutluluğu bundan ibaret sanarak büyüyordu bu Çirkin Sinek İkili.

Kartlar ülkesinin yaşlı kralının yakışıklı oğlu Kupa Valesi’nin tahta çıkması için evlenmesi gerekiyordu. Çünkü bu yılın sonuna dek kalbinin prensesini bulup evlenemezse koz maça olacak, tahta Maça Bey’i geçecekti.

Yaşlı kral oğlunu bir an önce evlenmeye ikna etmek için kartlar ülkesinin tüm güzel kızlarının katıldığı balolar düzenliyor, bunun için hiçbir masraftan kaçınmıyordu. Ama ne yaparsa yapsın aşka inanan oğlu kalbinin sahibini bir türlü bulamamıştı.

Günlerden bir gün krallıktaki diğer valelerle bir araya gelip av partisine çıktılar. Her vale bir yöne gidecekti. Kupa Valesi doğuyu, Maça Valesi batıyı, Sinek Valesi kuzeyi, Karo Valesi güneyi seçti. En iyi avı bulup avlamaktı düşleri. Doğunun uzak, hiç kimsenin henüz varamadığı topraklarında bir ırmak çıktı karşısına Kupa Valesi’nin. Su içmek için eğildiğinde suda çok güzel bir yüz gördü. İşte aradığım aşkı sonunda buldum, dedi kendi kendine. Doğrulup kalktığındaysa karşısında çirkin mi çirkin Sinek İkili’yi buldu yalnızca. Okuduğu bir masalı anımsadı o an. Öpsem bir prensese dönüşür mü acaba, diye geçirdi aklından. O an bu düşünceye o kadar inandırmıştı ki kendini yaklaşıp apansız öpüverdi Sinek İkili’yi.

Masala göre göğün gürlemesi, yıldırımların çakması, ortalığın zifiri kararması ve tekrar aydınlandığında bu çirkin sinek ikilinin güzeller güzeli bir prensese dönüşmesi gerekiyordu. Ama bunların hiç biri gerçekleşmemişti. Hatta Çirkin Sinek İkili bile telaşla kaçıp gitmişti yanından Kupa Valesi’nin.

Diğer valelerle buluşmayı kararlaştırdıkları yere vardığında, tüm valeler bu çirkin mi çirkin gencin üzerine çullanıp onu yakaladılar. Söyle kimsin sen, nereden buldun bu giysileri, ne yaptın kupa valesine, dediler. Ne dedi ne anlattıysa bir türlü inandıramadı kendisinin Kupa Valesi olduğuna oradakileri. Zincire vurup saraya götürdüler, ama saraydakilerde inanmıyordu onun Kupa Valesi olduğuna. Acılar içindeki Kupa Bey’inin fermanıyla halkın gözü önünde asılmasına karar verildi. İpe giderken bile susmak bilmez bir yaşama çabasıyla Kupa Valesi olduğunu haykırıyordu.

Ancak asıldığı ipte eski haline dönünce herkes anlamıştı onun yakışıklı Kupa Valesi olduğunu.

t.kurt

18 Ağustos 2015

Beşinci mevsim





portakalı boyayan kim?
kimdir bu lanet olasıca düzende yaşama sabrını bana veren?
galiba her şey beşinci mevsimin yüzünden...

beşinci mevsim; barışı, sosyalizmi,
seni falan filan düşünmekle geçirdiğim günler...

t.k

16 Ağustos 2015

yük





seni ne vakit düşünsem kalbimde bir panayır yeri kuruluyor
bir nehir gibi dökülüyor zaman güzelliğin şelalesinden
ya da ne bileyim kuşlar hep birden göğe uçuyor vişne ağaçlarından
işte böyle dört bir yana dağılıyor sevdanın yükü

tk

10 Ağustos 2015

"Hiroşima'da öleli oluyor bir yetmiş yıl kadar"

9 Ağustos 2015
70 yıl önce ABD, İkinci Dünya Savaşı'nın edimsel olarak bitmiş, İtalya ile Almanya'nın teslim olmuş ve Japonya'nın da teslim olmak üzere olduğu günlerde Hiroşima (6 Ağustos) ile Nagazaki'ye (9 Ağustos) iki atom bombası attı. Ne yazık ki yakın tarihin en büyük savaş ve insanlık suçları arasında yer alan bu korkunç saldırının üzeri giderek bir unutkanlık perdesiyle örtülüyor. Emperyalist burjuvazi ve onun denetimindeki tekelci burjuva basını bu büyük suçu unutturmayı başarabildiği içindir ki insanlık 1960'ların ikinci yarısı ve 1970'lerin başlarında Vietnam-Laos-Kamboçya'da bir soykırımın gerçekleştirilmesine tanık oldu. 1990'ların başından günümüze kadar uzanan Irak toplumkırımını, son yıllarda yaşadığımız Afganistan, Suriye, Somali, Libya, Yemen felaketlerini vb. bundan ötürü yaşadık ve yaşıyoruz. Ve bunun içindir ki Filistin halkı 1948'den bu yana ağır çekim bir jenosidin hedefi oluyor.
İran'ın sözümona nükleer silahlara sahip olmasını engellemek amacıyla yapılan görüşmelerin -en azından şimdilik- başarıya ulaşmış gözüktüğü günümüzde geniş kapsamlı bir nükleer savaş tehlikesinin hiç te az olmadığını ve ABD-Rusya-Çin arasında meydana gelebilecek böylesi bir savaşın, tüm insanlık için çok büyük bir felaket anlamına geleceğini çok çabuk unutuveriyor insanlık. Unutulan ya da unutturulan bir başka husus ta şu: Tekelci burjuva basını İran'ın barışçı nükleer çalışmaları ya da olmayan nükleer silah çalışmaları üzerinden bir dezenformasyon kampanyası yürütür ve “İran tehdidi” hakkında kıyamet koparırken, kimse ne yüzlerce nükleer silaha sahip olduğu bilinen İsrail'in adını ağzına alıyor, ne de Siyonist devletin, İran başta gelmek üzere kendisini tehdit edeceğine inandığı ülkelere karşı bu silahları kullanacağı gerçeğini.
Bugün ilerici ve dürüst insanlar IŞİD, El Nusra, Ahrar el-Şam gibi İslami terör örgütlerinin korkunç ve iğrenç vahşetini, cinayet ve katliamlarını haklı olarak kınıyorlar. Son aylarda bu barış ve demokrasi yanlısı insanlara, yıllardır bu ve benzer örgütleri doğrudan ve dolaylı bir biçimde desteklemiş olan “uygar” ABD ve Batı Avrupa yöneticileri de katılıyor ve hatta kendilerine inanmak gerekirse bu örgütlerin Suriye'de, Irak'ta vb. yaptıklarından ONLAR DA “kaygı” duyuyorlar! Elleri pek çok halkın kanlarıyla lekeli olmasına rağmen ikiyüzlülükleri hiçbir sınır tanımayan bu “uygar” bay ve bayanların, dillerinden düşürmedikleri terörizmin esas kaynakları olduklarını bilmeseydik, onların anlattığı bu masallara inanabilirdik belki. Bu arada şu soruyu da sormalıyız kendimize: Acaba emperyalistlerin doğrudan kendi elleriyle uyguladıkları vahşet ve terör, Suudi ve Türk gericiliğinin ortağı olduğu IŞİD gibi örgütlerin uyguladığı terörden daha mı masum ya da temiz? Birazcık tarih bilgisi olanlar bu soruyu gereksiz bulacaklardır elbet. Gene de bu soruyu, tekelci burjuva basınının ve onun efendilerinin, 70. yıldönümünde de unutturmaya çalıştıkları ABD nükleer terörüne, onun Hiroşima ve Nagazaki'deki kurbanlarına biraz daha yakından bakarak yanıtlayalım.

Bombardıman
70 yıl önce Hiroşima ve Nagazaki'de esas olarak askeri hedeflere değil, sivil halka karşı kullanılmış olan atom bombalarının çok büyük bir sivil insan kaybına yol açtığını biliyoruz. ABD savaş uçakları 6 Ağustos 1945’te 350,000 kişinin yaşadığı Hiroşima kentine “Little Boy” (=Küçük Oğlan) adı verilen 15 kilotonluk bir atom bombası ve 9 Ağustos’ta 270,000 kişinin yaşadığı Nagazaki’ye “Fat Man” (=Şişko) adlı 21 kilotonluk ikinci bir atom bombası attılar. Her iki kentte de onbinlerce, büyük olasılıkla 100-150,000 insan anında yaşamını yitirdi. (Her iki kentteki binaların ve bu arada resmi binaların büyük çoğunluğunun yerlebir olması, yıkılması ve yanması ve patlamaların ardından ortaya çıkan kaotik ortam nedeniyle kesin rakamlar bulunmamakla birlikte ilk anda Hiroşima'da 70,000 ve Nagazaki'de 40,000 insanın yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.)
Daha da korkunç olanı kurbanların yaşamlarını yitirme biçimiydi: Her iki kentin üzerinde patlayan atom bombasının yaydığı korkunç sıcaklık, patlama gücü ve basıncın etkisiyle sıfır noktasına nisbeten yakın olanların hepsi ilk elde öldü. Bu ölenlerin çoğunun cesetleri buharlaşmış ve geriye bu talihsiz insanlardan hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. Sıfır noktasına yakın insanların beden organları anında kaynamış ve kemikleri kömüre dönmüştü. Nedeni açık: Joseph Siracusa, Nuclear Weapons: A Very Short Introduction/ Nükleer Silahlar: Çok Kısa Bir Giriş adlı kitabında Hiroşima'daki patlama anını şöyle anlatıyordu:
“Bu en korkunç anda Hiroşima’nın yüzde 60’ı yerle bir oldu. 1 milyon derece santigradın üzerine çıktığı tahmin edilen patlama ısısı, kenti kuşatan havayı tutuşturdu ve 256 metre çapında bir ateş topu oluşturdu.”
Kuru istastiklerin ötebine geçerek bu iki kentte yaşanan trajediye göz attığımızda, patlama sonucu buharlaşarak, yanarak ya da yıkılan binaların altında kalarak anında ölenlerin belki de talihli sayılmaları gerektiğini söyleyebiliriz. Bedenlerinin bir bölümü radyasyonun ve ısının etkisiyle yanan ya da bazı organları kopan, bedenleri deforme olan, derileri bir eldiven gibi soyularak dökülen, ama hemen ölecek kadar talihli olmayanlar, günlerce ve haftalarca korkunç acılar içinde kıvranarak can çekişerek öldüler. 
Patlamadan hemen sonraki günlerde hafif yaralılarda iştah kesilmesi, beden tüylerinin dökülmesi, bedenlerinde mavi lekeler çıkması ve ardından ağızdan, burundan ve kulaklardan kan gelmesi olaylarına rastlandı. Doktorların A vitamini enjeksiyonu yaptığı hastalarda ise, iğnenin girdiği yerde et çürümeye başlıyor ve hasta ölüyordu. Belki de kurtarılabilecek durumda olan onbinlerce insan ise ne yazık ki kurtarılamadı; nükleer patlamalar ve onun yol açtığı yangınlar nedeniyle hastaneler bütünüyle ya da kısmen yıkılmış ve kullanılmaz hale gelmiş, sağlık personeli de tıpkı diğer insanlar gibi ABD nükleer teröründen etkilenmiş ve dolayısıyla sağlık sistemi de büyük ölçüde çökmüştü. Hangi ileri ülkenin sağlık sistemi, hiçbir zarar görmemiş olsa bile, bu denli büyük bir felaketi bir yana bırakalım, bunun çok daha küçük ölçekli bir versiyonuyla başa çıkabilir ve böyle bir durumda aciz kalmazdı?

Görgü tanıklıkları
Russia Today gazetesi 5 Ağustos 2015 tarihli sayısında, bir muhabirinin birkaç hibakuşa (ABD nükleer teröründen sağ kurtulanlara Japonya'da verilen isim) ile yapılmaş mülakatları da içeren bir yazı yayımladı. “ ‘Faceless body belonged to my sister’: Hiroshima, Nagasaki nuke survivors recall horrors 70 years on” (=“ ‘Yüzü olmayan beden kızkardeşime aitti’: Hiroşima ve Nagazaki'den sağ kurtulanlar 70 yıl önceki dehşeti anımsıyorlar” başlıklı yazıda Hiroşima'ya atom bombası atıldığında bu kentte yaşayan 13 yaşındaki bir kız olan Çiyoko Kuvabara'nın şu sözlerini aktarıyor: 
“Her tarafta cesetler vardı ve bir anne çocuklarını aramak için gezindiğinde bazan, ‘anne... anne’ haykırışları duyardı. Anneler çocuklarının yüzlerine baktıklarında bile onları tanıyamıyorlardı. Konuşurken gözleri yaşaran Kuvabara, ‘ama annelerini tanıyan çocuklar oluyordu’ dedi.”
Russia Today, patlamanın elinin derisini alıp götürdüğünü ve Nagazaki'nin bombalanması sırasında erkek kardeşlerini ve kızkardeşini yitirdiğini söyleyen 82 yaşındaki Sanae İkeda ile de konuştu. İkeda patlamadan sonra ortalıkta dolaşan bedeni yanmış birini gördüğünü, ama onun erkek mi kadın mı olduğunu anlayamadığını söyledikten sonra kızkardeşinin tümüyle deforme olmuş bedenine nasıl rastladığını şöyle anlatıyordu:
“Kendisini bulduğumda bedeninin kapkara ve kömürleşmiş olduğunu gördüm. Ellerimle tuttuğum bedenin yüzü yoktu. Sonra, onun paçalı donunun bel kısmına ait olan uçkuru buldum. Donunun dış tarafı tamamen yanmıştı, fakat iç taraftaki uçkur iyi durumdaydı. Uçkurun içindeki küçük çiçekleri gördüğümde bu bedenin küçük kızkardeşime ait olduğunu anladım.”
Kasım 1945'e gelindiğinde bu iki kentte iki atom bombasının yol açtığı ölü sayısı 200,000’e yaklaşacaktı. 1950 yılına gelene dek ise “Küçük Oğlan”ın ve “Şişko”nun patlaması sonucunda yaralanan ve hastalanan yüzbinlerce kişi daha yaşamını yitirecek, bu trend 1950'yi izleyen yıllar ve onyıllarda da sürecek ve değişik kanser türlerinin hızla artması sonucunda onbinlerce kadın deforme ve sakat bebekler getirecekti dünyaya. Nükleer saldırının kurbanlarını anmak için yapılan anıtlardaki rakamlara göre, Ağustos 2014 tarihi itibariyle Hiroşima'da 292,325 ve Nagazaki'de 162,409 olmak üzere bu iki kentte 450,000'den fazla insan ölmüştü.
Herhalde suçlarının büyüklüğünün farkında olmalarından ve bu suçların dünya kamuoyunda mahkum edilmesini önleme kaygısından olsa gerek Hiroşima ve Nagazaki görüntülerine sıkı bir sansür uyguladılar. Bu iki kentin bombalanmasının ardından Japonya'nın teslim olması üzerine ülkeye giren ABD kuvvetleri, bombalanan kentlere ait tüm görünülerin yayınlanmasını yasakladılar. Bazı gazetecilerin ve fotoğrafçıların çektiği resimler uzun yıllar “çok gizli” statüsüne tabi tutuldu.
“Yangın kasırgası”
Bu arada, dikkatlerin tek yanlı bir biçimde Hiroşima ile Nagazaki üzerinde toplanmasının ABD emperyalistlerinin terörist eylemlerinin bir başka biçiminin gözden kaçmasına yardımcı olabileceğini anımsatmak isterim: ABD'nin Japon kentlerine karşı, esas olarak sivilleri hedef alan diğer ya da konvansiyonel silahlarla yaptığı bombardımanlarda ölenlerin sayısı, 6 ve 9 Ağustos nükleer saldırılarında ölenlerin sayısından daha az değildi. Örneğin, 9-10 Mart 1945’te ise 334 B-29 dev bombardıman uçağı 6 milyon kişinin yaşadığı Tokyo’yu üç saat boyunca bombalamışlardı. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 84,000 kişinin öldüğü ve 41,000 de kişinin de yaralandı bu bombardımanda 1,665 ton yangın bombası kullanılmıştı. Kentin içinden geçen ırmağın sularının kaynadığı saldırıda 265,000 dolayında bina yıkıldı ve yaklaşık 42 kilometrekarelik bir alan tamamen kül oldu. B-29 uçaklarının pilotları ise yanan insan eti kokusundan ötürü kusmamak için oksijen maskesi takmak zorunda kalmışlardı. 9-10 Mart 1945'te yapılan bu korkunç bombardıman asla türünün tek örneği değildi. ABD savaş uçakları 1943 ortalarından başlayarak, esas olarak sivil hedefler sayılması gereken Japon kentlerine karşı, “yangın kasırgası” adı verilen bu terör yöntemini sistemli bir biçimde uygulamış ve dolayısıyla çok sayıda savaş suçu işlemişlerdi. Ağustos 1945’e, yani Hiroşima ile Nagazaki'ye atom bombaları atılmasına gelindiğinde, “yangın kasırgası”na yol açan hava bombardımanı terörüne hedef olan Japon kentlerinin sayısı 58’i bulmuş ve ABD emperyalistleri ellerindeki yangın bombaları tükendiği için bombardımanlarına ara vermek zorunda kalmışlardı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ve Britanya hava kuvvetleri bu barbarca savaş yöntemini Almanya'ya karşı da kullanmış ve esas olarak sivil hedef konumunda olan Alman kentlerine, yüzlerce, bazan binlerce ton patlayıcının kullanıldığı ve çok sayıda sivilin yaşamını yitirdiği ve altyapılarıyla birlikte kentlerin büşük zarar gördüğü saldırılar düzenlemişlerdi. Bunların en önemlilerinden biri de ABD ve Britanya savaş uçaklarının, 13-14 Şubat 1945'te askeri bir değeri olmayan Dresden kentine karşı gerçekleştirdikleri ve ezici çogunluğu sivil olmak üzere yaklaşık 180,000 kişinin ölümüne yol açan bombardımandı. Mickey Z, 8 Şubat 2003’de yazdığı “From Dresden to Baghdad” (=“Dresden’den Bağdat’a”) adlı makalede 1.2 milyon insanın bulunduğu Dresden’e 700,000 adet bomba atıldığını ve kentin bazı yerlerinde ısının 1,000 derece santigrada çıktığının tahmin edildiğini belirttikten sonra bombardımanın yol açtığı yıkımı şöyle anlatıyordu:
“Dresdenlilerin yüzde 70’i ya havasızlıktan boğularak ya da bedenlerini kırmızıya ya da yeşile çeviren zehirli gazlardan etkilenerek öldüler. Aşırı sıcak bazılarının bedenlerini eriterek sakız gibi kaldırımlara yapıştırırken bazılarını da 90-120 cm. boyunda büzüşmüş ve kömürleşmiş cesetlere dönüştürdü. Temizleme ekipleri, olayın yakınlarındaki oyuklarda bulunan ‘insan çorbası’nın arasında yürümek için kauçuk tabanlı botlar giymek zorunda kalmışlardı. Başka bazı durumlarda ise, aşırı derecede ısınmış havanın kurbanları gökyüzüne doğru çektiği ve bunların cesetlerinin küçük parçacıklar halinde Dresden’in 24 km. uzağına kadar uzanan bir alana saçıldığı görüldü.”

Sonuç
İnsanlara karşı nükleer silah kullanmış ilk ve tek ülke olma “onuru”nu taşıyan ABD bugüne kadar Hiroşima ile Nagazaki'nin bombalanması için herhangi, hatta göstermelik bir özür bile dilemedi. Bunda da şaşırtıcı bir yan yok. 1941 yılından bu yana hemen hemen sürekli savaş halinde olan ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana pek çok ülkeye askeri olarak müdahale etmiş, askeri darbeler tezgahlamış, iç savaşlar kışkırtmış, pek çok ülkenin liderine ve yöneticilerine karşı suikast ve terör eylemleri gerçekleştirmiştir. Dünyanın dörtbir tarafına yayılmış binden fazla askeri üssü bulunan ABD, askeri harcamalar konusunda da rakipsiz bir konumdadır ve tüm diğer emperyalist rakiplerine büyük fark atan bir askeri-emperyalist süper devlettir. SIPRI'nün (=Stockholm Uluslararası Barış Enstitüsü) 2010 yılı rakamlarına göre ABD'nin askeri harcamaları 698 milyar doları buluyordu. Bu rakam, ABD'nden sonra gelen 17 ülkenin askeri harcamaları toplamına eşitti. ABD donanmasının büyüklüğü ise, kendisinden sonra gelen 13 devletin donanmasının toplamına eşitti. Gene aynı kurumun rakamlarına göre, 2001-2010 yılları arasında askeri harcamalarını yüzde 81 oranında arttıran ve böylelikle dünya askeri harcamalarının yüzde 43'ünden sorumlu olan bu süper devletin askeri harcamaları, -2010 yılı itibariyle- en yakın rakibi Çin'inkini 6'ya, Rusya'nınkini ise 12'ye katlıyordu. 2100'dan bu yana bu oranlarda sadece önemsiz değişiklikler olmuştur.
* * * * *
Bu yazıyı büyük şair Nazım Hikmet'in, Sadako Sasaki anısına yazdığı o ünlü şiiriyle noktalıyorum. Sadako Sasaki ABD, “Little Boy” (=Küçük Oğlan) adlı atom bombasını Hiroşima üzerinde patlattığında 2 yaşındaydı. Evleri, bu bombanın patladığı noktanın 1.5 km. kadar uzağında olan bu kız çocuğu 12 yaşındayken lösemi (=kan kanseri) hastalığına yakalanmış ve ölmüş ve daha sonra bir barış sembolü haline gelmişti.
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler.
Hiroşima 'da öleli, oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kaât gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.

Garbis Altınoğlu


8 Ağustos 2015

herkese selam.sana hasret

tren raylarının arasında koşuyorum, rayların arası gelincik,papatya ve minik mavi mine çiçekleriyle kaplı,sonsuzluğa giden çiçekli bir yoldayım.elbette bu bir düş ve ben bu düşü henüz görmedim.

uzakta, hiç tanımadığınız bir blog sayfasında yazanlar bazen içinizde nakış nakış çiçekli bir kilim dokur ya,ben işte böylesi bir duyguyu yukarıda anlatmaya çalıştığım düşe, koşmak istediğim o çiçekli yola benzetiyorum.biliyor musunuz kedilerin bıyıkları ve patileri bana çocukluğumuzun sihirli sandığını açan anahtarı çağrıştırır.

uzun zaman oldu bloggerde yazalı,bu zaman zarfında bir çok sayfa ile kesişti yolum,içtenliğin o serin rüzgarıyla çölde bir vaha gibi tutunduğum onlarca güzel blogger tanıdım,onların mavi dünyaları içtenliğin pınarları gibi üçüncü sınıf burjuva siyasetçilerinin din ve milliyetçilikle yoğurdukları bu güzelim vatan toprağında bana daima güç kattı.dostluk ve insanlık adına öğrendiğim çok şey oldu onlardan, velhasıl sözümüzü bir dize ile noktalayalım:


 herkese selam,sana hasret:)

7 Ağustos 2015

ATEŞ KARINCALARI



İstanbul’da parklar ateş karıncalarının istilasına uğradığından beri oralarında eski tadı kalmamıştı. Karşılarına çıkan her canlıya saldıran bu bücür canavarları ölüm bile durduramıyordu. Bu yüzden halkın Büyük Çoban’ı bu canavarlar için milli mücadeleyi başlatsa da, bundan da pek bir sonuç alınamamaktaydı. Her köşe başında tetikte bekleyen karınca savar timleri ne yaparsa yapsın, bu bücür canavarların sonu bir türlü gelmiyordu. İki bin yirmi iki yılının bu aralık günü kavurucu sıcak insanın beynine işliyor, ama yine de ateş karıncalarının saldırısına uğramak korkusu insanları daracık beton kutularını andıran evlerine hapis etmeye yetiyordu.

Evlerdeki televizyon gün boyu Amerikan işgaliyle dört bölgeye ayrılmış İran’dan gelen binlerce ölüm haberiyle iç karartmaktaydı. Uzun yıllar ülkeyi yöneten Büyük Çoban olmasa, insanın kendini camdan atıp intihar etmesi an meselesiydi.

Son gelişmeleri ülkesi menfaatine büyük bir titizlikle inceleyip yardımcılığına eski düşmanlarından amansız kurt Serincek’i atayacak kadar bilge ve mütevazı Büyük Çoban’ın tek düşündüğü yalnızca sürüsünün mutluluğuydu. Aşk, özgürlük, bilim, barış gibi günahlardan iyice arınmış sürüsünün, yenilmez, değişmez sonsuz lideriydi o.

Korunaklı şehirlerin sınır boylarında yükselen duvarlar yoksullar için bir engel olsalar da, bu canavar ateş karıncalarını durduramıyorlardı. İki bin yirmi iki yılı İstanbul’u çevreleyen bu duvarların dışında bin bir türlü suçla, hastalıkla, fuhuşla, iç içe geçse de, duvarların korunaklı yanında şimdilik tek dert ateş karıncalarıydı.

Çölün ortasında bir vaha gibiydi Büyük Çoban’ın sürüsünü güttüğü yer. Her koyun uyanık olmaya, bu vahayı korumaya adamalıydı kendini. Sürüden ayrılanı göz açıp kapayıncaya dek bir kurtun kapması an meselesiydi. Her an gözetleniyor, her şey büyük Çoban’ın çizdiği doğrultuda yeniden tasarlanıyordu. Dün doğru kabul edilen bugün yanlış; bugün doğru kabul edilen yarın yanlış kabul edilebileceği için önemli olan bugündü. Bugün Büyük Çoban vardı, ve tek dert ateş karıncalarıydı.


t.kurt

2 Ağustos 2015

bateri

dün gece bilmediğim bir viski içtim,  şimdi uyandım ama sanki hala kafamın içinde bateri çalıyor birileri.aslında arkadaşın içmeye ihtiyacı vardı, ben azcık eşlik edecektim, ama baktım benim daha çok ihtiyacım var,yani böyle başladık,bildiğimiz içkiler bitmiş ama bizim sorunlar çözülmemişti ki bilmediğimiz bu viskiyi uykusundan uyandırdık,uzun izah ettim bu baş ağrısının sebebini ama böyle oldu işte. bazen bir şey boğar seni,derinlere inmek orada mercan resifleri her yanını sarsın istersin.sarar mı sarmaz mı bilmeden başında bir bateri gürültüsüyle dönersin geriye.şair olmak zor zanaat. bir de devrimci şair olmak...  bu blogger'de yazmak, iç dökmek gibi gelir bana,bu yüzden burada yazmayı seviyorum,belkide bir dönem bu, bir zamanlar dergilere şiirler, yazılar yollardım, şimdi düşünüyorum da bir çok güzel dostla ve güzel sözle böyle böyle tanışmış oldum,zenginleştim yani. içinden çıkamayacağımız hiçbir şey yok aslında,sorun bu hayatı bize yaşanmaz kılan fikirlerin ve insanların varlığı.örneğin yobazlık,faşistlik bu fikirlerin başında geliyor bu ülkede,beni işte en çok bunlar boğuyor ve bu yüzden derinlere inmek, Yediuyuyanlar gibi o derinlerde uyumak ve uyanınca Altınçağ'ı bulmak istiyorum, ama şu bateri gürültüsüyle uyanıyorum her defasında, sahi niçin böyle oluyor?

şiirlerimi ve yazılarımı okuyanlar benim uzak imgemi bilirler. Sahi nedir uzak; sayamadığımız kadar çok kuşun aynı anda havalanması mı göğe, mercan resifleri, palyaço balıkları mı, Tanrıca Kibele'nin hayat verdiği o büyülü toprak mı, Gılgamış'ın aradığı ölümsüzlük mü, bu ülkenin anakarasında deniz olduğunu bilmek mi, sahi nedir uzak?





Barış


getiriyorlar sözleri,götürüyorlar sözleri
zamana ayar vermeye uğraşıyorlar
kurban adıyorlar tanrılarına
oysa görüyor musun bak;
nasıl da büyüyor o nilüfer bataklığın koynunda

tk



29 Temmuz 2015

...gene barışa dair





BARIŞ

ölümsüzlüğü bulabilir nihayetinde insan
bilinen iki yolu vardır bunun
ya firavunlaşarak başarır bunu
ya insanlaşarak
aslında büsbüyük bir kuruntudur bunların tümü
çünkü insan hiçliğin kan kırmızısı gülüdür
hele solmaya görsün bir...

28.07.2015

tk

12 Temmuz 2015

Kayıp zamanın izinde

Ölmezken güneşin hükmü
Neydi bu şehri öldüren?
Duyuyor musun
Bütün barbar dualarında aynı çocuk ağlıyor
Barış barış diye...

tk


24 Haziran 2015

içimde






ağır bir karanfil kokusu alıyorum uzaklardan
sanki annem annesinin eline su döküyor
kafamın içindeki vişne bahçelerini aramayı bırakmalıyım belkide
belkide tez vakit bi mimoza çiçeğine rastlamalıyım
olmadık şeyler geliyor aklıma
kum saati nar çiçeği yağmur tanesi
balinalar kuğular ve karıncalar
çocukların gözlerinde ölü kuşlar
kuşların gözlerinde anka ülkesi
günler bu kadar uzun ömür ki bu kadar kısayken
acep kim sallıyor bu çanı
içimde....
tk




14 Haziran 2015

amentü





Onu düşününce yüreğine bir altın gömdü. Bir gün sonra bir ağaç filiz verdi gömdüğü yerde, yaprakları altın sarısı bir ağaç. Rüzgârın uğultusu bin yıldır susmayan bir arp gibi hışırdıyordu o altın sarısı yapraklarda. Üç gün sonra ilk altınları toplamaya başladı. Yağmur damlacıklarıyla pırıl pırıl parıldayan çil çil altınlardan ne kadar toplarsa toplasın asla eksilmiyordu altınlar.
Adanmışlığın ve aşkın Amentüsüydü bu bereketin sırrı.


Temelce

9 Haziran 2015

annemin rüyaları

seçimler yapıldı,oy çalınmasın nöbetçisi gönüllülerdendim,bazıları şairliğimden olsa gerek ki beni orada gençlerin arasında görünce keyifle güvenle gülüyorlardı,benim onları üniformalıların ve  bürokrasinin şerrinden koruyabileceğime inanan gençlerdi bu bazıları,bu yüzden işte şiirin gücüne bir kez daha inandım bende.unutmamak lazım doğa selfi çektirmez...

hdp demokratik programıyla yüzde on üç oy alıp yüzünüzü bi Neruda dizesi gibi gülümsetti. annem senin oy verdiğin parti sonuncu olmuş gene Temel deyince ben bir kez daha gülümsedim. en güzeli ne biliyor musunuz sevgili blok arkadaşları insan emeğin sömürülmemesine oy verince iyi bi şarabın tadını almış gibi hoş oluyor.birde seni başkan yaptırmadık ya oh olsun.:)

kuşlar yavrulama mevsimine girdi,kirazlar sepetlerde görücüye çıktı,domatesler artık bahçeden geliyor, karpuz kavun ucuzladı. bütün bunlar annemin hayatında çok önemli. o tıpkı Calvino romanlarındaki karakterler gibi hiç farkına varmadığımız bu ayrıntıları hep fark eder. annem kuş yuvalarını bozanları hiç sevmez. evinde karınca görünce sevinir. namaz kılarken dualarında hep annesini hatırlar. benim okuduğum bazı kitapların önenini kalınlığından anlar ve şöyle der,bu kitap kuran gibi kalın Temel...onun ölçü sistemi böyledir ama insanları ölçerken terazisi yüreği olur. misal bu seçimlerdeki adaylardan en çok genç olan cici çocuğu sevmişti.semt pazarından alış veriş yaparken yüzünü bi sevinç kaplar,salatalığın domatesin soğanın iyisini görür görmez tanır ve fiyatını sonra öğrenir pahalılığa kızar,gülleri de çok sever,ama koparılmamış gülleri.onun dini başka bir şeydir,hiç okumadığı kalın bi kitaba inanır...:)annemin rüyaları hep çocukluğundandır,bazen otlattığı keçilerden zeytinle konuşur,bazen derenin suyuna ayaklarını sokup kayalarda oturur ve almış yıl sonrasını düşünür.rüyasında annesini gördüğünde hep iyi şeylerin olacağına inanır.





dip not:(annem bu sabahta rüyasında annesini görmüş)


5 Haziran 2015

Oy ver, barış ve vicdan kazansın


barış

kutsanmıştı bir kez daha kanlı zaman
dağılmıştı dört bir yana ölülerimiz
sessizliğin çuvalına sığmıyordu ağlaşmaları kadınların
çünkü bütün ütopyalar gene genç yaşta öldürülmüştü...

tk

4 Haziran 2015

barış

iki elimle bir yaprağı tutup usulca sana veriyorum
sen de iki elinle tutup bir başkasına ver diye...
tk

28 Mayıs 2015

yaklaşan genel seçimlerde kararsızlar için bir film önerisi




  kimi aşlar vardır fi tarihinden kalma
  kimi aşklar vardır che tarihinden kalma...

  tk




dipnot:filmin tamamını aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz


http://www.720pfilmizleme.net/motosiklet-gunlugu-720p-izle.html

26 Mayıs 2015

DELİLİK

Kalabalık sokaklarda yitip gitmekten kaçıyorum kimi
Kimi yalnızlıkta çekilmez geliyor
Anlayacağın boşluğun ellerine bıraktım atlarımı
Gümüş eyerlerine korkuyu yüklenmiş her biri.

Kapımı tıkırdatacak o postacıyı beklerken ömrümün eşiğinde
Ölü mektupların anarşik harfleri uğulduyor beynimin gizemli labirentlerinde
Apar topar alıp vurmaya götürüyorlar beni Bay K'nın yerine
Hayır diyorum, ben cin çıkarmak istemiyorum daha...
Komodinin üzerinde duran mumu yakıyorum
Kaç kez söndürdüğümü anımsıyorum sonra
Suya bırakmak kendimi ve derinlerde seni bulmak istiyorum bir tek.
Her sabah binlerce yıldızı öldürdükten sonra güneşin doğduğunu görüyorum…

Yağmur çiseliyor dışarıda
Camlarda tane tane ölüyor an
Felsefenin hayattan alacağını hesaplıyor yaşlı ışık
Biliyorum bunun adı delilik
Var olanı dürtüyor ve eşeliyor
Bir salyangoz yavaşlığıyla kök salıyor içime
Ve ben henüz uyanmadan gölgelerimi uyandırıyor her sabah...

Söyle hangi tanrıçanın sunağına adanmış bir ülkü bu
Gün be gün yatağını oyarken su!


t.kurt

18 Mayıs 2015

SUSKUN






Suların duru, masalların gri olduğu bir ülkede; saçları temmuz güneşinde kızaran başağı andıran, gözleri karanlıkta gümüş aydınlığı fenerler gibi parıldayan, iki yıldızın düştüğü göğsünde hiç kimsenin henüz sonsuz uykusuna dalmadığı, mavi sözcükler kadar güzel bir kadın yaşarmış.

Bu gri ülkede günler, öyle uzak, öyle kederli, öyle çekilmezmiş ki; bundan kurtulmak için herkes kendi sevdasına dörtnala koşan mavi yeleli bir atın yolunu gözler, yalnızlığın ateşinde yanarmış.

Oysa beklemek; yeniden başlamanın hiç açılmayan kapısıymış.
Bu mavi kadın her akşam bir dileğe gözlerini kapar, aynı kahredici sabahlara uyandığında ise susarmış.

Çünkü susmak, mavi kanatlı meleklerle konuşmanın tek yoluymuş…


t.kurt

13 Mayıs 2015

zıpla zıpla zıplamayan ...




biz ne mi istiyoruz?
haftada dört gün tatil, üç gün iş olsun
kediler ve köpekler sokaklarda keyfince dolaşabilsin
insanlar kargalara da yem serpsin
kışın soğuktan, yazın sıcaktan çocuklar  üşümesin sokaklarda
ne cumartesi, ne pazar, ne pazartesi ağlamasın artık analar
sığırcık valslarına karışsın kahkahaları bütün kadınların…

biz ne mi istiyoruz?
kağıt helvasına kaymaklı dondurma koydurmak
boş zamanlarımızda balığa gitmek, dolu zamanlarımızda balık yemek

gülmek,gülmek,gülmek artıkın hiç zıplamamak istiyoruz…

tk


9 Mayıs 2015

neden sosyalistim,lütfen izleyin

portakalı boyayan kim?
kimdir bu lanet olasıca düzende yaşama sabrını bana veren?
galiba her şey beşinci mevsimin yüzünden...

beşinci mevsim; barışı, sosyalizmi,
seni falan filan düşünmekle geçirdiğim günler...

t.k



2 Mayıs 2015

GÖKKUŞAĞI

Gökyüzü turuncudan kızıla insanın hiç tanık olmadığı kadar güzeldi. Çatalkuyruk kırlangıçlar bu anın tadını doyasıya çıkarıyor, maviliklerde keyiflerince uçuşuyorlardı. Martılardan bazıları da onlara katılmıştı. Boğazın iki yakasını birbirine bağlayan bu eski köprünün üzerinde Cavbella’yla elma çayı içmekteydim ama onun gözlerinin o tatlı karalığı etrafımızı kuşatan bu manzaradan bile daha güzeldi. Elma çayını kristal bardaktan içmek öyle hoştu ki, usulca ona yaklaştım ve tuz kristalini andıran dudaklarından bir buse kopardım, içimde şarabi bir düş ışıldadı o an “Seni seviyorum Cavbella” dedim fısıltıyla. Kalktık bu muhteşem boğaz manzarasını arkamızda bırakıp akşam yemeğini Atina da yemek için jet-taksiye doğru yürümeye başladık.

Güneş ışınlarının parçalanıp tersten bir denklemle enerjiye çevrildiği, ışığın gücüyle çalışan bir ulaşım aracı idi jet-taksi, onunla bulutların arasında kuşlar gibi yolculuk etmek anlatılmaz bir güzellikti. Pamuksu bulut kümelerinin içinden geçerken en çok sevdiğim şey Cavbella’yla soluksuz öpüşmekti. Onu öperken Cavbella bana sarılıp “Uyumak istiyorum, hadi eve gidelim sevgilim, bugün sadece uyumak istiyorum” dedi ansızın. Atina’ya gitmekten vazgeçtik, onu eve götürdüm. Evde Şarlo`yu seyredip güldük. Bir an yüzyıllar önce yaşamış bu adamı düşündük; inanılmayacak kadar komikti, iyi ki bize bu filmleri bırakmıştı. Soyunduk ve istiridyenin içinde yıllarca ışığı özlemiş bir inci gibi tüm yüreğimizle o büyük ve rahat yatakta çılgınca seviştik. Bir yumurtanın içindeki ak ve sarı gibi birbirimize karışmıştık. Sustuk. Dışarıda esen rüzgâr bahçedeki ıtır çiçeklerinin kokusunu tül perdenin gözeneklerinden geçirerek odaya dolduruyordu. Maviye boyalı duvarlarsa denizin henüz varılmamış kıyılarını anımsatıyordu. O an Cavbella göğsümün çukurunda uyuyuncaya kadar yüzünün bereketli ovalarında akan bir ırmak gibi çocuklaşmıştım.
Televizyon kapalı olduğunda takvim oluyordu. Takvime baktım 2098 yılı, nisan ayı, günlerden salı. Çalıştığım fabrikaya gitmek için usulca kalktım, o hâlâ uyuyordu. Yüzüne eğilip serçe parmağımla mavi yazmak geçti aklımdan ama uykusuna kıyamadım. Üzerimi giyinip ağaçlı yolda yürümeye başladım. Eskiden tekerlekli otomobillerin ve benim çok sevdiğim trenlerin geçtiği bu yollar şimdi çeşit çeşit ağaçlarla kaplı çok güzel yürüyüş yollarıydı. Benim çalıştığım fabrikaya giden yol çınar ağaçlarıyla doluydu. Yürürken çınar yapraklarına basıyordum, bu çok hoşuma gidiyordu. Fabrikada dört saat çalışıyordum. Çalıştığım fabrika eski bir silah fabrikasıydı, şimdi ise burada dünyadaki diğer canlılara gıda üretimi yapılıyordu. Doğal dengeyi korumak için ek gıda üretimi yapıyorduk, işim çok rahat ve severek yaptığım bir işti, zaman çabucak geçiyordu... İşten arta kalan zamanlarımın bir bölümünü spora ayırıyordum. Buz pateni bizim en çok sevdiğimiz spordu. Özellikle Cavbella’yla birlikte el ele kaymak, o dengeyi yakalamak ve o an yalnızca birbirimize güvenmek çok hoştu, ikimiz de dünya kupasına katılmış ama başarılı olamamıştık. Aslında illa da kazanmak duygusu da pek yoktu spor yapanlarda, yalnızca sevdikleri sporları yapıyorlardı.

Ağaçlı yolda yürürken birdenbire yağmur yağmaya başladı. Tane tane, usul usul yüzüme çarpan yağmurun ferahlığı gökyüzünün serinliğiyle kaplıyordu ruhumu. Sonra yağmur dinince gökkuşağı rengârenk bir yol gibi belirdi bulutların arasında.
Işığın bütün renkleri açığa çıktı, bu anı doyasıya seyrettim. Yerdeki su birikintilerinde güneş çılgınca ışıldıyor, yüzüm o an tıpkı ay çiçeklerine benziyordu. Gökkuşağı içimde özgürlüğün bayrağı gibi dalgalandıkça, ben onu seyre doyamıyordum. Çünkü gökkuşağı şu an dünyamızın yönetildiği paylaşımcı sistemin adıydı, bayrağı da yedi renkten oluşuyordu. Atalarımız bu sistemi kurmak için çok mücadele vermişlerdi. 1 Mayıs 2061 tarihinde büyük bir nükleer savaşın sonrasında, yoğun tartışma ve kavgalar sonrası kurulmuş, yaşatılması da kurulması kadar zor olmuştu. Ama yaşatılmış ve bugün artık bütün acılar geçmişte kalmıştı. Dünyada herkesin bildiği bir dil konuşuluyor, dünya kaynakları ihtiyaca göre kullanılıyor, tüm canlılar korunuyor, insan nüfusu kaynaklara göre artıyordu. Işık enerjisi üretimi çok basit olduğu için enerji paylaşımı sorun olmaktan çıkmıştı. Devletler ortadan kalkmış, ülkeler arasındaki sınırlar kaybolmuştu. Kültürel çeşitlilik çok gelişkindi. Artık dünyanın bütün halkları, türküleri kadar hürdü. İnsan için hiç bir ayrım söz konusu değildi. Dinler artık milatlarını tamamlamış, insan aklına teslim olmuştu. Bir mayıs ile yedi mayıs bütün dünyada özgürlük kutlamaları ile geçiyordu…

O sıra telefonum çaldı, arayan Cavbella’ydı. Nerede olduğumu sordu. Ben de ona neler kaçırdığını anlattım. Ses tonum gökkuşağı kırmızısıydı...



Geceyi sarsıntılarla bölen uğultuyla uyandığımda tüm bunların bir rüya olduğunu anlamam pek zor olmadı. İnsanlar yıkılan binalardan don gömlek kendilerini dışarıya atıyor, gecenin ayazında küme küme yakılmış ateşlerin başında korkulu gözleriyle analar çocuklarını bir tavuğun yavrularını sayması gibi sayıyordu. Her bir eksik, candan kopan bir feryadın çağrısı gibi gecenin sessizliğini hançerliyordu.


t.kurt

13 Nisan 2015

Gerçek



Bazı günler sen hiç olmamışsın gibi yapıyorum
O gün geçmek bilmiyor
Biliyor musun bütün dertlerin anasıdır gerçek
Nisan yağmurları dindi,ağaçlar çiçeğe durdu,yakında denize de gireceğiz...

tk

24 Mart 2015

Mavi'ye



Kimi kadınlar vardır nehirlere benzer
Denize dökülmeyi düşler masmavi bakışları
Oysa bir tek zamandır bunu başarabilen
Işığın gümüş ellerinde
Eflatun ölüm olsa da sonları…

Susup öpsem alnındaki kırlangıç izini
Karışsam kalbindeki o eflatun ırmağa
Bilirsin çocuktur her gemi biraz
Bağlansa da bir iskeleye zamanın kollarıyla…

tk






14 Mart 2015

mırıldandıklarım


Al işte yine düşmüştü içinin karanlık kuyularına. Huzursuzluğun çanları çalıyordu kulaklarında. Tedirgin, yapayalnız duyumsuyordu kendini. Ufalıp masanın üzerindeki küçük cep aynasına sığmıştı ya ne kadar baksa da yüzünü tanıyamıyordu orada. Kumandanın düğmesiyle o kanaldan, o kanala gezindi yalancı dünyalarda. Kimi kutu açıyordu, kimi parmak çeviriyordu, kimi yalancı şahitler gibi soluksuz anlatıyordu memlekette olup biteni. İyice bir sıkıldı canı. Kalkıp internette gezindi birazda. Tek tek insanların dertleri daha beter etti onu. Önüne gelen şiir yazıyor, kimse yazılanla itibar etmiyordu. Güvercin postalarının getirdiği haberlerin özlemi iyice burktu yüreğini. İçerisi dar geldi. Balkona zor attı kendini. Serindi ortalık ama üşütmüyordu rüzgâr. Rüzgâra karşı bir sigara yaktı. Derin derin bir nefes çekti içine. Mavi karanlıklarda tek tük ışıyan yıldızlar ilişti gözüne. Yoldan geçen arabaların ışıkları uzaktan akan bir nehri andırıyordu. Göğe başını uzatmış selvi ağacı parmak uçlarıyla yıldızlara dokunuyordu. Bahçedeki ayva ağacının beyaz çiçekleri daha bir beyazdı karanlıkta. Neden bilinmez içtiği sigaranın ucundaki közü bu karanlıkta bir ateşböceğine benzetti. Bir şiir mırıldandı kendine. Karanlıkları yara yara ışıklar içinde bir uçak geçiyordu başının üzerinden. Bir kitabın kopmuş sayfaları gibiydi zaman. Keşke tanecikleri ördek yavrularına benzeyen o tatlı nisan yağmurlarıyla ıslansaydı. Gök üç kez gürlese, yıldırımlar üç kez çaksaydı. Oysa sigarası sönmeye başlamıştı yavaş yavaş.

Suspus bir kederin gözbebeklerini kaplayan ışıktan ürpertisinde lal olmuştu içi…

t.kurt

9 Mart 2015

sana ben peri,kuşlar anne derdi



bilir misin lavanta kokusunu?
hiç rastgeldin mi gün batımına?
çok konuşasın varken,susup kaldığın olmadı mı hiç?
yoksa senin bir gece yarısı hiç mi yolunu kesmedi ayışığı?

portakal çiçeklerinin
yağmurun, sütün, mavinin
yanık karanfillerin
yani ince şeylerin adıyla aradım  seni
hani birisini seversin de onun asla haberi olmaz ya
hani ırmaklar uyur ya geceleri öylesi...

biliyor musun aşk dedikleri tamamlamakmış kendini
denizde martı,dalında çiçek misali
belkide ayrılık ondan bunca uzun
belkide aşk ayrılık sadece...

ejderha ağzı geceler parçalıyorken ellerimi
anımsıyorum gümüş bir şamdanın aydınlığıydı yüzün
sana ben peri,kuşlar anne derdi
ah bilsen; ne çok,ne çok özledim seni..!

tk

5 Mart 2015

bilip susmakla bilmeden konuşmak

evet bahar geldi,epeydir soğuk geçen havalar umarım tez vakit ısınıverir.mart ayını çok severim,tam gününü köylü annem bilemese de bu ayda doğduğum kesindir.mevsimsel soğukların,kar yağışının, uzun yağan yağmurların da düşününce bir sürü güzel yanı var elbet de ama düşünsel soğukluklar,yanı gericiliğin, ırkçılığın,bunların çizdiği çemberlerde yaşanan tutuklu hayatların pek bir güzel yanı yok.sanki bir paul auster cümlesi gibi oldu ama bence tutuklu hayatlar tanımı doğru bir tanım ülkemde yaşayanlar için. gözde cinayeti sonrası işlenen pek çok cinayet oldu ki az daha gebze harem dolmuşunda bende böyle bir cinayete kurban gidiyordum,artık ulaşımda sıklıkla metroyu tercih ediyorum çünkü en azından orada elinde kitap okuyan bir kaç kişi gözüme çarpıyor.kitap okuyan gençleri görünce içimde çiçekli bahçelerin huzurunu duyumsuyorum. dostoyevski demiş ya; yoksulluk bütün belaların anasıdır, diye,galiba bu söz bügün de hala geçerli.bu sıra annem hastalandı,o yüzden pek roman okuyamadım,en son okuduğum ece temelkuran'ın devir rromanıydı. pek bi sevmiştim. özellikle oradaki hüseyin abiyi,çocuk ayşe'yle çocuk ali'yi, kuğuları uçurma serüvenini ve de  meclise kelebekler sokmayı hiç unutmam artıkın. kuğulu parktaki kuğular uçmasın diye kanatlarındaki bir kemik ameliyatla çıkarılıyormuş ve bu yüzden artık uçamıyorlarmış,bu ülkenin çocukları da büyüyünce özgürce uçamasınlar tutuklu hayatlar yaşasınlar diye genç yaşta aydınlık fikirlerden uzak tutulmakta ve karanlığın bilinciyle büyütülmekteler. yetmedi öldürülmekteler.

valinin elinden mikrofon alan cumhurbaşkanı çocukları, yolsuzluğun hırsızlık olmadığına fetva veren müftüler, kadının dövülmesini buyuran kutsal sözler, madenlerde ve sokaklarda ölenlerin vicdanlara gömülemediği bu gri günlerde içimde bir kafka uğraşmakta hala aynanın öte yüzüne geçmek için. işi zor biliyorum ama galiba imkansız değil.

bir sinema filmi çekmeyi düşünüyorum tüm bu uzaklıkları anlatan,hans fallada romanlarındaki o küçük adamların,saul bellow romanlarındaki o entellektüellerin bir türlü giremedikleri şatonun filmini çekmek istiyorum.neden hep uzak gökkuşağındaki renkler bize. ne anlamı var hayırlı cumaların,neden marslı kadınlar.şimdi bütün narlar  bi haydar ergülen mısrası...

değişecek diyoruz ya sanki pek değişmeyecek,spartaküsten beri ölüyoruz,bakın yunanistan'da syriza bile seçmenine verdiği sözlerden çark etti,bizdekiler onlar kadar olamadığına göre ah benim belalı başım, nerdedir pişmiş aşım.sevgili aziz nesinin bi öyküsü geldi aklıma,sizde bilirsiniz belkim bu öyküyü; du bakalım nolcak.

yok ben umutlu bir insanım,stepan hawkins gibi sadece parmağını kımıldata bildiği haldeyken bile  üç bilinmeyenli fizik problemlerini çözebilen insanların olduğunu biliyorum ki ama galiba bu sorunları çözmek insanlığın sorunlarını çözmekten sankim daha kolay. sahi cennet ve cehennem diye bir otel var mı o gidip de dönülmeyen yerde. sahi bunca kafa kesen cariye pazarında kadınları satanlar orada cennete ben gibi şiir emekçileri cehenneme mi rezarvasyon yaptırıyoruz bu dünyadaki hayatlarımızla.ay komik bile değil,en iyisi yakılarak ölmek ve küllerimin denize ama bizim denize savrulması. yaşar kemal ölmedi ki çünkü o ince memet, beşinci ciltte geri dönecek.

ben bunları çalakalem masa üstü bilgisayarımda yazarken kapı zili çaldı,söylenerek açtım kapıyı.seksen yaşlarında bir ihtiyar gülümseyen bir yüzle annen bahçedeki ağaçları her sene bana budatır evlat dedi,bahçede bir ceviz ve iki küçük erikle vişne var budayıverem dedi. cevizin budanmamasının ama ilaçlanmasının iyi olcağını eriğin ve vişneninse doğru budanmassa meyvelerinin kısır ve tatsız olacağını söyledi. o sıra aklımdan nazımın yetmişinde bile zeytin dikeceksin mısraları geçti aklımdan.bir bardak meyve suyu ikram ettim,ismini sordum,ismi ibrahim çelik,sair faik öykülerindeki insanlar gibiydi gözlerindeki ışıltı. insan varsa umutsuzluk diye bir şey yok dedim kendime.gülümsedim

demem o ki arkadaşlar,sevgili blog okurlarım vaktiyle sevdiklerim şimdi saydıklarım demem o ki güzel yürekli kuğular bilip susmakla bilmeden konuşmak aynı şeydir.özgürlüğü bilip susmayalım yoksa ursula romanlarındaki o uzak evrenler bile bizi kurtaramaz.

imlasız yazdım düzeltmeyide düşünmüyorum,bizimde günahımız bu olsun, oylar çarşıya...

21 Şubat 2015

yüreğimle konuştum




dün gidecek hiçbir yer bulamadım
ve konuşacak hiçbir dost
bir parkta oturdum
ve yüreğimle konuştum.

seni yüreğime anlattım
trende omzuma başını koyup uyumandan
Beşiktaş vapurundan
Kızkulesi'nden
doğduğun günden
makarna tariflerinden
ince hastalığından
asabi oluşundan
kağıt helvasını çok sevdiğinden
ve hoşçakal bile demeden gidişinden bahsettim.

sonra seninle
tesadüfende olsa
karşılaşma ihtimalini sordum yüreğime
açlığın çaresi vardı da
aşkın çaresi yoktu her zaman:)

sonra medeniyetten kalma sorunları konuştuk
ekmeğin kapkara olduğundan
kaç para kazandığımdan
memleket meselelerinden
yapmak istediğim şeylerden
yarıda bıraktıklarımdan
yanlış yaptıklarımdan
yazdığım şiirlerden konuştum yüreğimle.

anlayacağın
bütün çıkışlar tutulduğunda
bütün kapılar yüzüme kapandığında
ben dün bir parkta oturdum
ve yüreğimle konuştum...

tk/1998





Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /