30 Ekim 2014

ATEŞİNSESİ







dünyada ateş yalnızca Olimpus'un tepesinde yanmakta,
insanlarsa soğuktan ve açlıktan kırılıp birbirlerini boğazlarken
Tanrılar ateşi sadece kendilerine saklamaktadırlar. bir Titan olan
Prometeus'un  vicdanı bunu kabul etmez ve ateşi Olimpos'tan 
çalıp insanlara verir.Tanrıların katında cezası çok büyük olur bu 
yaptığının. Zeus tarafından kayalara bağlanıp ciğerinin  bir kartal 
tarafından yenmesine mahkum edilir. bir Titan olarak ölümsüz 
olduğundan bu işkence sonsuza dek tekrarlanır; ta ki Herakles gelip 
o kartalı öldürene kadar... günümüzde de bilginin ateşi yukarıdakiler
için yanmakta, aşağıdakiler ise cehaletin soğuğunda kırılmaktadır.
işte bu yüzdendir ki her şair hala bir Prometeus olmak zorundadır...


***

Dönen tekerleğin ezdiği yollardan da geçtim
Karaya uzak denizlerden de.
Yangınlar getirdim yanarak.

Bir masal kuşuyum
Kanatlarıyla göğü leylak rengine boyayan
Ateşim, bilen bilir!

Mavi bir kapıdır şimdi zaman
Bir tarla kuşu telaşıyla
Her sabah yüzüme açılan.
Her sabah güzeldir diğerinden
O büyük keman kadar.

tk



.

26 Ekim 2014

bir cumartesi gününün öyküsü

kaç gündür içimde bir sıkıntı vardı ve ne yapsam,ne etsem geçmiyordu.yaşam yolunda epey yürümüştüm de bir yerde durmayan kalbim artık yorulmuş muydu yoksa.dünyanın gidişatı mı desem,şair kalbimin mavi kederi mi desem,yalnızlık mı desem,kalabalık mı desem,vardı bir sebebi ya ben düşün düşün çıkamıyordum içinden.vesselam bende devlet dersinde evlatları öldürülmüş annelerin eylemine gitmeye karar verdim.şimdi ben bu acılara ortak olmaya gittiğim için bana bin türlü kulp takacak birileri olacak ya ben en iyisi sebebini kısaca açıklayayım: ALLAH'IM,GÜVERCİNLERİN RUHUNU VAHŞİ HAYVANLARA TESLİM ETME..!

elbette yaşadığım ülkenin siyasi geleneği böyle insani eylemi çok ciddiye almayıp, Galatasaray Spor Kulübü'nün aynı gün,aynı mekanda yapılan başkanlık seçimlerini kimin kazanacağına odaklandığından kayıpların akıbeti bir başka buluşmaya kaldı.madenlerde ölen işçileri akıbeti gibi.

güneşli bir pazar günü İstiklal'de dostlarla yürüdüm,sokağın kalabalığına kendini bırakmak güzeldi.turistlerin bu pastırma sıcaklarında cıvıl cıvıl kıyafetleriyle, ellerinde fotoğraf makinaları, yüzlerinde gülücüklerle yanı başından geçip gitmeleri benim aklıma bin bir türlü soru getiriyordu..acaba bu eylemi anlıyorlar mıydı? acaba onların ülkelerinde de devlet dersinde çocuklar öldürülüyor muydu?gene de Calvino'nun romanlarındaki karakterler gibi bende gökyüzünde çığıran martı seslerini duyabiliyordum bütün bu hengamenin ortasında. güvercinlerin göğüslerinde parlayan eflatun yeşil ve mor pırıltıları görüyordum.

Karaköy'e inen yokuştan bitmek bilmez merdivenlerden sonra denizi görünce rahatladım biraz.durup geçen vapurları seyrettim. seyyardan köfte ekmek yedim,peşine bir sigara yaktım. Galata'yı yürüyerek geçmek geldi aklıma onu da yaptım.köprüde yürürken Orhan Veli geldi aklıma niye bilmiyorum,sonra bir çok şair. oltacıların da sanıyorum haberi yoktu cumartesi annelerinden,yoksul yüzlerinde beni korkutan bir cehalet vardı,acaba benim gibi aklından Orhan Veli'yi geçiren biri var mıydı aralarında?

böyle düşününce köprünün altındaki meyhanelerden birine saptım,içmek iyi idi, denize bakıp içmek.rakıda aslan sütüydü mübarek,çakırkeyf kalktım masadan,sirkecinin kalabalığında şarap parası dilenen biri çıktı yoluma,şarap içmek için para isteyen bu insanı kırmak elimden gelmedi. aha nihayet vapurdayım ve yüzüme deniz rüzgarı vuruyor. martılar bir şeyler diyor ya kafam güzel anlamıyorum.çıkarıp cebimden mızıkamı blow in the wind'i çalıyorum,güvenlik görevlisi gelip uyarıyor,sanırım o bir emir kulu.bakışlarından hoşnut olduğum bir kaç kişiyle bakışıyoruz o sıra.niye bilmiyorum o an beni vapurda terkeden sevgilim geliyor aklıma,acaba ne yapıyor şimdi diyorum,sanki özlüyorum. sonra başkaları geliyor aklıma,canım öyle bir cigara çekiyor ki. kıyıya varıyor vapur,kadıköy güneşinde fenere kadar yürüyorum,kestane çekiyor canım.el yakıyor mübarek.yer bulamayıp kayalıklarda sevişen türbanlı kızlara ilişiyor gözüm,uzun adamın türbanlı bacıları geliyor aklıma.gülümsüyorum.her işte bir hayır var diyorum kendi kendime. bir vapur düdk çalıyor, karabataklar sularda nasibini arıyor,sanki an bi Halikarnas romanı oluyor,içimde Kerimoğlu'nun türküsü yürüyorum...

Elif'e gidiyorum,metronun Beşiktaş iskelesindeki çıkısında,gene yüreğindeki o oyuğuyla karşılıyor beni, dokunuyorum,iyi geliyor ona dokunmak.hep yaptığım gibi bir karanfil bırakıyorum kalbine.ilerde Mustafa Kemal okuma yazmayı öğretiyor çocuklara,bi çingene kadın falıma bakmak için ısrar ediyor,savamayınca başımdan üç vakte kadar bir kısmetim çıkacağını haber alıyorum.

bir şiir geliyor aklıma,çıkarıp telefonuma yazıyorum alelacele. pek beğenmesem de yazdıklarımı silmeye kıyamıyorum. kıyı boyu uzanan demir korkuluklara yaslanıp bir sigara daha yakıyorum, karşıda Haydarpaşa Garı'nın pırıl pırıl parlayan kuleleri...sırtıma biri dokunuyor o sıra,eski bir dost.sımsıkı sarılıyor. valla bırakmam temel,diyor.bırakmıyor da.gün orada bitiyor böylece...

tk

22 Ekim 2014

dilek





"Allah'ım,
güvercinin ruhunu vahşi hayvanlara emanet etme"

                                                  - Furuğ Ferruhzad






fotoğraftaki yitik düşün
araladığı kapının tokmağını çalmak 
üç kez

ya da onu düşünmek
başka hiçbir şey aklına gelmediğinde
yüzünü okşarcasına
sıcacık ve heyecanlı bir sabah vakti
yüreğini alıp eline
göz kapaklarının altına sakladığın o düş ile
uyanmak;
bir cumartesi annesinin kolları arasında...

tk/1997


dip not: cumartesi annelerinin 500.buluşmasında buluşalım
fotoğraftaki anne Berfo ana

19 Ekim 2014

KIRLANGIÇ ZİLAN

           Harran’ın sonsuz sarı yüzünü ikiye bölen yolda kırmızı minibüs içindeki tıka basa yolcularıyla yanık bir türkü eşliğinde taşımaktaydı Zilan’ın kara gözlerini. İçindeki bütün korkulara rağmen annesine duyduğu güvenin babasını da etkileyeceğine inanmaktan başka tutunacak dalı kalmamıştı. Endişelerinden biraz olsun kurtulmak için uzayıp giden bozkırın yalvaç sarılığında gezdirdi bakışlarını. Yol boyu yürüyen ırgatlar ilişti gözüne. Sanki her birinin solgun yüzlerinde içindeki umutsuzluk onu ardı sıra takip etmekteydi. Uzakta, ufkun ince çizgisinde yer, gök birbirine karışmış, sonsuz grimsi bu boşluğun içinde zaman yitip gitmişti. Keşke yapabilseydi de o da bu boşlukta yitip gidebilseydi fakat ne yaparsa yapsın bir türlü içindeki endişenin sesini susturamıyordu. Apansız babasının sakallarla kaplı karanlık yüzü geldi aklına. Sonra da onu gülümserken hatırladığı çocukluk günlerinde annesinin alnındaki kınanın o karanlık yüzde nasıl bir Çobanyıldızı gibi parladığı. Annesini düşünmek en umutsuz anında bile içinden içine akan bir kum saati gibi sakinleştiriyordu onu. Küçük erkek kardeşinin Fırat’ın derinleştikçe yeşile çalan sularını andıran bakışlarını anımsayınca ise içi titredi gene. Bir damla yaş birikti gözünde. Sustu. Yeniden yazgısına gömüldü karanlık içsesiyle… Evlendirildiği an, sonrası geldi gözünün önüne; kumalarından dinlediği acı gerçekler ruhunu kırbaçlıyor, kulağında hep o kaba küfürler çınlıyordu. Yediği dayakları, acılı gecelerini hatırlayınca ise bir kez daha dağlandı içi. “Artık bitti, bir daha o eve asla dönmem!” diye fısıldadı korkulu gözleriyle yüreğine. Babasının onu borçlarına karşılık bu mendebura verdiğini söyleyen kumalarının haklı olduğunu düşününce ise çaresizlik iyice büktü boynunu, kara gözlerinin ışıltısı titredi. Söndü sönecekti…
            Köyüne giden yol ayrımında minibüsten indi.  Çorak yamaçları çevreleyen birkaç kayanın toprak yol boyu yüzüne düşen gölgesiyle birlikte usul adımlarla yürüdü. Uzaktan huni şeklinde toprak kümelerini andıran, birbirine bitişik solgun bakır yüzlü evler küçük pencerelerinden Zilan’ı gizlice izliyor gibiydiler. Köy sessizdi. Uzun pullu elbisesiyle, kısa kıvırcık saçlı esmer bir kız çocuğu yalınayaklarıyla toprağa bağdaş kurmuş evlerinin gölgeliğinde puşkite* (*toprakta boncuk arama) oynuyordu. Yere çömmüş birkaç ihtiyar kaçak tütünden sarma sigaralarını tüttürüyor, dumanını Harran’ın sonsuzluğuna üflüyorlardı. Tavuklar oradan oraya dolanıyor, köpekler öğlen güneşinde uyukluyorlardı. Yol bitmişti. Leğende çamaşır yıkayan annesini görüp “Ana!” diye haykırınca yüreği zılgıt sesiyle doldu yine. Ana, kız büyük bir özlemle kucakladılar birbirlerini. İşte o an ikisinin de kapkara gözleri çatalkuyruk kırlangıçlar gibi Harran’ın uçsuz bucaksız göğünde hürriyetin tadını çıkarıyordu…
            Kızına sıkı sıkı sarılan anası onun gözlerindeki korkuyu fark etmişti etmesine ya, her zaman yaptığını yapıp, sustu yine. Babasıysa endişeli gözleriyle kızını süzüp kocasının niçin onunla gelmediğini sordu. Zilan kerpiçten yapılmış evin kireçli duvarlarını andıran solgun yüzündeki umutsuzluğu babasına belli etmemek için zoraki bir gülümseyişle, yol boyu ezber ettiği bahaneleri ayaküstü aklından geçirip; “siye çok selamı var babo, işten güçten fırsat bulup gelemedi, işlerini kotarıp yarın beni almaya gelecek, ver elini öpem” diyebildi. Babasının Harran’ın toprağı gibi kırış kırış elini alnıma götürürken içinin nasıl cız ettiğiniyse ondan başka hiçkimse bilemezdi. Elinin öpülmesiyle yüzündeki endişeden biraz olsun kurtulan babası, kızına öğütler vermekte yine gecikmemiş, yalnızca onun mutluluğunu istediğini, namusun her iki dünyanın da direği olduğunu bir kez daha eksik doğru oracıkta vaaz etmişti. Zilan o an kumalarının söylediklerini tekrar anımsadı, içini dört bir yandan saran korkuların arasında sustu kaldı.
            Gece dolunayın ışıltısı Harran’ın sonsuz düzlüklerinde çekirge seslerini rüzgârın sırtında oradan oraya taşıyor, yıldızlar bu sonsuzluğun tarlasında insanoğlunun yaşadıklarını hiç umursamadan pırıl pırıl parıldıyorlardı. Zilan’sa bu yıldız dolu karanlığın bir uçunda yazgısına iyice bir gömülmüş suskunca beklemekteydi. Annesi kızının bu suskunluğundan ürkmüş, usulca yanına çömüp çocukken yaptığı gibi kızının atkuyruğu saçlarının örgüsünü kınalı elleriyle çözüp, çeyiz sandığından çıkardığı aynalı kemik tarağıyla tarayıp tel tel ayırmaya başlamıştı. Zilan annesinin kınalı ellerinin kokusunu yüreğinde hissedince daha fazla dayanamayıp “Anam bilmeli!”diye geçirdi içinden ama bunu anasına söyleyecek cesareti bir türlü kendinde bulamadı. Annesi bir yandan kızının beline kadar inen simsiyah saçlarını tarıyor, bir yandan da yanık bir türküyü onun kulağına mırıldanıyordu. Türkünün içine dolan kadife ezgisini dinledikçe içini bir huzur kaplıyordu. Gözlerinde biriken umutsuzluk ve endişe biraz olsun dağılmıştı. Bu huzurun ona verdiği güçle apansız annesine dönüp, buraya neden geldiğini tek bir cümleye sığdırarak; “Ana ben kaçtım” dedi. Sonra da sarılıp anasının göğsünde sessizce ağlamaya başladı. Annesi yüreğinde o an vahşetin çağrısını duydu. Harran, bin yıllık bir sırrı saklarcasına anneyle birlikte sustu.
           İkisinin de gözlerini karanlık bürümüş, bütün yıldızları kaybolmuştu. Anne kızının yazgısına susuyor, neden yaptığını bilmeden onun uzun, kapkara saçlarına kına koyuyordu. Kınanın acı ve keskin kokusu ikisinin de içlerindeki acıyı bir an olsun dindirmişti. Rüzgâr ovayı kuşatan dağların doruklarından koparıp getirdiği o asi serinlikle yüzlerine dokunuyor, karanlık bir bulut, dolunayın beyazlığını ara ara kapatıyordu.
           Karanlığın içinden gelen çekirge seslerinin çağrısına kapılıp uyumak için yere serili ottan döşekte usulca kıvrılsa da, bir türlü uyku girmiyordu gözüne Zilan’ın. Nasıl girsindi ki? Ne vakit böylesine çaresiz kalsa, yorganı başına çeker, yüreğinin saklı odasına sığınır, orada içindeki kırlangıçla konuşur, dertleşirdi. Ne var ki içindeki bütün kırlangıçlar susmuş, dilleri lâl olmuştu. Bu çıkmazın orta yerinde bir başına kalakalmıştı işte. Ne yana baksa daha bir karanlığa batıyordu içi. Birden küçük bir kızken annesinin ona anlattığı masalları anımsadı. İşte o vakit Mezopotamya’nın binlerce yıllık sırları dile gelip konuşmaya başladı onun çaresiz yüreğiyle. Yüreğinde bir ışıltı belirdi. Seyit, dedi sonrasını getiremedi. Seyit’in İstanbul’dan yolladığı mektubun artık ezber ettiği satırlarını mırıldandı yüreğine. Binbir düşe bata çıka Seyit’i düşünerek, usul usul gözkapaklarının altına saklandı…
           Şafak sökerken yüreğinde çırpınan kırlangıçlar uyandırdı onu. Ağaran günün ışıkları sızıyordu bu toprak damlı evin küçük pencerelerinden. Avucunun içine bir şey batıyor, bu ona acı veriyordu. Sıkılı yumruğunu gevşetince anasının küpeleri düştü yatağa. “Zavallı anam benim!” dedi. Sustu kaldı. Yüreği burkuldu, gözleri yağmur bulutlarıyla doldu.
           Anası Zilan’a git diyordu, git!
           Bazen insan dilini bir eşyaya verir, dile gelen eşya insanın söylemeye cesaret edemediklerini, yaşamın herkesçe bilinen en basit diliyle kolayca anlatırdı. İşte şimdi küpelerin yaptığı da buydu.
           Kalktı. Alelacele giyindi. Parmaklarının uçunda Mezopotamya’nın onu çağıran sesine, aşka doğru yürüdü.  Köyün kuş uçurmayan köpekleri, aşka kanat çırpan bu kırlangıca sustu kaldı. Rüzgâr uğultusunu kesti.  Gün ağarmakta hiç acele etmedi. Epey uzaklaşmıştı ki dönüp son bir kez uzun uzun baktı arkasında bıraktığı köyüne. Anasına bir Allahaısmarladık diyemeden, sımsıkı sarılıp ayrılamamanın ağrısı gelip düğümlendi bir damla yaş olup gözlerine. O gözyaşının düştüğü çorak toprakta yeşermiş çakırdikeni sanki dile gelip konuşmak istermiş gibi mavimsi çiçeklerini açıverdi oracıkta... Irgatları Urfa’ya götüren bir traktör durup onu alıncaya kadar yüzünde sabahın suskunluğuyla yol boyu epey yürüdü.
           Uzayıp giden bozkırların toprağı da bu traktördeki ırgatların yüzleri gibi çatlamış, onun da umudu tükenmişti artık. Burada herkes bir şeylere hasretti.  Kimi suya, kimi ekmeğe, kimi sevdaya… Sanki bu traktörün kasasındaki yolculuk suyun hayat vereceği, her şeyin eşitçe bölüşüleceği o güne dek, durmaksızın sürecekti.
           Tütün içen yaşlı ırgatlardan biri Zilan’ın yüzüne ağacın içine yıldırım gibi düşen bir bakış fırlattı, sonra yüzünü tatlı bir gülümseme kapladı.“Ne güzel gözleri var ” diye geçirdi içinden, yıllar önce sevdiği bey kızının gözlerini anımsadı.  Fırat’ın başına buyruk akan hür suları gibi Dicle’ye kavuşmayı düşledi. Günün bu saatinde yolda sabah rüzgârının yoldaşlığıyla ilerleyen traktörde gülümseyen adamın yüzü hayatının milyonlarca güzel karesinden birisiydi yalnızca…
           Urfa’ya yaklaştıklarında yoldaki trafik biraz daha artmış, az daha ilerdeyse tek tük boyasız beton binalar sağlı sollu görünmeye başlamıştı. O sıra mecburi hizmetinin son senesindeki bir trafik polisi yanındaki devriye arkadaşına bakarak traktörün kasasındakilere güldü. Traktörü kullanan genç elini kaldırıp polise selam verir gibi yaptı. Zilan iner inmez dosdoğru otogarın yolunu tuttu…
           Balıklıgöl’ün etrafındaki taş avlunun iki yanını kaplayan duvarların aralıklı dizilmiş demirli pencereleri arasında gölgesiyle yürüyorken, içindeki sessizliği anlamaya, kendini bir kez daha ele geçirmeye çalışıyordu. Bütün sorularının cevabı Seyit’te bitiyordu ama Seyit’e dair tek bildiği İstanbul’da çalıştığıydı. Bir de kendisine yolladığı mektuptaki adresi vardı. Taksim neresi acaba? diye düşündü. Sonra da nedense hiçbir şeyi düşünmek istemedi. Çünkü Seyit onun içindeki İbrahim’di. Belki de bundan dolayı o an aklının karanlığından çıkıp diline dolanan yazgısının kötülüğü tutuşturan ateşi onun da etrafını saran suyun içindeki balıklara dönüşüvermişti. Kaçak tütün satan tezgâhların yanından geçti. Küçük taburelerde oturup ezan saatini bekleyen, mırra içip sohbet eden yaşlıların nasırlı yüzlerini gördü. Ciğer kebabı pişiren ustanın el çabukluğunu kedilerin gözlerinden izledi. Balıklıgöl’ün hikâyesini şehre gelen turistlere anlatmak için koşuşturan çocuk seslerini duydu. Renk renk ipekli kumaşın, kilimin, çeşit çeşit bakır eşyanın satıldığı çarşılarda gezindi. Her köşe başında bir polis gördü. Bakırcılar çarşısında bakır işleyen ustaların çekiç sesleri yüreğinin sesine karışıyor, taşlar üst üste konunca duvar oluyor, sonra korkuları duvarları birleştiriyordu içinin kalelerinde. Sanki artık o duruyor, gölgesi yürüyordu taşların yüzünde...
           Avlularda öbek öbek kümelenmiş dükkânlardan oluşan çarşılara zamanın eli sanki hiç değmemiş gibiydi. Bakırdan hediyelik eşyalar, bakraçlar yapan ustalar suskun ama çekiçleri hep konuşkandı. Esmer yüzünü beyaz sakalının aydınlattığı ellili yaşlardaki bir bakırcı ustasının çalıştığı dükkânının önünde durdu. Hediyelik saat işleyen bu adam işiyle öyle meşguldü ki Zilan’ı epey geç fark etti. Yumuşak bir sesle; “ Buyur kızım, ne istemiştin?” dedi. Zilan; “Bakıydim, sadece bakıydimemmi!”diye karşılık verdi yutkunarak. Usta Zilan’ın gözlerindeki o kırlangıçları görünce yumuşadı onun da içi, tatlı bir ifadeyle başını sallayıp; “Bakır işlemek sabır işidir, emektir kızım. İlmek ilmek yüreğini nakışlamak, kendine varmaktır en çokta” Sesi öyle yumuşaktı ki, bazen elindeki çekicin sesi bile onun sesinden daha gür çıkıyordu. İnsanın yüreğini bakıra işlemesini yaşlı adam değil de çekiç söylüyordu sanki. Dükkânın içerisindeki diğer tezgâhta on beş, on altı yaşlarında bir genç de bakır işlemekteydi ama gözlerini ustasının ellerindeki hünerden de ayıramıyordu bir türlü. Usta çırak ilişkisinin mağrur saygısıydı bu çocuğun yumuşak bakışlarındaki. Daha küçük bir çocuksa yapılan saatlere pil takmakla meşguldü. Kazan kaynıyor; hayat ekmeğin bir parçasını da bu yaşlı adama ve çıraklarına veriyordu. Zilan yaşadığı acıları düşünüp yaşlı ustanın söylediklerine dalmış gitmişti oracıkta. Nasıl bir şeydi acep insanın kendini işlemesi, neydi ki sabır? Belki kendine bir cevap bulmak, belki de hayatın acı buyruğuyla bir cevap vermek istiyordu bu ihtiyara. Sahi neydi sabretmek? Adamın yüzü yağmur kokan bir bulutu andırıyordu. Bundan cesaret alıp apansız sordu ona aklından geçen tüm bu soruları. Üzerine Balıklıgöl manzarası işlenen levha yavaş yavaş bitmek üzereydi. Ön kısmı açık dükkândan içeriye sızan ışık, ilk raflardaki hediyelik bakır eşyaların yüzünde ışıldıyordu.“Sabretmek büyümektir kızım. Çorak toprakta hayat bulan papatyanın nasıl büyüdüğünü bilir misin? Sabreder, çünkü bilir bunun hayatın kendisi olduğunu. Bazen yaşamaktan gına gelir, bazen ölüm yanı başımızdadır, işte tüm bunlara dik durabilmektir, yaşamakta inat etmektir sabır. İnanmakta sabır işidir, sevmekte, büyümekte kızım, büyümek!” O an Zilan kendini anlatılan papatyaya öyle çok benzetti ki; her şeyi ustaya oracıkta anlatmayı bile düşündü. Gözleri raflardaki bakraçların yüzündeki gün ışığı gibi ışıldadı. Sözcükler tıkandı boğazına da sustu kaldı. Bu közün külde saklanmasıydı, yanmak istiyordu fakat içindeki korkular bu cılız ateşi söndürüvermişti oracıkta.“Kolay gele emmi! dedi. Dükkândan çıkarken duvarda ustanın çalıştığı tezgâhın tam üzerinde bakır panoya ustalıkla, özenle işlenmiş bir resmin kendisine sertçe baktığını gördü. İple tavana asılı çıngıraklardan birine çarptı, bu ses içindeki korkuların sesi gibi çınladı dükkânın içerisinde.  Usta, başını mağrur gülümsemesiyle yumuşakça eğerek Zilan’ın gözleriyle konuşup ne dediğini anlamışçasına işine devam etti.
           Alelacele bir kuyumcuya girip, küpeleri bozdurdu. Küpeler altmış beş lira etmişti. Paranın yirmi beş lirasını verip İstanbul’a giden ilk otobüse biletini aldı.

           Korkuları yanı başında, yolu uzun ama umudu büyüktü.


*

           Yirmi iki numaralı koltukta gözlerinin karasında parlayan bir yıldızdı Seyit; aklında sadece o vardı, başka hiçbir şeyi düşünmüyordu. Seyit’e tutunmanın umuduyla Taksim’i hayal etti. Televizyonda izlediği bir iki filmi getirdi gözünün önüne, orada Seyit’in onu beklediğini bile düşledi. Otobüsün camından dışarı bakıyor, baraj göledinde biriken suların toprağın boynuna taktığı zümrüt yeşili kolyenin ışıltısını gördükçe huzur buluyordu.  Bir bir ardında kalan pamuk tarlalarını, pamuk tarlalarında geçen günlerini, parmak uçlarının inceldiğini hissediyordu. Bu iyimserliği kâh bakır ustasının sabır üzerine söyledikleri, kâh Seyit’e tutunmanın umuduyla ovanın boşluğunda gözüne takılan yapayalnız bir çam ağacını annesine benzetene kadar devam etti. İşte o an büyük ve yıkıcı bir bozgun aklına yerleşiverdi apansız. Annesinin suskunluğu, babasının karanlık yüzü, yaşadıklarının acısıyla yüreği gene dara düştü. Düşündükçe içindeki çaresizliğe daha bir düğümlenir oldu. Köylülerinin onun hakkında neler konuşacakları, babasının öfkeyle annesine neler yapacağı geldi aklına, içindeki derin umutsuzluk acı bir sızıya dönmüş, yüreğine kara saplı bir bıçak gibi saplanmıştı. Çanlar ölümü çağırırcasına içindeki karanlık mabetleri çınlatıyor, tüm korkuları bir kez daha bu güzeller güzeli kızın kırlangıçlarla dolu yüreğinde topluyordu. O an Zilan’ın yüzüne kim baksa, bu yüzde sadece ölümü görürdü.
      Zilan’ın düşünceleri, yanında oturan yaşlı kadının kolunu çekiştirerek; “Yolculuk nereye kızım? seslenişiyle bölündü. Otobüsün pencerelerinden uzayıp giden boşluğa bakarak “İstanbul’a” diyebildi ya kadın sordukça soruyor, bana mısın demiyordu.
            Otobüs, İstanbul’a mal almaya giden tüccarlar, memurlar, öğrenciler, gurbetçilerle doluydu.  Zilan’ın arkasındaki koltukta fakültede okuyan gençler vardı. Elindeki kalınca bir kitabı okuyan sağdaki gencin yüzü hem umutlu, hem umutsuz, küçük yuvarlak gözlüklerle çevrili ve suskundu. Arada bir kitabı kapatıp düşüncelere dalıyor Zerdüşt’ün ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. Yanındaki öğrenci ise okuduğu gazeteden suskun arkadaşına dönerek, her habere bir yorum yapıyordu. Önündeki koltuktaysa geçen sefer dolandırılmaktan nasıl kurtulduğunu yol arkadaşına övünerek anlatan şişman bir tüccar oturmaktaydı. Adam saçlarını boyatmış, ağır bir koku sürünmüştü. İyi kumaştan parlak takım elbisesi, ikide bir bakmaktan zevk aldığı altın kaplama bir saati vardı. Onu dinleyense, daha sade giyimli ve zayıftı. İki memursa, OHAL izninden yararlanıp, ailelerinin yanına gidiyordu. Esmer yüzlü suskun birçok erkekse, iş aramak için gurbet yolcusuydular. Gurbetçilerin kimi uyuyor, kimi türkü dinliyor, kimi de tüccarın anlattıklarına kulak kabartmış, can kulağıyla anlatılanları dinliyor, abartılı buldukları kısımlarda dayanamayıp içlerinden okkalı bir küfür sallıyorlardı.
         Zilan aklını kaplayan bu karanlık düşüncelerin içinde bocalarken, birdenbire ölmesi gerektiğinde karar kıldı. Herkesin ölmeye hakkı vardır! diye geçirdi içinden. Otobüs durduğunda inip kendini kayalardan aşağıya atacak, yazgısına son verecekti. Arkasında bırakacağı hiçbir şeyinin olmaması onu bu kararında adeta kamçılıyordu. Ha varım, ha yokum, ne fark eder ki!dedi fısıltıyla. Sustu! Karanlık bir susuştu bu.
           Epey zaman korkularıyla yol aldı, artık Urfa’nın sonsuz düzlükleri yerini başı dumanlı dağların suskun zirvelerine bırakmıştı. Havanın karardığı saatlerde otobüs ani bir frenle durdu, şoför aşağıya indirildi,  sonra da içeriye başında puşisi otuz yaşlarında var yok, yüzü sakallarla kaplı bir adamla birkaç kişi girdi. Kimlik kontrolü yapıp, otobüste bulunan insanlara özgürlük için savaştıklarını söyleyip bu toprakları baskıdan kurtarmak, yurtlarını özgürleştirmek için dağa çıktıklarını anlattılar. Otobüse ilk girenin konuşması düzgün bir söylevi andırıyor, yüzünde sakin bir heyecanın ideali okunuyordu. Diğerleri daha biçimsiz davranışlar sergiliyor ve genelde susup verilen emirlere uyuyorlardı. Yolcuları tek tek inceleyip tüccarlara ve devlet memurlarına hakaretler içeren sözler söylediler. Konuşkan tüccar suspus olmuş, memurların rengi iyice kaçmış, yüzlerini ölüm korkusu kaplamıştı. Yüzü sakallarla kaplı adam, Zilan’ın kırlangıçlar uçuşan o kapkara gözlerine bir müddet baktı ve isminin anlamının baharda açan bir çiçek tomurcuğu olduğunu söyledi. Zilan’sa diğer yolcular gibi adamın karşısında susup kalmıştı, hâlbuki az önce ölmeyi geçiriyordu aklından. Herkese bir takım yazılı bildiriler dağıtan bu silahlı grup arabadan çarçabuk inip karanlığın öteki uçunda kayboldular.
            Bu olaydan sonra otobüse endişe de binmiş gibiydi. Tüccar ve yanındaki arkadaşı susmuş, şoför arabayı daha hızlı sürmeye başlamıştı. Öğrencilerden çok konuşanın yüzünde ise tarifsiz bir heyecanın mutluluğu vardı. Zilan, adının hiç bilmediği anlamını düşünüyordu. Yanındaki kadın bol bol dua okuyor, sağ salim oğluna kavuşmak isteğini yüksek sesle yineliyordu. Az ilerde bir kez daha durdu otobüs. İçeriye üniformalı genç bir subay ve askerler girdi. Şoför az önce başlarına gelen her şeyi çabucak anlattı. Subay otobüstekilerin kimliklerine baktı, tüccarların ve memurların başına gelenleri dinledi, öğrencilerin okuduğu kitaplara karanlık bir bakış fırlattı. Gurbetçilerse suskun,  yalnızca yaşlı kadının dualarını dinliyor gibiydiler. Subay tıraşlı parlak yüzüyle Zilan’ın kara gözlerine uzun uzun baktı. Bu gözlerde aradığı cevabı bulmuş olmalıydı ki hiçbir şey sormadı. Sonra askerler de gittiler. Otobüs herkesi bir yerlere götürürken, bazılarınıysa bir yerlerden kopardığını bilmeden ilerlemeye devam etti.
            Ölüm düşüncesi ve ölme hakkı tüm bu yaşananlardan sonra Zilan’ın kafasını epeyce karıştırmıştı. Neden ölüme bu kadar yaklaşmışken, bir gün olsun fazla yaşamak için koltuğunda susup kalmıştı? Yaşamın tüm zorluklarına, çilelerine rağmen, nasıl bir şeydi acaba şu yaşamak dedikleri sır?  Niçin kolay kolay ölümü seçemiyordu insan? İşte tüm bu soruların cevapsızlığında bir kez daha anımsadı adının anlamını. Yaşlı bakırcı ustasının söylediklerini düşündü. Niçin hiç bir çiçek bahara kayıtsız kalmıyor, neden her çiçek sırası geldiğinde açıyordu? Yaşamak, sırf yaşamak mıydı yoksa o bilinmeyen sır? Zilan içindeki kırlangıçla yorganın altında konuştuklarını da anımsadı. Sularıyla herkese yaşamı bağışlayan o efsunlu abı hayat çeşmesinin başında, gözbebekleri epey zamandır unuttuğu ışıltıyla yeniden ışıldadı. Sustu yine! Bu susmak değil, aslında anlayan için hayata verilmiş koca bir cevaptı…
            Otobüs ilk konaklama yerine vardığında yolcular tüm yaşananların gerginliğinden kurtulmak istercesine tertemiz havayı içlerine doyasıya çektiler. Dağlar dimdik dikeliyor, yollar kıvrım kıvrım akıyor, yer gök sonrasız bir griliğe batıyordu ufukta.
             Zilan çimenlerin arasındaki bir avuç birikintiden su içen serçelerle göz göze geldi, sonra annesinin elini sımsıkı tutan küçük çocuğun mutlu yüzünü gördü. Başı önüne eğik suskunca yürüdü; ölmek, ölüme yürümek hiç de kolay değildi. Tüm yolculardan önce arabaya binip koltuğuna oturdu. Bütün bu anda içinde büyük bir sevginin amansız özlemini duyumsayarak aklına Seyit’i getirdi, yüzünü tatlı bir gülümseme kapladı…

*

            Sabahın kül grisi, yerini günün ilk ışıklarına bıraktığında Zilan’ın geride bıraktığı bu toprak damlı evde bir kişinin eksildiğini bilen anne aslında o gece hiç uyuyamamış, kızının parmaklarının uçuna basa basa gidişini görmüş, yüreğinin karanlık odasından çıkıp ona; “Gitme! Gitme kızım!” diye haykıramamanın bütün acısını yaşamıştı. Acı, bu suskun yüzü ikiye bölen o derin çizgiyi, kınından çekilmiş bir kılıç yarası gibi açığa çıkarmıştı yüreğinde.
            Sabah tüm aceleciliğiyle bütün gerçekleri ortaya çıkardığında annesi kocasının öfke dolu hakaretlerini duydu. Kocasının yüzü küfürden bir kaleyi andırıyordu. Tüm öfkesiyle karısını döven adamı diğer çocukları tutmaya çalışsa da bu hiçbir işe yaramıyordu. Annesi tüm bu olan bitene aldırmadan sadece Zilan’ı düşünüyor, o aklına geldikçe içinden dualar ediyordu. Kocası kapıyı öfkeyle çekip gidinceye kadar susup dayak yedi, sonra çocuklarını etrafına toplayıp hepsini bilinçsizce öpüp koklamaya başladı. Bu tıpkı bir tavuğun yavrularıyla birlikteliğine benziyordu.
            Babası yüzünü öfke bürümüş, kendi kendine konuşarak, nereye gittiğini düşünmeden yürüyordu. Yolda karşılaştığı bir kaç kişiye selâm bile vermedi. Aklında bu olaya dair bir sürü endişe, en çokta bütün köye rezil rüsva olduğu düşüncesi vardı. Harran’ın göz alabildiğince uzayıp giden boşluğuna düşüncelerini bırakmak istiyor ama bunu bir türlü başaramıyordu. Allah’a dualar ediyor, bu işin sonunu hayırla bitirmesi için ona yalvarıyordu. Apansız kızı için aldığı başlık parası da geldi aklına, sonra da o paradan geriye fazlaca bir şey kalmadığı…
            İşte o zaman yüzü daha da bir karardı. Lânetler okuyor, dualar ediyor bilinçsizce tıpkı bir deli dibi hızlı hızlı yürüyordu. Harran’ın kurak toprağında iri bir kayanın dibinde kabuk değiştiren bir yılana rastladı. Sonra susadığını hissetti, dudaklarının çatlağında dilini gezdirdi, üst üste kaçak tütünden sardığı acı sigaraları içti.
            Saatler sonra yorgun argın evine döndü. Karısını çocuklarını sarıp sarmalamış, öpe koklaya gözyaşları içinde kaygıyla öylece bekliyor buldu. Doğruca içerdeki odaya girdi. Yatağa uzandı. Aklı karanlığa bata çıka gözlerinde iğnenin ucu kadar fer bırakmamıştı. Ne günah işlemişti de tüm bunlar gelmişti başına? Kime ne kötülük etmiş, kimin itini taşlamıştı? Kendi yağında kavrulan bir garip âdemdi işte! Şimdi şerefine, haysiyetine kızının çaldığı bu karayla bu dünyası da, ahireti de onparalık olmuştu. Utanmadan, sıkılmadan hangi yüzle çıkacaktı insan içine? Aklını ele geçirmiş bu karanlıkta törelerin karabasanında kalakalmıştı. Bu düşünceler içerisinde ateşi yükseldi, ter içinde kaldı. Vücudu yavaşça tüm bu yaşadıklarına bitkin düştü. Bayıldı.
            Saatler sonra gözlerini açtığında elinde ıslak bir bez karısını başucunda bekliyor buldu. Karısının yüzündeki morlukları gönül gözüyle görünce içinde tarifsiz bir başka acıyı duyumsadı. Başlık parasını denkleştiremeyip, Fırat’ın azgın sularını seyre dalarak onu kaçırma düşleri kurduğu günlerin ateşi gelip bir kez daha dağladı içini. Gözleri kadife bir bakışla doldu. Bu şefkatti; hayatın en narin, en yüce, en anlamlı duygusu…
            Karısıyla uzun uzun bakıştılar, gözleri birbirini anlıyor ama dilleri hiçbir şey konuşmuyordu. Apansız Zilan’ı bulup geri getirmeyi, onu kocasına kendi eliyle götürmeyi, tüm olan biteni kocasına binbir yeminle, yalan dolan izah etmeyi düşündü.  Bu fikrini karısına da anlattı. Kadın suskunca dinledi. Tüm gücüyle yataktan kalkıp elbiselerini giyindi. Gizlice, kimseye görünmeden köyden çıktı.

            Gerçek, mağarasından çıkmış; hayatın tüm yükünü bir kez daha kuşanmıştı.

*

            Otobüs boğaz köprüsünü geçerken bir kartpostal fotoğrafının içinden geçiyordu sanki. Mavi defter, büyülü bir tılsım gibi şehrin her tarafında tüm yaşayanlara gülümsüyordu. Martılar göğün kanatlarıymışçasına umarsızca süzülüyor, boğazın iki yakasında öbek öbek yeşermiş erguvanlar baharı müjdeliyor, irili ufaklı gemilerin korna sesleri insana umut veriyordu. Mavi defterin yıpranmış ama hâlâ okunan sayfalarında tarihin izleri insana hayatın bir ömürden ibaret olmadığını haykırıyordu. İstanbul Zilan’ın kara gözlerine tıpkı bir panayır yeri gibi kurulmuştu, işte o an yüzündeki mavilikle o da gülümsedi.
           Yolculuk bitmişti. Otogarın araç trafiğinden etrafa yayılan eksoz kokuları insan kalabalığının gürültüsüne karışıyordu. Büyükçe bir duvar saatinin akrebi dokuza yaklaşmaktaydı. Saçlarının kâkülleri yaşmağının aralığından yüzüne düşüyor, yüzünü iki eşit parçaya bölüyordu. Yaşlı bir simitçi sıcak gevrek simitlerle dolu tepsiyle yanından geçti. Açlığı ve yorgunluğunu hissetti, bodur çam ağacının yanındaki banka oturdu. Elinde sıkıca tuttuğu zarfın üzerindeki adresi gözleriyle birkaç sefer okudu; Tarlabaşı Bulvarı. Memiş Sok. No:2. Taksim
           Yaşlı simitçi yanına vardığında; “Bir simit! dedi yorgun sesiyle. Simitçi gazete kâğıdına sardığı simidi Zilan’a uzattı. El yakıyor, mis gibide kokuyordu mübarek. Parasını verirken adresi sormayı geçirdi aklından. Simitçinin sarıca tombul yüzüne çekinerek bakıp; “Hele bir bak emmi aha bu adresi arıyam ben, bilisen?  Adam adres yazılı zarfı eline alıp biraz düşündü. Zilan’ın bir tutam saçının ikiye böldüğü yüzüne bakarak;“Taksime gideceksin(parmağıyla göstererek) aha şuradaki otoboslarla. Orda Tarlabaşı’nı sor… Varınca bir polise bu sokağı sor. O sana gösterir.(biraz suskun kaldı) İstanbul’a daha önce gelmedin hemi! Oralarda öyle her adama da adres sorma sakın ha kızım.  İt, kopuk yatağıdır! Tekin yerler değildir oralar; hırlısı, hırsızı hep oralardadır” Duraksadı. Bir yudum nefes aldı; “Nerelisin sen? diye sordu babacan bir sesle. Zilan simitçinin çok konuşkan ama iyi niyetli biri olduğunu geçirdi aklından.“Sarıcalı köyündenim emmi” dedi. Gülümsedi simitçi. İçten, sıcacık bir gülümseyişti bu. Dolu tepsiyi yavaşça başına kaldırıp dengeledi, arkasından kendisini izleyen sesiyle oradan uzaklaştı. “Taze taze simitlerim var, simitçiii…”
            Seyit’ten gelen adresi tarif ederken yaşlı simitçinin söyledikleri ise bir süre daha orada kalmış, hiçbir yere gidememişti. Zilan simitçinin söylediklerini düşündü. Hırlı ve hırsız yatağında mı kalıyordu acep Seyit? Başı belada mıydı yoksa? Darda mıydı, gelmese miydi? Gelmişti işte! Kalktı, simitçinin tarif ettiği durağa doğru yürümeye başladı. Durak tıklım tıklımdı, ilk otobüs sıra ona gelmeden dolunca ona binemedi. İkinciyi beklerken kırmızı elbiseli, siyah saçlarını sarıya boyatmış, kalın dudakları bütün yüzünü kaplayan, sürdüğü ağır koku rüzgârla sanki tüm İstanbul’a yayılan bir kadın gelip dikeldi yanına. İçinden; artist olmalı her hal bu kadın, diye geçirdi Zilan. Öte yanındaki gençler kadın hakkında birbirleriyle konuşuyorlardı; “Kerem şu kırmızılı ibneyigörüyon mu la?” diğeri cevap verdi; “He la tıpkı karı gibi Allahıma!”
            Her durakta dura kalka, tıklım tıklım dolan bir otobüste, inip binen yolcuların telaşı içerisinde, aklında binbir düşünceyle Taksim’e vardı

            Meydana inceden yağmur çiseliyordu.


*

            Toprak renkli sıvaları yer yer dökülmüş üç katlı eski bir Rum evinin en üst katında uyanıverdiğinde güneş henüz doğmamış, sessizliğin büyüsü bozulmamıştı daha. Elini yüzünü yıkayıp aynadaki görüntüsünü yokladı. Sonra bir sigara yaktı. Midesindeki kuruntunun ilacı da bu değildi ama alışkanlıktı işte. Bir şeylerin boşluğuna üflediği şu duman da olmasa neye tutunurdu kim bilir? Kalın, kirli perdeleri aralayıp, ahşap pencere pervazları artık iyice çürümüş pencereyi açtığında içeriye dolan sabah rüzgârının kokusunu duyumsadı. Hayat kadar mucizevîydi.  Altı aydır üç gurbetçi kalıyorlardı bu evde. Bulmaları da kolay olmamıştı. Aslında hemşerileri yardımcı olmasa bu iş olmazdı ya, kirası da baya bir uygundu hani. İkinci katta Afrikalı göçmenler kalıyordu. Hepsi birbirine benzeyen bu kara derili adamların isimlerini bir türlü tutamıyordu aklında. Siyah yüzlerinin ardında dört gözle bekledikleri bir haber var gibiydi geliyordu ona, gözleri çaresizliğin denizlerinde ışıldayan fenerleri andırıyordu. Alt kata geçen hafta iki üniversiteli taşınmıştı. Ramazan’ın dediğine göre; biri hukukta okuyormuş, diğeri edebiyatta. Edebiyatın ne olduğunu düşünecek gibi oldu bir ara, sonra boş iş n’olcak diye söylenip çıkardı aklından. Yıkılacağı söyleniyordu buraların. Evin arkasındaki küçük bahçede bakımsızlıktan otlar çoktan diz boyunu bulmuştu. Ayın biri dedin mi kirayı hacının bakkalına bırakırlardı. Mal sahibini tanıyan yoktu. Söylenene göre içerdeymiş adam. Dansöz sevgilisini mi bıçaklamış ne. Uzayıp giden sokağın yoksul sessizliğini izlemeye kendini kaptırmışken Memed’in sesiyle ayılı verdi;
           “Ula Seyit çayı komamışsın daha!”
           Birlikte inşaat işlerinde çalışırlardı bu Memed’le. Binaların dışına demir iskeleler kurar; sıva, boya işleri yaparlardı. Çokça yevmiyeci giderlerdi dahası. Memed bu işleri daha iyi bilir, çokça işleri de zaten o bulurdu. Baba mesleği derdi, yorgunluktan da kaçmazdı işinde. Evli, dört çocuk babasıydı. Kışları Ağrı’daki köyüne gider, yazın gurbetçi gelirdi buralara. Seyit’in de ustası sayılırdı bir nevi ama sonu yoktu böylesi bir hayatın. İşi yapan değil, yaptıran aracı taşeronlar kazanıyordu bu işlerde. Hak, hukuk da aranmazdı bu işsizlikte. Ramazan Memed’in köyden akrabasıydı, amelelik yapardı yanlarında. Eli yatkındı işe. Liseye kadar okumuş, babası ölünce bırakmıştı çaresiz. Gönlü yoktu ya bu işlerde, çalışmaya mecburdu; üç kız kardeşi vardı.
           Kahvaltı yapılmış, cep telefonları açılmış, inşaatın yolu tutulmuştu. Dar sokaklarda hayatın akışı hızlanmış, sabah yeli yerini egzoz dumanlarının kirli kokusuna bırakmıştı. İnşaata geldiklerinde taşeronun öfkeli küfürlerle söylendiğini gördüler. Malzeme mi gelmemiş ne? Yapacak bir şey yokmuş, bugün cepten gitmiş hani. Bu işlerde olurmuş böylesi. Memed Usta da bunu fırsat bilip karşıya kardeşine gitmek için ayrılınca Seyit Ramazan’la mahalleye dönüverdi çaresiz.
           Çalışmadıkları zaman mahalle kahvesine takılır gün boyu kâğıt oyunu oynarlardı. Kimi de altılıya ganyan oynamaya giderlerdi. Hiç tutturduğu yoktu ya bir umuttu hani. Bazen tutturduğunu düşünür Zilan’ı anımsardı apansız. Parasızlığın öfkesiyle üst üste sigaralar içerdi de geçmezdi bir türlü ciğerine saplanan o karanlık acı. Oradan oraya, oradan oraya neler görmüş, neler yaşamıştı şu koca şehirde. İnsan yerine konmanın tek ölçüsüydü para. Parasız kaldın mı çık çıkabilirsen içinden hayatın. Zilan’ı unutmuş, ama içinde kalan o ilk sevdanın tılsımlı titrek ışığını unutamamıştı. Yok, yok kendini kandırıyordu yine, nasıl unuturdu o nar ağaçlarının altında ürkek bir ceylan gibi kovaladıkları zamanları? Neden saklanıyordu da apansız çıkıyordu bu anılar karşısına böyle? Yaşlı anacığının duaları geldi aklına, sonra da kaçakçı babasının yazgısı... Ramazan da iyi çocuktu. Kürt’üz biz Abi, ondan bunlar! derdi. Bu koca şehirde Kürt olmanın mı, yoksa yoksul olmanın mı yazgısıydı şu yaşadıkları? Ne Kürtler tanımıştı hâlbuki! Misal taşeronları da Kürt’tü. İliğine kadar sömürürdü adamı, birde sen de bizdensin demesi yok muydu, en çokta buna fitil olurdu. Zilan’ı alan ağa da, ona o tazecik kızı veren babası da Kürt değil miydi? Ne zaman bunlar aklına gelse boğulacak gibi oluyor, uyku tutmuyordu gözünü sabaha dek. Bu işlere benim aklım ermez der, kısa yoldan çıkardı işin içinden.
           Gün geçmek bilmiyordu. Oysa Beyoğlu hemen şurası, gidip bir dolaşıp gelmek var. Saraylar, oteller, insan seli ama bir isteksizlik vardı içinde, hava da kapalıydı, yağacak mı ne? En iyisi ganyana gitmekti. Üç, beş kuruş verelim şansımıza belli mi olur. Bakarsın! Hadi be kendini kandırma yine! Ramazan’la ganyana vardıklarında içerdeki herkesin üç aşağı beş yukarı aynı hayallerle burada oldukları gözlerindeki solgun umut ışıltısından belliydi. Altılı programına baktı, işi bilenlerin tiyolarını dinledi, bir kupon yapıp yatırdı.    Atlar koşuyor, zaman geçiyor, İstanbul’a inceden yağmur yağıyordu.
            Sevincini bir türlü gizleyemeyen Ramazan buldukları altılının ne kadar vereceğini Seyit’ten daha çok merak etmekteydi. Gerçi hep favori atlar gelmişti ama havadan gelen paranın tadı da bir başkaydı. Tam üç yüz otuz lira kazanmışlardı. Bir haftalık kazançları kısası! Ne güzel şeydi havadan para kazanmak, meyhanenin loş ışıkları altında bile geçmemişti heyecanı Ramazan’ın. Yakışıklı çocuktu. Esmer çehresi bu loş ışıkta ay gibi ortaya çıkıyor, bakışları daha da çekici oluyordu, ama daha bilmiyordu rakı içmeyi.“Milli oldun mu lan sen?” diye sordu Seyit alaycı bir gülümsemeyle. Ürkek sesiyle, biraz duralayıp, kendine güven kazanarak;“Ayıpsın Seyit Abi! O da sorulur mu? Sakso bile çektirdim evvelallah! Ne sanıyon bizi!”
            Seyit cep telefonunu çıkarıp nataşaları ararken, bu kadınların hünerlerini de anlatmayı ihmal etmiyordu. Bir saat sonra ortalığa akşam serinliği çöktüğünde gelen iki sarışın önce parayı sordu, sonra da evin yolunu.

          Anna ile Katya Sovyetler çökünce Rusya’dan daha çok para kazanmak için İstanbul’a gelmişlerdi.Katya biriktirdiği parayla Moskova’da nişanlısıyla birlikte bir moda ajansı kurmayı hayal ediyor, bu işi rahat yaşamanın o tatlı albenisiyle yapıyordu. İstanbul’a nişanlısıyla birlikte gelmişler ama o iş bulamadığı için geri dönmüştü. Katya’nın kısa zamanda en çok para kazanabileceği işin fahişelik olduğunaysa birlikte karar vermişlerdi. Aslında oldukça da zevkli ve basit bir işti bu. Hem Türk erkekleri de oldukça cömerttiler. Katya orta yaşlı, evli erkeklerin daha cömert olduklarını bildiğinden genelde onları tercih ediyordu. Yatakta çeşitli numaralar denemek kimi ona farklı cinsel duygularda yaşatırdı. İstanbul’da geçirdiği zamanın ona öğrettiği kimi bilgileri lehine kullanmak, bunlardan yararlanıp daha çok kazanmak üstüne de oldukça ustalaşmıştı: İster patron, ister işçi olsun Türk erkekleri kadınlarını hep kıskanır ama fırsatını bulunca gizli gizli bu işi yapmaktan da hiçbir zaman geri kalmazlardı. Zaman geçiyor, para ummadığı kadar kolay birikiyordu.  Katya kimi zaman bir dilim muz için kardeşiyle kavgaya tutuştukları çocukluk yıllarını anımsar, fabrikada çalışan annesinin yaprak sarısı yüzünü aklına getirir, onun yaptığı tablolardaki kuğuların eğri boyunları içini burksa da güçlü iradesiyle bu duygulara yenilmemeyi de bilirdi. Anna’yla İstanbul’da tanışmışlardı. Çocuk bakıcılığı yaptığı evin orta yaşlardaki saygıdeğer beyi pahalı hediyelerle onu baştan çıkarmış, tüm tazeliğini kullanmış, sonra da kapı dışarı etmişti. Fahişeliğin acemilik günlerinde en büyük korkuları sınır dışı edilmek olsa da, zamanla polislere rüşvetlerini uygun yolla nasıl vereceklerini öğrenmişler, kimi zaman da devriye arabalarına konuk olmuşlardı. İşte bu gittikleri ev de her hangi bir ev, bu adamlar da her hangi bir müşteriydi yalnızca.
            Ramazan ilk kez sevişeceğini Seyit’ten gizlese de kendinden gizleyemiyor; kadın, onun ürkek bakışlarında bu tazeliği gördüğünden olacak ki cilveli cilveli gülüyordu. Esmer teni kadının güz rengini andıran bedeninde çözüldüğünde, içindeki dizginsiz kabarışları ilk kez yaşamanın ateşten kıvılcımları Ramazan’ın gözlerinde ışıldıyordu. Seyit diğer odadan sesleniyordu arada “bacanak” diye ama bu sesleri duyacak hâli kalmamıştı artık Ramazan’ın. İşte tam da o an kapı zili uzun uzun çaldı. Sonra nataşaların polis korkusuyla söylenmeleri aldı yerini bu çınlamanın. Biraz sessizlikten sonra zil sesi tekrar bu sefer daha uzun, daha yabancı geldi içerdekilere. Seyit kalkıp yarı çıplak kapıya yöneldiğinde içerisi artık iyice sessizleşmişti. Afrikalılardır, dedi. Güldü, garipsedi kendini. Yoksa Memed Abi mi dönmüştü? Yok, dönmezdi ama belli de olmazdı hani. Kapıyı açınca Zilan’ın kapkara gözlerini apansız karşısında buldu. Issız çölün yüreğinde bir vaha özlemi gibiydiler, ardından da nataşaların meraklı seslenişini duyumsadı.
          “ Kimdir o?”

           Dağınık, yıkık, çocuksu bir öfkeyle sessizce kalakaldı bakışları.

*

            Otobanda indi otobüsten. İkinci gelişiydi Dilovası’na. Kardeşi buraya on yıl önce göç etmişti. Limanda yükleme işinde çalışıyordu, iyi de yapmıştı göçmekle buraya. Urfa’da çorak toprağı aç acına bekleyip de ne yapacaktı? Dört çocuğu vardı, şükür hepsi de erkekti. İkisi beşi bitirmiş babalarıyla çalışıyorlardı. El ele verdin mi dağ bile dayanmazdı çalışana. Onunsa uzun süre çocuğu olmamıştı. O uğursuz dayısının ismini koyduğu şu kızının yaptığına hayıflandı yürürken. Kız çocuğu başa belaydı ya sabır da dinin direğiydi. Ovaya kurulu çelik ve boya fabrikalarının bacalarından gökyüzüne salınan atıkların havadaki ağır kokusunda tozlu yollardan yürüyüp dik yokuşu çıkarak vardığı izbe görünümlü gecekondu mahallesine geldiğinde bile aklında hep aynı soru dolanıyordu. Nerede bulacaktı Zilan’ı? Hele bir bulsaydı gerisi kolaydı. Bahçe kapısında karşılaştı ilkokulda okuyan yeğeniyle. Gelip elini öptü şaşkınlıkla çocuk. Anası saçta ekmek pişiriyordu, babası işteydi. Koşarak gitti çağırmaya. Onlar gelene kadar oturup kaldığı divanda düşündü. Hemen söyleyip telaşa vermemeliydi ortalığı. Gelin de köydendi, babasına Tahtabacak derlerdi, kaçağa giderken mayına basıp sakat kalmıştı. İyi kızdı, töresini, büyüğünü, küçüğünü bilirdi. Sessizce gelip elini öptü gelin. Yemek koydu, pişirdiği lavaş ekmeklerinden sıcak sıcak yağlayıp getiriverdi. Kocası işteydi, akşama gelirdi. Uyusundu. Yol yorgunluğunu bilirdi. Uyuyacak hali mi vardı ama yine de sessizce gidip misafir odasında hazırlanan yer yatağına uzandı. Zaman çıngırağını salladıkça vakitler geçiyor, hayat devam ediyordu.
            Kardeşi işten geldiğinde ortalık iyice karamıştı. Haberi gelin muştulamıştı kapıda. Ne iyi etmişti de gelmişti. Dün akşam rüyasında bile görmüştü köyü. Limanda iş on iki saatti ya geç geliyordu böyle. Bu işsizlikte ne yapsındı? Yüklemenin müteahhidi de hemşerileriydi; komşu köyden Ali Emmi’nin oğlu. Burada baya düzeltmişti durumunu. Beş katlı evi, arabası vardı. Dini bütün bir adamdı da. Beş vakit namazını bırakmazdı. Çay içip epey konuştular. Köyü anlattı. Değişen bir şey yoktu. Pamuk da kısırdı bu yıl. Fındığa gidenlerde çoktu köyden. Niye geldiğine dairse pek bir şey demedi. Niyetim var buralara gelmeye, diye çıtlattı bir şey sezdirmemek için. Namazlarını kıldılar. Çocuklar da kılıyorlardı. Evde bolca din üzerine konuşan yeğenlerini görünce mutlu da oldu. Çok çok bilgili şeyhini ikide bir anarak bağlı olduğu cemaatten bahsetti en büyük yeğeni. İki yılı vardı daha askerliğe. Karanlık sessizlikte ovaya kurulu fabrikaların ışıkları her yanı iyice kaplamış yatma vakti gelmişti. Televizyonun fişi çekilince iyice sessizleşti ev. Yorgunluktan derin bir uykuya daldı. Uyandığında saat dokuza geliyordu. Kalktı. Gelin komşudan koşarak gelmiş kahvaltıyı hazırlamıştı. Suskundu. Harran’ın sessizliği nereye giderlerse gitsin yanı başlarındaydı bu kadınların. Yine kızı geldi aklına. Canı sıkıldı. Sakallarını eliyle tarayıp bir estağfurullah çekti. Yüzündeki endişe biraz aralanır gibi oldu. Kalkıp mahalle kahvesine gitti. Hemşerilerinden yaşlı birilerini gördü. Ne yaman güreş tutardı şu Mırzo Emmi? Oysa şimdi yürüyecek hali bile yoktu. Ölüm kapıya gelip dayandığında hayat zindan, diye söylendi içinden. O an birden anımsadı; Seyit’in babasının MırzoEmmi’yle yakın arkadaş olduğunu. Kıyıdan köşeden köyden haberleri anlatıp, Seyit’e getirdi lafı.  “İki ay önce uğramıştı bir, iyi oğlandı. Böyükşeherde çalışıyor, ekmeğinin taştan çıkarıyordu oğlan.” Çoğunu da Kürtçe anlatmıştı Seyit’e dair bildiklerinin, daha kolayına geliyordu Kürtçe konuşmak, ana diliydi ne de olsa. O gün kahve, cami derken akşam etti. Kardeşi gelince birlikte yatsı namazı için evden çıktılar. Yolda açtı durumu ağırdan ağırdan; “Zilan namusumuzu hiçe saymıştır kardaş, böyleyken böyle...” dedi. Kardeşi pek sevinmedi duyduklarına. Ürküye de kapıldı. Bela getirmişti Abisi. Sustu. Töreyi anımsar gibi baktı. “Seyit’e kaçmıştır, o soysuza, o gâvur tırnaklıya! Netti etti sonunda girdi kanıma kızın gâvur!” Kardeşi hep suskundu. Bıçak vursan açılmaz bir suskunlukta dinliyordu anlatılanları. Camiye girip namazı kılarken de aklına ikide bir Seyit geliyor, duaları karıştırıyordu. Cemaat oldukça kalabalıktı. Camide yer yok gibiydi. Cüppeli, sarıklı olanlar da çokçaydı. Ağır esans kokusu caminin her yanına sinmişti. “Dergâhtan bunlar Abi” dedi kardeşi. Namaz sonrası zikre kaldılar. Yüksek sesle zikir çekiliyor, çokçası Allah derken huşuyla kendinden geçiyordu. O da uydu biraz da sıkıntının etkisiyle. Rahatlamıştı. Allah’ın adı her şeyden yüceydi. Şeyh konuşunca cahilliğinden, bilgisizliğinden utanır gibi oldu. Seyit iti ikide bir aklına geldikçe de sıkıntı basıyordu içini. Çıktıklarında akşam serinliği iyice ortalığa dökülmüştü. Yanık kokusunu andıran ağır koku esen rüzgârla biraz azalmıştı. Onu sordu kardeşine. “Allah’ın hikmeti! Urfa öyle kokar buralar böyle. Ekmeğimiz gelsin de Abi, razıyız buna da. Çok şükür demeli ki yüce Mevla’m daha çok versin! dedi kardeşi teveccühle. Bir ara Zilan’dan söz açacaktı ki kardeşi, vazgeçti. Yarayı deşip, keyfini kaçırmanın sırası mıydı şimdi? Ağır adımlarla eve doğru yürürlerken iki genç betondan elektrik direklerine “Ekmek, Barış, Adalet yazılı afişler yapıştırıyorlardı. Gecenin sessizliği içlerini kaplamış, yürüyüp eve vardıklarında bir gün daha bitmişti. Günler günleri kovalıyor Seyit’in kaldığı yer gizliden, açıktan araştırılıyordu.

*

          Zilan uzun ve yorucu yolculuktan sonra karşısına çıkan bu manzarayı gördüğünde çiçekli bir dal gibi kırıldı içi. Olduğu yerde kalakaldı. Gitmek istiyor, gidemiyor; kalmak istiyor, kalamıyordu. Kendine geldiğinde yüreğindeki kırlangıç ruhunun karanlık mağarasında çoktan bir yarasaya dönüşmüş, Harran’ın bin yıllık yazgısı onu da annesi gibi suskunlaştırmıştı. Memed Abi’nin kaldığı küçük odaya yerleştirdiler onu. Zilan odaya kendini atıp, kapıyı ardından kilitlediğinde gözlerine birikmiş yaşları tutamadı artık. Günler gelip geçiyor ama onun o evdeki varlığının hiç kimse farkına varmıyordu, hatta kendisi bile o evde yaşadığının farkında değildi çokça zaman...
            Seyit’se Zilan’ı evin içinde böylesi biçare gördükçe kahroluyor, çoğu işe bile gitmiyordu. Apansız karşılaştıkları o an, oradaki kadınlarla yaşananlarının yüreğinde hiçbir izi olmadığını biliyor ama bunu Zilan’a anlatacak bir tek sözcüğü bulup haykıramıyordu. Artık günlerin karanlığı ikisinin de yazgısı olmuştu. Zilan’ın kendisine geldiğini düşündükçe yüreğini bir sabahın aydınlığı kaplıyor, töreyi anımsadıkça da bu aydınlık yerini karanlık bir korkuya terk ediyordu. Kız oğlan kız da değildi artık, başkasının karısıydı, hem de gaddarlığıyla ünlü mazot kaçakçısı bir korucubaşının. Oysa kendisi bir gün tok, bir gün aç, çulsuzun biriydi. Zilan’ın karanlık yüzlü babasını karşısında görür gibi oldu bir ara. İyice sıkıntıya kapıldı tedirginlikle. Evdekiler de huzursuzdu ya onlar da ağızlarını açıp bir şey diyemiyorlardı. Ne yapsın, nasıl çıksındı bu işin içinden bilmiyordu…
            İşten paydos edip Ramazan’la kahveye geldikleri bir gün içi yine bu sıkıntılarla öyle dolmuştu ki, soluğu meyhanede aldılar. Birkaç bardak biranın da cesaretiyle bu sıkıntılarını Ramazan’a anlatıverdi. Yetim büyümüş olduğundan olsa gerek ki, bu çocuğu kardeşi gibi seviyordu Seyit. Ramazan;  “Kemal Abi hukukta okuyor, hani şu yeni taşınan öğrencilerden esmer olanı.  Bir danışıp akıl alsan Seyit Abi. Belki bir faydası olur! deyip sustuğunda boş bira bardaklarını almak için gelen garsonun telaşlı sesi duyuldu. “İki daha!” dedi Seyit. O gün evde de konuştular bunu. Memed Abi de konuşmasının iyi olacağını üsteleyince Ramazanla birlikte öğrencilerin kaldığı daireye indiler.
            Sade hemen hiç eşya yok denebilecek bir öğrenci eviydi. Cam kenarındaki büyükçe bir masanın üzeri kitaplarla doluydu. Evin dağınıklığından dolayı özür diledi Kemal, diğer arkadaşı da kendini tanıttı kibarca;
            “Hoş geldiniz, ben Taner. Çayı da yeni yaptıktı, kaynananız seviyormuş. Siz şöyle buyurun, ben çayları getireyim”
             Sesi sıcacık, yalın ve güven vericiydi.
             Önce havadan, sudan konuşmaya girdi Ramazan, sonra toyluğunun çocuksu cesaretiyle sözü Seyit’in durumuna getirdi. Kısa kıvırcık saçlarının genişlik kattığı esmer çehresiyle anlatılanları ilgiyle dinliyordu Kemal. Hukuk fakültesinde son senesiydi. Babası öğretmen, annesi evhamımıydı. Anlatılanları dinlerken idealindeki dünyada tüm bunlara yer olmadığını aklından geçiriyor, bu yüzdendir ki gözleri ışıltıyla parlıyor, bütün insanların eşit, özgür, birbirlerinin emeğini sömürmeden yaşayacağı yepyeni bir geleceğin sıcaklığı kaplıyordu içini.
            Ramazan konuşmasını bitirdiğinde Taner de çaylarla çıkageldi. Birlikte çay içtiler. Kemal bu konularda oldukça tecrübeli, böylesi birçok davada gönüllü olarak avukatlık yapmış Feray Hanım’a da durumu anlatacağını, hukuki yollardan neler yapılabileceğini öğrenip, gerekirse Zilan’la da avukat hanımı görüştürebileceğini söyledi. Güven veren tok sesi geleceğe inanmanın gururuyla çınlıyordu. Bu çat kapı misafirler ilgilendiği ve kendilerini dinlediği için iki delikanlıya teşekkür edip, gitmek için izin istediler. Kapı eşiğinde Kemal Seyit’in omzuna usulca dokunup; “Ama en önemli desteği Zilan’a hiç kuşkusuz sen vereceksin sevginle dedi. Ve ekledi; “Seviyor musun onu? Bu soru o gece uyutmadı Seyit’i. Kendine defalarca sordu bu soruyu. Seviyor muydu gerçekten de Zilan’ı? Yoksulluğun bir kader olmadığını, her şeyin değişebileceğini, geleceğin yeni bir gün gibi tüm insanların içini pisliklerden ve karanlık acılarından kurtarabileceğini söyleyen o genç hukuk öğrencisinin son sorusunu düşündü gece boyu. Sevgi sıcacık bir battaniye gibi gelip üzerini örtünce de daldı uykuya. Sabah Ramazan bir iki dürtmüş, siz gidin lafıyla onları salmıştı. Uyandığında Zilan salonda televizyonun izliyordu. Çatalkuyruk bir kırlangıç görmüş gibi sevinçle doldu yüreği. Yaklaşsam uçup gider mi acep? diye geçirdi aklından. Sanki Dicle’ye kavuşmanın özlemiyle Fırat’ın coşkun akan suları akıyordu damarlarında. Usulca yaklaştı. Göz göze geldiler. Ne diyeceğini bilememenin suskunluğunda kalakaldı bir an, sonra fısıltıyla; “Nasılsın bu sabah Zilan, iyisen? Bir isteğin var mıdır?dedi. Zilan’ın kara gözleri kırgın, diliyse hâlâ suskundu. Bakışları suya inmiş yaralı bir ceylanı andırıyordu. O an Seyit geceden beri yüreğinde şakıyan o tarlakuşunun sesini bir kez daha duydu içinde. “Seni seviyorum Zilan!” dedi çatallanan sesiyle. Aslında bunu yüreğiyle mi, yoksa diliyle mi söylemişti onun kendisi de pek farkında değildi.  Zilan içinde biriken acıyı  daha fazla saklayamayıp ağlamaya başladı. Seyit’in de gözleri dolmuş o da koyuvermişti kendini. Sımsıkı kucaklayıp birbirlerini, tenlerinin yakıcı özlemini kokladılar. Korkunun ve kaderin eğerini üzerinden atmış yılkı atları gibiydi yürekleri. Gözleri karanlıkta bir fener gibi ışıldadığında sevgiyi bölüşüyordu esmer tenleri. Harran binlerce yıldır biriktirdiği sevda gizleriyle orada, yanı başlarındaydı; sevgilerinin yanı başında, güvenlerinin yanı başında... Seyit içinde kıprayan o umut ateşinin ona verdiği cesaretle genç avukatın anlattıklarından da söz etti Zilan’a. İçlerinde titreye titreye de olsa ışıldayan bir ümidin aydınlığıyla bir kez daha seviştiler. Daha önce hiç ulaşmadığı kadınsı doyuma ulaşmanın mutluluğuyla sardı erkeğini çırılçıplak teniyle Zilan. Kimsesizliğin karanlık mağarasındaki ruhlarına sarkıtılan aydınlık, sevgiyi de öğretiyordu onlara. Günler hiçbir şeyin altında ezilmeden gelip geçiyor, hayat sürüyordu. Gözlerindeki bu mutluluğun bereketli aydınlığı evin içine de yansıyor, artık her şey inanılmaz bir hızla çoğalıyor, büyüyordu…
            Çok geçmemiş Zilan da tanışmıştı Kemal’le. Kemal’in ilk söylediği de adının anlamı olmuştu. Bu anlamı ikinci kez duyuyordu birisinden daha. Sonunda bahar gelmiş miydi? Bütün acıları bitecek miydi? Feray Hanım’la da tanıştırmıştı Kemal onu. Patlıcan moruna boyalı kısa saçlarının yüzüne çocuksu bir anlam kattığı, kendini bir kez daha ele geçirmeyi başarmış ve daima şık giyinen bu kadın İnsan Hakları Derneği’nde böylesi birçok olaya tanık olmuş bir abla şefkatiyle Zilan’ın bütün acılarını paylaşmış, umutsuzluğa kapılmasına asla izin vermemişti. Kadın sığınma evine gittiler bir gün. Orada bu çileli yazgısında tek olmadığını da öğrendi Zilan. İstanbul’a gelirken otobüste ruhunu saran intihar duygusunu anımsadı. Yaşlı bakır ustasının söyledikleri çınladı kulağında. Sonunda yeşerebilecek miydi başını uzattığı bu hayat çatlağında? Daha önce hiç tatmadığı bir duygu, güven duygusu onu değiştiriyor, ona güç veriyordu. Annesinin anlattığı masallardan birinde yaşıyor gibiydi yüreği. Sanki bahçıvanı Seyit olan bir gül bahçesinde korkusuzca uçmaktaydı yüreğindeki kırlangıç.
            Seyit’in işleri iyiydi bu aralar, Zilan geldi geleli hiç boş kalmamışlardı. Sevginin bereketi diyordu buna Memed Abi. Biraz para bile biriktirebilmişti Seyit. Alın teriyle çalışan bu insanlar yeri geldin mi nasıl da güzelleşiyor, koşuyordu birbirinin yardımına böyle. Evde yemekleri Zilan yapıyordu artık. Hünerliydi de. Ama bir an önce bir ev bulup Zilan’la  oraya taşınma düşüncesiyle uygun bir ev bakıyordu, hem töreyi de biliyor izini kimseciklerin bulamayacağı bir yere gitmenin ikisi için daha iyi olacağını biliyordu Seyit. O da değişmişti. Sevgi değiştirmişti onu da. Altılı da oynamıyordu. İş bitti mi soluğu evde alıyordu. Bir ara çıkıp İstanbul’u Zilan’la birlikte gezmeyi bile geçiriyordu aklından. Mutluluk bölüşüldükçe daha bir çoğalıyor, her şeyi güzelleştiriyordu…
            Güneşli bir hafta sonu el ele çıktılar Taksim’e. Meydan kalabalıktı. Ama onlar sadece iki kişilik bir kalabalığı yaşıyordu içlerinde. Güvercinleri yemlediler önce. Sonra sıcak sıcak kestane kokusuyla doldu içleri. Köşede polisler toplaşmış bekliyor, gelip geçenden kimlik soruyordu. İstiklal caddesinde Karaköy’e doğru yürürlerken tramvayın çıngırağı içlerindeki sevginin sesi gibi çınlayıp geçti önlerinden. Seyit onu aynalardan geçiriyor, düşlerinde gezdiriyor, büyülü bir zamanda dolaştırıyordu. Karaköy İskelesi’ne denizin kirli maviliğinde bir vapur yanaşıyor, martılar çığırıyor, köprüde balık kovaları doluyor, her şey sevgiyle güzelleşiyordu. Güven duygusu insanı ruhunun karanlık mağaralarından çıkarıp güneşli günlere taşıyordu. İstanbul’un mavi kıyılarında dolaşırlarken; elleri sıcacık, bakışları umut dolu, yürekleri bambaşkaydı…
            Biriktirdiği parayla bir miktar kaparo verip, iki göz bir ev bulmanın sevinciyle erkenden eve gelmişti Seyit. Sarılıp kucakladı Zilan’ı. İçi içine sığmıyordu.  Bir asker arkadaşıyla Beyoğlu’nda tesadüfen rastlaşmış, ona ev aradığını açınca bu evi bulmuştu. Ev Anadolu yakasındaydı. Arkadaşı Tuzla Tersanesi’nde kaynakçı olarak çalıştığını, eğer isterse Seyit’e de koca tersanede bir iş bakabileceğini söylemişti. Memed Abi’yle, Ramazan da paydos edip eve geldiğinde, yemekte bu haberi onlara da söyleyip, sürpriz yapmayı düşünüyordu. Açık pencereden görülen silueti usulca karanlığa batmaktaydı şehrin. Serin akşam rüzgârı yeni bir mevsimin habercisi gibiydi. Akşam yemeğine nar ekşili sarma yapmıştı Zilan. Öyle de narin sarmıştı ki ikinci tabaklar bitmek üzereydi. O sıra kesik kesik kapı zili çaldı. Ramazan kalkıp kapıyı açınca yaşlı karanlık yüzüyle daldı içeriye Zilan’ın babası. Her şey öylece ortada kalmıştı. Kelimeler susmuş, bakışlar konuşuyordu. “Seni almaya geldim!” dedi Zilan’a bakarak. Seyit Zilan’ın çaresiz bakışlarıyla göz göze gelene dek nasıl davranacağını bilmeden olduğu yerde öylece kalakalmıştı. O bakışlardaki çağrıyı duyumsamış gibi dikildi önüne babasının. Bakışları Dehak’ın isyanı gibiydi. Baba iyice öfkeye kapılıp ağza alınmayacak küfürlerle Seyit’e aldırmaksızın Zilan’ı kolundan tutup götürmeye kalkıştı. Araya giren Seyit Zilan’ı çekip aldı babasının elinden. Belindeki silahı çıkarıp Seyit’e doğrulttuğunda bile, en ufak bir korku yoktu Seyit’in yüzünde. Lambanın loş ışığında parıldayan çelikten çıkan o sonlandırıcı ses kasırga gibi kalmıştı odanın içinde. Tüm bu yaşananların acısıyla olduğu yere yığılıp kaldı Zilan. Seyit göğsüne saplanan tek kursunla ölmüş, olayın sokunu yaşayanlar bundan kurtulup babanın üzerine yürüyünce o da içinde bulunduğu ruh halinin telaşıyla kaçıp gitmişti. Sokak lambalarının aldatıcı aydınlığı ortalığı kaplarken, odanın içindeki her şey iyice karanlığa batmıştı.

*

           Hiç hesaplamadığı bu cinayet aklını karanlık bir çıkmaza itelemiş, öfkeyle oturup zararla kalkmıştı Zilan’ın karanlık yüzlü babası. Elindeki kanın sıcaklığıyla kardeşine kendini attığında yüzündeki karanlık durumunu ele veriyor, suskunluğu oradakileri merakta bırakıyordu. Kardeşine ve oradakilere bir güvensizlik duymaya bile başlamıştı. Tez tarafından köyüne gitmeli, orada düşünmeliydi ne yapacağını. Alelacele düştü yola, kardeşi kötü bir şeyleri sezmişti sezmesine ama belayı tez elden salmak için sesini çıkarmıyordu. Onun derdi ona yetiyordu zaten! Kolay mıydı bu gurbet elinde dört çocuğa bakmak? Urfa’ya giden otobüste karar değiştirdi. Zilan’ın eziyetlerine dayanamayıp kaçtığı ağasının yanına giderek, durumu usulünce anlatmaya, ondan akıl ve yardım almaya karar verdi.
           Ağa çardağın altında nargilesini yudumluyordu. Zilan’ın kaçmasına öfkeli babasına verdi veriştirdi. Boynunu büküp sessizce bu durumu sineye çeken adam sanki Seyit’i vuran, ortalığı küfürleriyle çınlatan o adam değildi. Ağanın sözleri tükendiğinde korkuyla anlattı son durumu. Çaresizliğini belli etmek için ne demesi gerekliyse eksik fazla katıştırarak. Şok olmuştu ağa ama belli etmemeye çalışıyordu. Şimdi ağa da suskundu. “Seni gören oldu mu?” diyebildi epey zaman sonra. “Şahit olması kötü!” diye ekledi sonra da. “Gören olmasaydı senin o ufak oğlun gider teslim olurdu ya dedi, şimdi iş epey karışıktı. Bu adamın çaresizliğiyle gelip kendinden aman dilemesi de pek bir hoşuna gitmişti ağanın. Ağaydı ne de olsa. Sıkmamalıydı canını, Allah büyüktü! Karşılıklı çay içiyorlardı ki, o sıra Ankara’dan gelen milletvekillerinin onu çağırttığı haberiyle bir adamı koşarak gelip götürdü ağayı. Korucu başıydı bu bölgenin ağa. Ağzını sıkı tutmasını tembihledi giderayak. Burada kalsındı, sıkmasındı canını. Namusunu temizlemişti ardı arası.
           Ertesi gün ağanın nar bahçesindeki bağ evine götürdüler onu. “Birkaç gün burada bekle, bakalım neler olacak” dedi ağa. Güvendiği hükümetten birilerine açmıştı durumu. Haber bekliyordu onlardan. Öyle uzun, öyle kahrediciydi ki günler bir türlü geçmek bilmiyordu. Geceleri çekirgeler ötüyor, uzaklardan köpek havlamaları geliyordu. Günler sonra bir akşam iki adamıyla ansızın geldi ağa. Adamları dışarıda beklediler, o içeri girdi. Ağa hemen söze girdi. İş Avrupalık olmuştu. Zilan’a İnsan Hakları Derneği’nden avukatlar sahip çıkıyordu. Gidip teslim olması, namus indiriminden yararlanması tek yoldu. Gözü arkada kalmasındı. Karısını, ikisi daha bebe dört çocuğunu ilk o an düşündü. Ağanın verdiği bir miktar parayı alıp, köyün yolunu tuttu. Vedalaşıp teslim olacaktı karakola.
           Bıraktığı gibi bomboştu köy. Bu boşlukta ecinnilerin etrafını saran kalabalığından bir an kurtulup rahatlar gibi oldu. Karısı iki çocuğuyla eşikte oturuyordu. Kocasının karanlık yüzünü görünce suskun kalakaldı yerinde. Kocasına hoş geldin bile diyemedi. Kocası anlattı olanı, biteni… Elindeki paraları bıraktı masanın üzerine. Helallik alıp gitmeye gelmişti. Karısının yürek dağlayan yakarışı doldurdu kerpiç damlı odayı. İlk çocukları toplandılar bu yakarışın başına, sonra da köyün yaşlıları.

           Sessizce çıkıp gitti. Teslim oldu karakola
*

       Zilan, Feray Hanım’ın çabalarıyla yatırıldığı hastanede ancak günler sonra kendine gelebildi. Kısa zamanda yaşadıklarına bünyesi dayanamamış,  tüm bunlar sinirlerini alt üst etmiş, bu yüzden ağır bir depresyon geçirdiğini söylemişti doktorlar. Üstelik hamileydi de, ama bu gerçeği henüz ona söylememişlerdi. Ziyaretine arada Memed Abi, Ramazan ve Kemal geliyor, bir isteği olup olmadığını soruyordu. Seyit’in cenazesi kaldırılmış, gazeteler olayı ikinci sayfa haberi olarak töre cinayeti manşetiyle vermişti. Babası cinayet silahıyla Urfa’da karakola teslim olmuş, namusu için vurduğunu söylemişti. İyice iyileşip kendine geldiğindeyse hastaneden kadın sığınma evine taşınmıştı Zilan. Hastanedeki tedavi giderleri de, bu sığınma evini kuran kadın derneği tarafından ödenmişti. Birçok kadın farklı acılarıyla gelip buraya sığınmışlardı. Koca dayağından bıkıp gelen de vardı, kapı dışarı edilip gelen de. Kim ne derse desin, ne anlatırsa anlatsın Zilan artık yaşamak için bir sebep bulamıyordu kendine. İçindeki kırlangıç sanki yüreğinden uçmuş, onu yalnız bırakmıştı. Umudun artık yüreğinde iyice tükendiği, işte böyle bir zamanda öğrendi Feray Hanım’dan hamile olduğu gerçeğini. Gözlerinin karalığı büyüdü, babasının zoruyla evlendirildiği o yaşlı adamın hakaretlerini anımsadı yeniden, sevdiği adamın Seyit’inin hatırasını duyumsadı içinde. Geceleri yatarken elini karnına koyduğunda sanki Seyit’in o esmer yüzüne dokunur gibi oluyordu. Sığınma evindeki birçok kadın ona yaşının daha çok genç olduğunu, bu çocuğun, bu parasızlıkta, bu kimsesizlikte ayağına bağ olmaktan başka hiçbir şeye yaramayacağını, aldırmasını telkin ediyordu. Ama Zilan’ın bu söylenenlerin hiç birini duyumsamadığını görüyorlardı. O Seyit’in ona bıraktığı bir hatıraydı. Erkek olursa adını bile koymuştu çoktan. Onu yaşatmak Zilan’ın tek gayesi olmuştu. Dondurucu soğuklarda çırılçıplak kalmış bir ağacın baharla birlikte dallarını kaplayan tomurcuklar gibi içindeki bu kıpırdanmalar da onu yeniden yaşama bağlıyordu. Feray Hanım da Zilan’daki bu yaşama isteğinin bu çocukla yeniden var olduğunu gördüğünden bu çocuğu doğurması konusunda ona tüm desteğini veriyordu.  “İş bulup çalışmalı, kendi ayakların üzerinde durmalısın” demişti Zilan’a.  Günler zor da olsa geçiyor; zaman, acı, tatlı tüm yaşanmışlıkların üzerini örtüyordu.
           Kadın sığınma evinin küçük pencerelerinde ay kılıktan kılığa giriyor, yıldızlar kimi yitip, kimi tekrar ortaya çıkıyor, karanlık gecelerde ışıl ışıl parıldıyorlardı. Sabahları pencere önündeki sarmaşığın kokulu çiçekleri arasında uçuşan serçelerin neşeli cıvıltıları sanki Zilan’ın yüreğine yaşamın güzelliklerini yeniden fısıldıyordu.
           Aylar sonra doğum sancılarının iyice arttığı bir gün sığınma evindeki kadınlar görevliyi çağırıp Zilan’ı hastaneye götürdüler. Sancılar öyle ağırdı ki sanki yüreğinden bir parça kopuyordu her defasında. Ters bir doğumdu. İç kanaması vardı. Kapıda sığınma evinden birkaç kadın dışında bekleyeni de yoktu Zilan’ın. Doktorlar ne yaparsa yapsın durmuyordu kanama. Uzun bir operasyonla çocuk kurtarılmıştı ama bu devlet hastanesinin imkânsızlığında çocuğun kurtulması bile mucize sayılırdı. Sabahın ilk saatlerinde hastane bahçesinde vizite sırasına giren yoksul hastaların uğultusu dünyaya ilk kez gözlerini açan bu sevimli kız çocuğunun ağlama sesine karışırken, Zilan’ın yüreğinden uçup giden yaşam kırlangıcı geri dönmüş, bu minik kız çocuğunun kalbini yuvası bilmişti.

           Hastane bahçesindeki ağaçların arasındaysa serçeler her sabahki cıvıltılarıyla uçuşuyor, sabahın çıngırağını sallamaya devam ediyorlardı...




                                                                        TEMEL KURT/2009









Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /