20 Aralık 2009

SUSKUN MAVİ



Kar tanecikleri içimde eriyince
Mutlu kelimelerin salıncağında sallanıyorum
Apansız başlayan bir yağmurda ıslanır gibi
Her şey çiçeğe duruyor gözlerimde
Ve her söz adınla başlayıp, adınla bitiyor.

Yer, gök daha bir mavi oluyor seni içlerine katıverince
Yaşlı sakız ağacının körpecik dalları gibi uçkun veriyorum güneşe
Oysa hiçbir şeye aldırış etmeden akıyor ırmaklar
Ki artık çokçası denizine de ulaşamıyor
Kurumuş yatağı güzel bir hayal olup aklında kalıyor zamanın...

Hâlbuki seninle zamansızlıkta yaşamaktı benim sevgim
Bir istiridye nasıl içinde saklıyorsa sırrını
Öylesi suskun ve maviydi bu yüzden de
Bırak artık;
İçimizin denizinde o kıyıdan, o kıyıya özgürce gidip gelsin aşk...

t.k

9 Aralık 2009

BARIŞ





Bir söz gibisin
Hiçbir yere kaydı tutulmamış
Belki de bir unutuş
Kederli griliklere bulanmış
Çok eskilerden kalma bir gömü ya da
Düzayak çivit badanalı bir kentte saklanmış...

t.kurt

1 Aralık 2009

şiire dair

Alacakaranlık kuşağının dipsiz korkulayla kuşatılmış günlerim bir hayulanın gölgesi gibi dört bir yanımı sarmakta -ki insanın özgürlüğü düşlemesi hep bir kabustur zaten, insanın kendi kalbini yediği bir kabus- ve yorgun bedenim artık yeter diye haykırmakta tıpkı ayarı bozuk bir saat kulesinin çanı gibi... biliyor musun biz şairlerin yazma uğraşı da ayarı bozuk bu saat kulesinde zamanı ayarlamaktan öte bir şey değil. ayarı bozuk bir zamana ayar vermek ne soylu bir söyleyiş değil mi? aklımın derinliğine salıverdiğim ve orada bulmayı umduğum her şey bir hiç olarak karşıma çıktığında bu büyük söylemin baştan çıkaran çılgınlığına katlanmak ölümün ta kendisi olsa gerek. her ölüm geride bıraktığı yaşanmışlıkların toplamına bilirkişi edasıyla sağlama yapmak ve o sağlamanın uysal dizginlenmiş hatıralarıyla yüzleşmek istese de bu benim gibiler
-senin gibiler- için pek mümkün değil. bu mümkün olmama hali karmaşık hayat denkleminin, cisimsiz bir varlık tarafından -ki buna kendi kalbini yiyen aşk derler- alt üst edilmesinden öte bir durumda değil aslında.

son söz şu ki; alaca karanlık kuşağındaki cisimsiz korkuların hapsettiği ruhun sığındığı o yazı odasında birikenlerden öte bir şey değil işte şiir. ve de mirası asla pay edilemeyen bir büyük gömü (dizeler)

t.kurt

7 Kasım 2009

ÇİLE

Sesime yine kırmızı kuşlar tünemiş
Anama sesleniyorum uzaklardan
Bir buğday başağı gibi boy veriyor çilem
Beklediğim haber gelmiyor bir türlü...


t.kurt

5 Kasım 2009

BEYAZ

kadınlar vardır
noel ağacı gibi süslenmiş
elleri kar taneciği
dokunuşları sımsıcak.
oysaki benim aklım bir tek sana kuruludur
eşit ve kardeşçe bölüşebilmek için beyazı...

t.kurt

3 Kasım 2009

SANA DAİR...

Ne zaman baksam iki kişisiniz,
Saçlarında yeniden doğuyor Medusa.
O büyülü aynayla konuşuyorsun yine,
Ötede gözlerin mor bir krizantem çiçeği…

Çok uzakta yıldız kaydırağı,
İğnenin deliğinden geçtiğimiz o yer.
Ellerinde büyüyor çobandeğneği sarmaşığı,
Yüzünde ortanca beyazlığı dolunayın…

Düş bazen bir fotoğrafta çıkar karşına,
Donuk ve solgun bakır gibidir.
İçinin kalaylandığını hissedersin o an,
Yüzünün yangınından arta kalan kül misali.

Söyle yüzü nasıl soğur insanın,
Niçin akar yaş kömür gözlerinden kardan adamların.
Ayazda kalmış dal üşüyünce,
Neden anımsar çiçeğini?

Kimse kimsenin yalnızlığını bilmez,
Herkes biraz yalnız yürür kendine;
Şu suskun lilyum çiçekleriyle örtünen tenin,
Şu sevmedim diyen eşkıya gözlerin bile.

Nehrin koynunda uyur su samuru,
Asılır düşlerine çan çiçekleri,
Çölün yüreğinde özlemdir vaha,
Kalkıp gelsem karadut ağacı olur tenin.

t.kurt

1 Kasım 2009

UZAĞA DAİR...

Tolstoy'un Savaş ve Barış romanında bir Prens Andrey tiplemesi vardır, o kendini herkesten üstün ve büyük görür, yapamayacağı hiç bir şey olmadığına inanır yani bir nevi Napolyon sanmaktadır kendini. (dünyanın onun için yaratıldığına inanan bir Napolyon) Ta ki vurulup düştüğü savaş meydanında gökyüzünün- o sonsuz maviliğin- gözlerininin önünde son bir kez kımıldadığını görünceye dek. İşte o son anında şu fani dünyada her insanın bir karınca yükü taşıdığını anımsar. Sonsuz büyüklüğün, sonrasız tek şeyin içimizdeki o küçücük karınca yükü mutluluk yani hayatla barışımız olduğunu anlar...

Sen sustuğun yerde bile içime atılmış bir çiziktin, başucumda hep yanan bir kandil misali seni hep içimde yanık tutmaya çabaladım. Uzakta olsan bile içime seslenen bir karınca yüreğiydin, sende kendimi her defasında yeniden keşfediyor, içimin aynalarında kendimle bir kez daha yüzleşiyordum. Ama çokça zaman sanılara hapsolmak insan için acıların en beteridir... ellerin üşüdüğünde şiirlerimin bir el olup senin ellerini tutmasıydı yaşadığımız, hiç bir zaman gerçekle yüzleşmeyen bir sanıydın, seni ben yaratmıştım ve sen yalnızca benim içimde değerliydin...

İçimde bir antik gömü gibi seni sonsuza dek saklayacağımı bil ve gerçekliğe hiç bir vakit aldırış etme sakın. çünkü gerçeklik çokça zaman düşün kendisidir.

31 Ekim 2009

suskun

şamdanda titreyen ışığa inat
saçlarından bir sarmaşık örüp
onunla çıkmak kuleye
ve içimdeki karanlığa inat
beklemek
suyun bile sustuğu o yerde...

t.kurt

22 Ekim 2009

AŞKA DAİR

Aşkta seni sevmesidir güzel olan o adamın
Evet yalnızca budur işte
-Ki sevmek zoraki bir mesai değildir hayatta
Bu yüzden abartmamalı ve küçültmemeli hiç bir vakit aşkı
Yelken yapmalı saçlarından, kaçıp gidebilmeli ötelere...

Bilmemektir kimi de sevda
Evet bilmemek
Neden sevdiğini ve niçin onun şarabını içmeyi böylesi özlediğini
Bak Hegel'e takıldı aklım gene
Doyuma asla ulaşamadığımız bu lanetli dünyada...

t.kurt

16 Ekim 2009

HÜZÜN ÇETESİ

Meydan’a varır varmaz,
zafer işaretiyle iki bira söylenir
sonra da sırf hüzün olsun diye
eski günlerde nasıl cigara içildiği özlenir.

Önce çaktırmadan şöyle bir kolaçan edilir etraf
üç aydır altılıyı tutturamamaktan dertli bir adamın
efkârı kıskanılacak kadar sahici
ve artık sosyal demokratların iktidarından yanadır
ilk yapılacak seçimlerde garsonlar.
Şairinse aklında bir mısra dolanıp durmaktadır
“Sessiz bir yeşillik dokuyor ırmaklar”
Belli ki hâlâ o karıyı unutamamıştır.
Borges’in canı cehenneme der ilk yudumda
Sonra düzeltir az evvel aklından geçen cümleyi;
Belli ki hâlâ unutamamıştır o kadını…



Bir elin parmaklarını geçmez hiçbir zaman hüzün çetesi,
Yıllardır aynı duvarın önünde toplaşır tüm ar-ka-daş-lar…

t.kurt

9 Ekim 2009

ANIMSAMA




Kimse kimseye mecbur değil
Herkes kendi bilinmezine tutsak yalnızca
Bak geçen yazın çiçeklerine
Yoklar hiçbiri ortalıkta

Oysa mavi bir seslenişti adın
Su misali akar ve ardında bırakırdı her bir şeyi
Kimi kimsesi de yoktu
Ellerine sığınmış bir tek güldü işte...


t.kurt

26 Eylül 2009

Hürriyet



Gözlerin;
kuşlara aralık bırakılmış
mavi bir kapıdır.
-Ki o vakit sorsalar serçe parmağın kadar ancadır hürriyet...

t.kurt

23 Eylül 2009

...

Bazen kendi kendimin elinden kurtulur
Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurum.
Bazen de seni düşünür böylesi susardım
Delilik işte!

21 Eylül 2009

EŞİKTE

Neden böyle söylediğini bilemeden "yüzyıllık yoldan geldim" diye fısıldadı içeri girer girmez. Kapıyı açan eli göz ucuyla takip edince bunun yalnızca karanlık odada yanan şamdanın titrek ışığı altında duran bir şövalye zırhı olduğunu fark etti. Şaşırmamıştı. Bugün karşılaştıklarının tümünü ucu ucuna ekleyince bütün bu olan bitene hiç de şaşırmaması gerektiğini düşünüyordu nedense. Acaba gerçekten yüzyıllık bir yoldan mı gelmişti de böyle söylemişti, her şey çok tuhaftı. Eriye eriye dibini bulmuş şamdanı fark edince de şaşırmadı. Acaba bu ışıkta mı yüzyıldır onu bekliyordu? Tüm bu anlamsız sualler aklından gelip geçerken apansız sönüverdi ışık. Her şey karanlıkta kalmıştı artık, örtünmüştü her şey karanlıkla... Karanlığın oldukça uzak bir köşesinden tıpkı mart kedilerinin mırıltısını andıran fısıltılar çalındı kulağına;
“bak ahmak, gör sen de işte; binyıldır beklediğimiz kişi gene gelmedi”
Dinleyenin sesi gitgide ağlamaklı çıkıyor, ne dediği pek anlaşılamıyordu. Oysa duymak istiyordu diğerini de. Sese doğru yürümeye yeltenince hiddetle bağırdı konuşan
“ışığı yak, ışığı yak!” diye. Yüksek perdeden bir buyruktu duyduğu ses.
Karanlıkta olduğu yerden bir adım bile kıpırdayamadan ışığı yakmakta tuhaftı ya bu da pek anlaşılmaz gelmedi ona. Başladı kollarını bilinçsizce sağa sola sallamaya. Karanlıkta bir çıngırağa çarpıverdi kolu. Binyıldır beklediği bir çınlama sesi yüzyıllık yoldan gelen yorgun yüreğini anlık bir çınlamayla delip geçince ışığa boğuldu etrafı. Birdenbire her şey silindi gitti bilincinden. Az evvel ki şövalyenin dikeldiği yerde şimdi karşısında duran karısıydı. kadın şaşkın şaşkın;
“bugün geç kaldın, hayırdır kocacığım” dedi her zamanki alışkanlığıyla. Neden geç kaldığını, niye bu kadar yorgun olduğunu düşündüyse de aklına hiçbir şey gelmedi adamın. Yorgundu sadece. Yüzyıllık yoldan gelmiş kadar yorgun hem de…

t.kurt

12 Eylül 2009

ADALET



Ne vakit rastlaşsak,
o mavi ışık yanardı gözlerinde,
sustuğun yerde; yalınayak çocuklar gibi
koştururdu papatyalar,
kızılcık ağaçlarım çiçeklenir,
anamın ak sütü kaynardı içimde…

T.Kurt

9 Eylül 2009

düşüncelerim...





Adaletin kitabı aşk değil, dostluktur...



"bir türlü içimize sığdıramadığımız bu dünyada kendimizi dengede tutabildiğimiz, kontrol edebildiğimiz, huzura kavuştuğumuz yegane değerdir dostluk.aşkın adaletsiz, ben berkezci, yüce, sefil, kahraman ve aptal yuvasında adaletin en yaşlı kitabıdır dostluk. o ne bir mittir, ne de kutsallığına inanılan bir gümüş ikon. o sadece bir karşılaşmayla başlayan ve her adımda içten içe bizi yenileyen yolculuğumuzdur."

31 Ağustos 2009

MARTI KUYUSU




Biliyor musun kimi bu kasabanın kirli sahillerinde dolaşıyorum, beni bu kıyılara getiren birikmişlikleriminse neler olduğunu anla artık. Öyle zamanlar oluyor ki her şeyden uzak kalmak istiyor insan, kendinden bile. Ama ne yaparsak yapalım kendimizi bir kandil gibi hep yanık tutmalıyız. Söndün mü her şey anlamını yitiriyor çünkü.

Bir şairi beğenip beğenmemek boş şey, onun dizelerine gömülmek, onun dizelerinde soluk almak güzel olan. Hasretinden prangalar eskitmek, nisan yağmurlarında arınmak, ay günlüğünü tutmak nedenini bilemeden.

Gel hadi seninle rakı içelim, daha anne olmamış, okulunu henüz bitirmemiş ol. Bir martıya rastlayınca bir cümleye takıl kal günlerce. Dünyayı kurtaran bir cümleye… Biliyor musun her şey bir cümleye takılıp kalmakla başlıyor, sonra yaşlanıyor o cümlede senin gibi. Öyle anlamsız bir kuşkuya dönüşüyor ki hayat, öyle ortalarda bir başına kalakalıyorsun

Her zaman bir kuyu kazıyor yaşadıkları insanın içinde de günün birinde bir elin arkadan itelediğine tanık oluyorsun seni o kuyuya. İnandıklarından başka hiç bir servetin olmadığını anlayınca, şiir denen o bilinmez denklemde kaybettiğin o sözcüğü aramaya başlıyorsun yine.

Oysa bulduğun hiç bir şey o dizeye benzemiyor artık, yalnızca sessiz bir yeşillik dokuyor ırmaklar…


ateşinsesi

24 Ağustos 2009

MAVİ





Süt liman bir kıyı
Uzakta bir vaha gibi
Andım adını…
Nasıl büyüyorsa buğdayın sapsarı başağı
Öylesi büyüttüm içimde

Bir nilüferdi bedenin
İçine şairin masmavi ellerini daldırdığı.

t.kurt

17 Ağustos 2009

Yürek kuyusu





uzaktan bir yerden işitilir ses kimi zaman
gök gürültüsünü andırır uğultusu
nasıl hecelerse çocuk ilk anne deyişini
işte öylesi derinleşir yürek kuyusu


t.kurt

24 Temmuz 2009

mırıldandıklarımdan

...

annelerin ninnilerinden
spikerlerin haberlerine kadar
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı.
anlamak sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık
anlamak gideni ve gelmekte olanı...

n.hikmet


...


Bir parça mavilik kes patiskandan
İki heceyle an adımı
Bak giden gemilerin rotasında nasılda köpürmekte deniz
Oysa herkes bilir; iz tutmaz asla sular
Söyle, neden unutkan bir Cezayir menekşesi değildir anılar?

t.kurt

21 Temmuz 2009

GÜNEŞ




Bu gece ateşbö-ç-ükleri ne çok
ey yol?
Eski bir evin kapısında asmalı kilit
elleri/n
İki şehri birbirine bağlayan...

2

Ben gece açık bıraktığım kitaplar yüzünden üşürdüm
Ne zaman uyansam
Penceremin önünde unutulmuş sığırcık türküleri
Penceremin önünde iğde kokusu sabahlar...

3

İki raya tutunarak giden bir tren gibidir yalnızlık
Yokluğunsa, kitapların arasında kurutulan gelinciğin yemini
Bu sabah ellerin yağmura dokundu. Tuttum, ellerini öptüm
Ellerin, çiçek açtı. Ellerinle seviştim
Ellerin, ellerim, ellerimiz güneşti...


T.KURT

17 Temmuz 2009

GÜNEBAKAN ŞİİR




'yaban balı özgürlük kokar' bilirim
bilirim nicedir eşek arılarının derdini
bilirim de bulamam ben de
mumların sarı ışıkta parladığı o uzak yeri.

bir boşluk büyür içimde
Van Gogh sarısı bir bela sarar benliğimi
şu erguvan şehrinde
kaybetmişimdir sende kendimi…

t.kurt

15 Temmuz 2009

GÜNEBAKAN





Çıkarı olmadan kimsenin kimseye gülmediği bu üçe al, beşe sat dünyasında, zayıf yanlarının sesini işitmiş, gelmişti buralara ya aradığı cevabı bulamamıştı burada da. Neydi aşk, neydi yaşamak dedikleri? Neredeydi kalbindeki vişne bahçesi? İşte bu cevapsız kalan soruların arasında uyumaya çabalıyordu. Zaman sonra pencerenin aralığından uzayıp giden mavi karanlıklarda o da yitip gitti.

Düşünde serin bir nisan sabahı yaşlı bir çiftçinin nasırlı avuçları arasında bir ayçiçeği tohumu olarak buldu kendini. Evet, minnacık bir tohumdu yalnızca. Ellerini arandı bulamadı, yüzünü arandı bulamadı, saçlarını arandı bulamadı. Çiftçinin terli avuclarından savrulduğunu hissetti bir tek, döne döne düştüğünü ve de sürülmüş toprağa. ayılıp kendine geldiğinde zifiri karanlıktı dört bir yanı, yıldızları arandı başının üzerinde, bulamadı. Bir yılan tıslayarak geçti yanı başından, korkularının sesini işitti yeniden. Bir başına kalakalmıştı işte bu karanlıkta.uyuyor muydu, ayık mıydı, bilmiyor, ışığın yedi rengini özlüyordu yalnızca. Yeşili, sarıyı, kırmızıyı, maviyi…

Uyandığında iki yeşil yapraktı, nazlı nazlı salınıyordu incecik esen mayıs yelinde. Bir karınca gelip sırtını dayayıvermişti su yeşili gövdesine. “ gökyüzü ne kadar uzak böyle” diye söyleniyordu kendi kendine. Duyuyor ama konuşamıyordu onunla. Sıcak, sımsıcaktı hava, iyice kızdırmıştı güneş. Uzatıp köklerini toprağın derinine bir yudum su arandı. İçtikçe büyüyor, sarı saçları uzuyordu çiçek çiçek. Işığı emiyordu doğa ananın göğsünden, daha bir parıldıyordu o vakit yüzü. Işıkla yatıyor, ışıkla kalkıyor, güne bakıyordu hep. Sevmiyordu gecenin karanlığını, korkuyordu karanlıktan. Başını yere eğip ağlıyordu. Ağladıkça yüreği küçük parçalara bölünüyor, yüzlerce kalbi oluyordu Sabahları serçeler cıvıldayarak uyandırırdı onu. Aç serçelere küçük kalplerini ikram ederdi.

Düşünden uyandığında gün yeni yeni doğmaktaydı denizin öte yakasında. Işığın buyruğuyla yaşayanlar geldi aklına ilk. Gülümsedi kendine. O vakit bir günebakandı o da. Demek ki; insan ancak kendini sevdikçe sevebiliyordu bir başkasını da. Ve işte o vakit buluyordu kalbindeki vişne bahçesini...

t.kurt

14 Temmuz 2009

...aşka dair






bir kedi yavrusu çıktığı yerde korkuyla miyavlamaktaydı
yaşamanın olağan korkusuydu bu.
bir saban gömülmüştü toprağa iyice
bir dal çiçeklenmiş
bir mektubu eşiğin altından usulca atıp terli anlını silmişti daha geçen gün sözleşmeli işe alınmış genç postacı.
şeş kapısını almaya zar atıyordu yaşlı bir adam
ocaktaki çaydanlık fokurduyordu
minareden okunan ezan sesine karışarak.
genç bir şair ve iki ak güvercin sığınmıştı yaşlı bir çınarın gölgesine
gün ışığında kızıla çalıyordu yapraklar.
uzakta bir sevgili çıkamıyordu işin içinden bir türlü
yalancıydı, yalancıydı bütün erkekler!


t.kurt

13 Temmuz 2009

sorular








insan kendisiyle bile barışık değilken
niçin sever bir başkasını?
bakmak görmekti değil mi?
hadi bana gördüklerini anlat?
kaç gri lekeli kuş gördüğünü misal?









şiir:t.kurt

fotoğraf:misha gordin







5 Temmuz 2009

AŞKA DAİR




Yanımda olsaydın, kalkıp duş almaya gitseydik. Apansız suyu açsaydım, soğuktan ürperseydin. Dişlerin birbirine vursa, dökülüverseydi incilerin, dudağının uçuna bir karanfil çizseydim, mavi mavi gülseydin. Bir istiridyenin içene koyup taşısaydım yatağa. Öylece durup yüzünün patiska yumuşaklığıyla baksaydın yüzüme, ellerinin yanıklarını öpseydim. Yeni açmış zerdali çiçekleri gibi koklasaydım saçlarını. Nefesin nefesime karışsaydı, dokunsaydım usulca en yumuşak yerine. Uyusaydık. O mavi kanatlı kırlangıç görünseydi ikimize de.

Yelkovan akrebi daha hızlı kovalasa, senden önce uyanıverseydim. Yüzündeki o çocuğa baksaydım. Sussaydım. Eğilip gözlerinden öpseydim. Uyansaydın. Gülümseseydin, bir mayıs sabahı gibi çiçeğe dursaydı yüzün. Göğsünün yumuşaklığına yaslasaydım başımı, kavak yelleri dolansaydı başımda. Sokaktan bağırarak bir simitçi geçseydi, uzuneşek oynayan çocuk sorsaydı bu kaç diye. Sonra apansız bir yağmur yağsaydı, sussaydı sokak. Yağmurun sesine karışsaydı sesin. Perdenin aralığından usulca başını uzatsaydı sabah güneşi yedi renge boyasaydı tenini.

Kol kola atıverseydik kendimizi dışarı. Gidip bulsaydık o yaşlı çınarı, iki güvercin ötüşüyle karşılasaydı bizi. Martı çığlıklarına karışsaydı hürriyetin sesi, serçeler gibi cıvıldasaydı dört bir yanımızda mutlu çocuk sesleri, bir geminin düdüğü çınlasaydı, deniz çalkalansaydı köpürerek, ayrım gayrım senlik benlik olmasaydı insanların arasında… Kimi o yaşlı çınar kadar bilge, kimi bir söğüt kadar çocuk, kimi bir çam gibi erkek, kimi bir erguvan gibi kadın olsaydı…

İlk kar yağsaydı içimize, saat kulelerinde ren geyikleri çekseydi zamanı, mutlu ölseydik birlikte…

ateşinsesi.

1 Temmuz 2009

Kemal Özer'i yitirdik.






sanıyorum iki binlerin başıydı, Kadıköy'de bir panelde şiirin dününün ve bugününün konuşulduğu bir sohbette bir arada olmuştuk. yaşının olanca olgunluğuyla az konuşan biri izlenimi bırakmıştı üzerimde, o yüzden Kemal Abi'yi her anımsadığımda bu mütavaziliği gelir aklıma. yaşadığım her evde onun bir kitabı olduğundan belki de o gün onu daha çok dinlemenin özlemiyse hep içimde kalmıştır. elbetteki bir şairi, düşlerinin kızıl atlılarına karışmış bir şairi anlatmak epey zor bir iş, ki niyetim bu da değil zaten. memlekete bir yolunu bulup baş olmuşların, hamutuyla götürenlerin, yalanların, yanlışların bizi köşe bucak sardığı bu zamanda içimde biriken o haziranda ölmenin leylak ve mor renkli acılarını, o kadim sızıyı buraya not düşmek istedim yalnızca...

hadi gelin yüreğimizin olanca çoşkusuyla sözü şiirin kızıl atlılarına bırakalım...


AĞIT


annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar'la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği


Kemal Özer





GÜNEŞİ KOVALAYAN TÜRKÜ

Kaya gibi sessizce
Kaldırıp başımı arada bakarım kıyılardan
Fısıldar kulağıma dalgalar
Güneşi kovalayan türkülerini.

Portakal ağacı gülümser
Gün yanığı yüzüyle
Duyumsarım içtenliğini
Anlarım ki; o da bizden biri

t.kurt

kahin ve şair





Yapayalnızdı işte. Ne yapsın, ne etsindi, bilemiyor, sonrasını getiremiyordu. Yaşamın kıyısında içinden çıkılmaz bir vurdumduymazlığa koyuvermişti kendini. Günler günleri kovalıyor, geriye dönüp baktığında her şey orada, o lanet olasıca anda düğümlenip kalıyordu. Yitirdiklerini özlüyor, bu özlemin acısıyla vahasını özleyen bir çöl gibi seraplarda yaşıyordu. Oysa dışarıda hayat olanca coşkunluğuyla yaşanıyor, suların mavi yüzünde çanlar bir türlü susmak bilmiyor, kırlangıçlar çılgınca oradan oraya uçuşuyor, güller en kırmızı renkleriyle hayatı her gün selamlıyor, şarap içenleri cennete çağırıyordu. Oysaki yalnızlık demiri çürüten nem gibi içini çürütmekteydi onun. Denizin mavi yüzünde anafor yarası gibi onu girdaplara sürükleyen, dört bir yanını kuşatan, hiç iyileşmeyen bir söz yarası gibiydi yalnızlık… Geriye dönüp içinin aynalarına baktıkça orada yüzünün nasıl yitip gittiğini görüyor, uzak upuzak yıldızlara dokunmayı düşleyen bir çocuğun çaresizliğiyle kalakalıyordu. Artık düş görmek istemiyor, kurbağanın hep kurbağa olarak kalacağına inanıyor ama yine de onu kuşatan bu çemberden bir türlü kurtulamıyordu. İşte o günlerde lisede yarım yamalak okuduğu şiirleri tekrar başucunda buluverdi. Neruda’nın karaya hasret gemilere merhaba dediği çanları çınlatıyor, Nazım’ın elleriyle okşuyordu Vera’nın saman sarısı saçlarını. Bir yanı şiirin derin sularına batan bir batık, diğer yanı özlemin çöllerde kaybolup gitmiş o altın nehir gibiydi. Sonrası yoktu hiçbir şeyin. İnsanın kendi kuyusuna saldığı bir kovaydı şiir, bir yudum su umanı da vardı, Yusuf’unu bekleyeni de. Sığındığı bu fildişi kulelerde vahşetin çığlıklarını duyuyor, aşka susamışların feryatlarını işitiyor, acılarından korkmamayı öğreniyor, kimi de insanın nasıl küllerinden doğduğuna tanık oluyordu.

….



ateşinsesi

29 Haziran 2009

Düşlediklerim



DÜŞLER

Herkes düş görür, ama benzeşik değil.
Geceleri beyinlerinin tozlu kıvrımında düş görenler,
Sabah uyanır anlarlar boşunalığını
Ama gündüz düşçüleri tehlikelidir,
Düşlerini açık gözle gördüklerinden,
Ve gerçeğe çevirdiklerinden onları.

David Herbert Lawrence (1885 - 1930)

***

Bir acı çocuğum işte,
Gözünüzün önünde.
Halini bilmeyen;
Geleceğini, geçmişini,
Vahşetle kuşattığınız,
Bir acı çocuğum işte…
Yakın durdukça içime,
durmadan iteliyor beni bir dilemma,
kardeşliğin
sınıfsızlığın
sevginin ağzına..

Süha Tuğtepe

YAŞAMAYA DAİR...

Bu Pazar sabahı neden bilinmez yine erkenden uyanıvermişti. Alışkanlıklardan kurtulmak kolay değildi ne de olsa. Günün ilk ışıltısı o sersemleten pırıltısıyla yüzünü mavileştiriyordu. Sabahın ılık rüzgârını içine çekerken kemiklerinin çıtırtısını duydu. Uzaktan sokağın bitiverdiği köşe başından pazarcıların hayhuyları gelmekteydi. Bir sürahi suyla pencerenin pervazına sıra sıra dizili saksıları sulamaya eğildiğinde rastlaştı yine o güvercinle. Belli ki yine yumurta bırakmaya gelmişti. Sardunyalar ve kadife çiçekleri suskunca onları izlemekteydiler. Bir karınca kadife çiçeğinin yaprağında geziniyordu. İnce boynuyla öylece durmuş kendisine bakan bu kül grisi güvercinin boncuk yeşili gözleri sessizliğin diliyle onu gözlüyor ondan izin istiyor gibiydi. Bir adım daha yaklaşınca uçuveren güvercinin ardında bıraktığı o yumurtayı saksının toprağına nasıl ustaca yerleştirdiğini hayretle izledi. O an içinde yaşamın o büyük buyruğunu duydu. Güvercinin gözlerindeki o ürkek bakışla ona ne dediğini, ondan ne istediğini düşündü. Yaşamak asla şakaya gelmiyor, diye fısıldadı yüreğine...


t.kurt

23 Haziran 2009

YOL




Yön, yola çıkanların
Yara yara yürüdükleri
'yol'dur.
Varmaksa, sonu olmayan bir şeydir 'yol' da...

Senden önce yürüyenlerin
Ayak izlerine basarak
Kendini yürümek kim bilir.
Hep kendini yürümek, sonunda kendine döndüğün bu yollarda (yoldaşça)

t.kurt

13 Haziran 2009

YEŞİL





seninle anlam bulan kırmızı soluğum
yüzümün o suskun mavisi
her şey ölüyor sevgili.
oysa sen çocuk İsalar gibisin hâlâ!
öptükçe ellerini, yeşilleniyor içim dışım
hele ki gülümsediğin vakit
bir kuyrukluyıldız geçiyor karanlığımdan sessizce.
bozuluyor ezberim
iki kişi oluyorsun aynalarımda yine.

t.kurt

12 Haziran 2009

DELİLİK



Kalabalık sokaklarda yitip gitmekten kaçıyorum kimi
Kimi yalnızlıkta çekilmez geliyor
Anlayacağın bir boşluğa bıraktım atlarımı
Altın eyerlerine korkuyu yüklenmiş her biri.

Kapımı tıkırdatacak o postacıyı beklerken ömrümün eşiğinde
Ölü mektupların anarşik harfleri uğulduyor beynimin gizemli labirentlerinde
Apar topar alıp vurmaya götürüyorlar beni Bay K'nın yerine
Hayır diyorum, ben cin çıkarmak istemiyorum daha...
Komilinin üzerinde duran mumu yakıyorum
Kaç kez söndürdüğümü anımsıyorum sonra
Suya bırakmak kendimi ve derinlerde seni bulmak istiyorum bir tek.

Yağmur çiseliyor dışarıda
Camlarda tane tane ölüyor an
Felsefenin hayattan alacağını hesaplıyor yaşlı ışık
Biliyorum bunun adı delilik
Var olanı dürtüyor ve eşeliyor
Bir salyangoz yavaşlığıyla kök salıyor içime
Ve gölgelerimi uyandırıyor her sabah...

Söyle hangi tanrıçanın sunağına adanmış bir ülkü bu
Gün be gün yatağını oyarken su!

Temel Kurt

11 Haziran 2009

YEŞİL






Ocaktaki çaydanlık sımsıcak fokurduyordu. Köşesinden minik bir üçgen yapıp kıvırdığı kitabı usulca kapayıp öylece bırakıverdi masanın üzerine. Sigara paketiyle bakıştılar. Yenilmedi kendine. Mutfağa geçip, raftaki kavanozdan iki kaşık çay alıp, attı porselen demliğe, yavaşça gezdirdi sıcak suyu üzerinde, demini almaya bıraktı. Serindi hava, ölgün yıldızların uzayıp giden boşluğunda açık pencereden içeri dolan rüzgârın yumuşak dokunuşları daha bir kendine getiriyordu insanı. İnce belli bardağa dudak payını bırakarak doldurduğu demli çaydan daha bir yudum almamıştı ki; zırıltıyla çaldı telefonu. “avuçlarını aç” dedi telefondaki ses. Açtı nedenini hiç düşünmeden. “ avuçlarına yeşili bıraktım. hadi ellerini yüzüne sür!” Yine düşünmeden yaptı söyleneni. Uzak, çok uzak bir sesti buyuran. Yüzünden kalbine yayılan o huzurla usulca yumdu gözlerini, bir ırmak akıyordu şimdi içinde; derinleştikçe yeşile çalan, yeşilleştikçe sessizleşen bir ırmak…



“Henüz hiç kimsenin, hiç kimseye söylemediği
o sözcüğü arayıp bulmak istiyordu. Harfleri uzak
yıldızların ışıltılarını andırmalı, lilyum çiçekleri
kadar narin, kar tanecikleri kadar dirençli olmalıydı.
Ki yüzyıllar, binyıllar sonra bile hiçbir sözlüğün
gücü yetmemeliydi onu açıklamaya…”


Sabah uyandığında gün yeni yeni ağarmaktaydı daha. Cıvıl cıvıl kuş sesleri doluyordu içeriye. Pencerenin pervazını tepeleme sarmış ortanca sarmaşığının beyaz çiçekleri yeşil yaprakların arasında boyunlarını uzatmış onu gözlüyorlardı sanki. Sabah rüzgârının serinliğinde uzayıp gidiyordu sessiz sokak. Usulca doğruldu yattığı yerden, açık pencereden görebildiği bir avuç maviliğe yürüdü. Gün doğarken ufku kaplayan o tunç kızıllığını seyre daldı. Her şeyin eriyip birbirine karıştığı bu kızıllıkta binlerce yıllık uykusundan uyanan bir safir taşının efsunlu pırıltısıyla ışıdı gözbebekleri. İşte tam o an kanatları maviden söğüt yeşiline narin bir kelebek tıpkı bir peri gibi uçarak geçti gitti bir adım uzağından. Uzanıp dokunmayı diledi ona, ama dokunamadı. Çaresiz, yapayalnız, bir başına duyumsadı kendini…

“Delicesine bir özlemle( çölün yüreğinde
saklı bir vaha serinliği ya da okyanusun
sonsuz dinginliği gibi) bir an evvel bulmak
istiyordu o sözcüğü…”

Yeninden açtı kaldığı yeri bir üçgen yapıp kapadığı kitabı. Sayfalardaki bütün yazılar silinmişti. Kitabın neleri anlattığını düşündü, anımsayamadı. Tüm bu olup bitene bir anlam veremiyor, kendinden şüpheye düşüyordu. Bir kez daha göz göze geldiler sigara paketiyle. Peş peşe yaktı sigaraları. Dumana boğuldu içerisi. Küllük dolmuştu. Son sigarasını da söndürdüğünde tekrar açtı kitabı. Her sayfası ayrı bir yeşildi bu kez; bir orman gibi, bir yaprak gibi, bir ırmak gibi yemyeşil… Kitabın sonuna giden yolu kaybetmiş o sayfa, bu sayfa dolanır olmuştu. Yemyeşil pullarla kaplı kavını değiştiren bir yılana rastladı bir sayfada, çırılçıplak bir yılana. Korktu bu çıplaklıktan. Başka bir sayfada aldı soluğunu. Orada ise her şeyin içini gösteren yemyeşil fosforlu aynaların arasında buldu kendini. Kendi içine baktı. Yeşil, yemyeşildi içi…


“Artık bulmak istemiyordu o sözcüğü,
ama yola çıkmıştı bir kez. Dönüşü yoktu!”


Bıkmadan usanmadan telefon bekledi. Neden beklediğini düşünüyor ama bunu kendine bir türlü izah edemiyordu. Tek tasası kurtulmaktı artık bu çileden. Yalvarmayı, af dilemeyi kuruyor, sonra bütün ezber ettiklerini unutuveriyor tekrar başa dönüyordu. Her bekleyiş bir parça kurtulmak değil miydi zaten. Günler, aylar, yıllar geçti. Asırlar ve… Ne o sözcüğü bulabilmişti, ne de o telefon gelmişti bir daha. Velâkin her sabah hiç aksatmadan kanatları maviden söğüt yeşiline dönüşüveren o narin kelebek uçarak geçiyordu bir adım uzağından. Zamanla ona dokunmaktan da vazgeçtiyse de bir periyi andıran o kelebek yine de uçup gidiyordu bir adım uzağından…




t.kurt

8 Haziran 2009

DİDOU NANA DİDO



“19. Yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın, bir bahçeyi
tasvir eden tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu. Hunt'ın 'Kâinat ışığı' adını verdiği bu tabloda geceleyin elinde bir fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt'a dönerek: 'Güzel bir tablo doğrusu, ama mânâsını bir türlü kavrayamadım.'dedi. 'Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu takmasını unutmuşsunuz da...' Hunt, gülümsedi ve ekledi: 'Adam alelade bir kapıya vurmuyor ki... Bu kapı; insan kalbini simgeliyor... Ancak içerden açılabildiği için dışında kola ihtiyacı yoktur.' Sanatçı ürettikleri, yaşama karşı duruşu ve savunularıyla halkın gönül kapısını çalan ve onun yüreğinde yaşayandır.”

İşte sevgili Kazım Koyuncu(Dido) da bu gönül kapısını çalanlardan biriydi. İçten ve teklifsiz türkülerin sıcacık lisanıyla gönül kapımızı açıp oraya girenlerdendi. Çernobil nükleer santralinde meydana gelen patlamanın yaydığı radyasyon riskiyle Karadeniz bölgesindeki nice yaşıtı gibi o da, bölgeye gerekli yardımı ve desteği sağlamayan yöneticilerin yıllardır değişmeyen 'ölen ölsün kalan sağlar bizimdir' felsefesi sonucu hayatının baharında kanser hastalığından ölerek aramızdan ayrıldı. Dido, bu halkın yüreğinde kardeşliğe, barışa, emeğe, umuda ve doğaya açılan bir kapı oldu. Her ölüm erken ölümdü ama o tıpkı başka bir coğrafyada yaşayan Che gibi, içten ve umut dolu gülümsemesiyle o da ölümsüzlüğü tadanlardandı. Halkının umutlarıyla yoğrulmuş türkülerini söylemekle, halkın yasalarını yapanlardan daha güçlü olduğunu haykırmıştı giderayak. O yüzden o, Sinop'da nükler enerji santrallerinin yapımına karşı çıkan gençlerin yüreklerinde de yaşıyordu, Gebze’de kanserden ölenlerin sitem dolu bakışlarında da.

İki heceyle anlatmak istiyorum seni
yokluğun
öyle yanlız bıraktı ki bizi

``DİDO``

***

Mayıs ayının ilk haftası annemin bilmeyenlerin salatalığa benzettikleri dikenli, yeşil ve eğri büğrü kaktüsleri yeni bir uçkun daha verdi, bu yeni dal öyle tazeydi ki görenlere yaşamın delidolu mucizesini anımsatıyordu. Bir, bir buçuk hafta sonra ise bu uçkunun uç kısmında dikenlerin arasında sarı bir çiçek yeşeriverdi, sarı yaprakları tıpkı yaşama gülümser gibiydi...

Bir günü bile doldurmadan bu sarı çiçekler önce mavileşti, sonra kuruyup döküldüler. Bu belki de botanik âlemin en kısa ömürlü çiçeğiydi. Ama her şeye rağmen bir kaktüsün çiçek açmasına tanık olmak, bir karanfilin, bir gülün açmasına tanık olmaktan daha güzel bir duygu. Kültürel ve yaşamsal anlamda sömürülerek büyük sorunlar yaşamaya mecbur bırakılan bu halkların bir gün mutlaka açacağı çiçekleri anımsatıyor insana, bin türlü baskıya rağmen yine de hayatın asla engellenemeyen dileğini kim bilir!

İşte sevgili Dido da bu çiçeklerinden biriydi halkımızın.

***

Tommaso Campanella, ütopyala¬rın en ünlüsü sayılan eseri 'Güneş Ül¬kesi'ni geçen binyılın ortalarında yazdı.

Aydınlık beyinli bu filozofu tarih, in¬sanlığın en karanlık çağına elçi tayin etmişti adeta... 'Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim' di¬yordu.

Emperyalist paylaşım savaşları (Irak, Filistin, Afganistan… vs) dünyamızı insan için git gide yaşanmaz hale getirmekte, emeğin ve doğanın sömürüsü git gide daha da artmakta, dünya halkları birbirlerine düşman edilmekteler (Arap Yahudi düşmanlığı, Türk Kürt düşmanlığı... vs vs) işte adına yeni dünya düzeni denen bu Globalizm'e karşı Dido; doğacak yeni sabahların çan sesi oldu içimizde...




t.kurt

3 Haziran 2009

Üç Haziran 2009





bugün üç haziran, yeni binyılın eşiğinde zamanın içinden geçip kosmosu düşlemiş şairin ölüm yıldönümü. akşam yağacak gibiydi hava ama yağmadı. gece soğuktu ama üşütmüyor bilakis serinliği mutluluk veriyordu da. az evvel televizyon kutusunun uzaktan kumanda düğmesine dokunup memleketimde ve dünyada olup bitenleri dinledim. mucize gibi, büyü gibi bir şey bu, nerde ne olduysa hemen sana ulaştırılıyor. cinnet haberleri ne karışmış memleketim içimi burksada hızır bekleyen ermişin sabır taşına sığınmaya alışmış olmaktan olsa gerek çabucak unutuverdim bende bıraktıklarını. iflas eden dünya devlerinin mallarına el koyan süper devletleriyse bir süperman edasıyla alkışlamak geçti içimden. padişahım çok yaşa modundan çıkmak için mutfağa yöneldim, demlik fokurtusu beni biraz olsun kendime getirdi.


bugün üç haziran, yıllardır yurtsuz bir sığınmacı gibi sığındığım düş odamda(ki şiirdir) topraktan ve ateşten doğacak o en mükemmel aşkı bekliyorum hala. zaman hain kamcısıyla rüzgarın türkülerini fısıldayarak uğuldamaya ise durmaksızın devam ediyor... bilincime ayna tutan ölülerin arasından varıp buraya sana ulaşmaksa hala bir sincap acemiliğiyle kuşanmakta yüreğimi...


bugün üç haziran, yaşlı çınarların gölgeliğinde uyuklayan marmara'nın artık eskisine pek de benzemeyen maviliğinde adı deniz çocuklar türküler söyleyerek geçiyorlar içimden. işte tam o an bende seni anımsıyorum yeniden. unuttum sandığım seni. ilk ay ırmağın üzerine bıraktığı halesiyle tertemiz gülümsüyor...


bugün üç haziran, insanların değil, çiçeklerin daha çok sevineceğini umarak fısıldıyorum rüzgara yağmuru özlediğimi....



3 haziran 2009 Gebze

30 Mayıs 2009

HAİKU



HAİKU

Sen benim yağmur suyumdun
Çiğ göllerimde toplaşan
Minik ördeğimdin
İçimin ırmaklarına dalıp dalıp çıkan!

Temel Kurt

27 Mayıs 2009

SU



rahlenin üzerinde uyuyordu su
boynu bükük bir "r" misali
göğüsleri ejderha başlı kadınların büyüsüyle
inip kalkıyordu tahterevalli
avucumun ayasındaki o uzun yolda
uzaktı artık kınına zaman.


t.kurt

25 Mayıs 2009

Yağmura dair...




ekmeğini bizimle bölüşen yıldızların ilk oyuncağıdır nisan yağmurları....

15 Mayıs 2009

ÇIĞLIK






Çığlığı delilik travmasına özenen bir tren
Fotoğrafın arabına fısıldadığı sır
Havada bir atmaca gibi dolanan şu sıcaklar
Ezberi bozulmuş bir çan kulesi
Kılıfını çaldırmış bir minare
Çükünün kınında bir Napolyon
Akrebin komutasında uygun adım ilerleyen yelkovan
Kâğıt paraların üzerindeki kahraman gölgeler

Şu lanetlenmiş çağda insan!


t.kurt

9 Mayıs 2009

Bütün annelere hediyemdir


YAĞMUR

Bir yıldız kaysa düşecek sanırdık gökten
İçimizde öterdi çekirgeler.
Babalarımızın elleri ekmekti
Annelerimizin saçları süpürge...

Gece uzun uzun yağardı yağmur
Sokak lambalarının üzerine.
Bazılarımızın şapkaları ıslanırdı
Bazılarımızın ışıkları...

temel kurt

8 Mayıs 2009

FIRTINA





Ne yapsam büyüyorum
Elimde değil çocuk kalmak
Erken açıyor yalancı elma çiçekleri
Gelip ölü gölgenle ışıktan bir taç giydiriyorsun başıma
Kumdan harflerle fısıldadığım sözcüklere yaslıyorsun başını
Bir kırbaç şaklıyor göğsümde
Yürüyor hayaletin çıplak göğsüyle içimin aynalarında
Bulanık akan suların gözlerini arıyorum şehvetin çıldırtan çığlıklarında!

Temel Kurt
.

2 Mayıs 2009

Kiraz




bir çöpe tutunur iki kiraz
yeni yetmedir kimi böyle
kimi vişne tadında...

t.kurt

30 Nisan 2009

KÜPELİ ŞİİR



Ardıç kuşlarını kovalıyor çocukluğum
Gökkuşağına boyalı bir bulutun peşi sıra.
Öpüştüğüm yerde şiir yarası
Keskin bir bıçağın kanattığı hece.

Ayakkabı bağcıklarımla intihara meyilli
Kurşuni bir sabahın bukağısı kaplarken içimi
Güvercinlerin üç adım berisi suskun şu şehirde
Penceremde yağmur damlalarının aceleciliği

Tak kulağına şu mayıs yelini
Kanasa süt kokar puslu havalar
Sürgün vermiş kiraz çiçeği olur ellerin
Birleşince halkın geleceği için.

t.kurt

28 Nisan 2009

YASEMİN KOKAN MEKTUP




Bilmek çok ağır bir yüktür sevgilim
Dolanır gecenin karanlık tundralarında.
Vakitlerin tenha ve en aceleci kuşkularıyla
Karşılanır bütün sabahlar.

Bilmek zorbalıktır kimi sevgilim
Sabırsız bir kılıçtır kınında
Keser sevdanın kristal göbeğini
Bir ananın acı çığlığıyla.

Her şey uzaktır kimi sevgilim
Ne kadar yaklaşırsan o kadar uzak
Uyanıverirsin bütün rüyalardan eninde sonunda.
Gizli, saklı, yalan, dolan
Hayatın şu gümüş karanlığında
Derler ki; susarak sevebilmektir tek güzel kalan.

28 Nisan 2009

21 Nisan 2009

KARANLIK




Anıların derin boşluğunda
Sesinin metalini paramparça ediyor bu çağ
Gecenin tenhasında yitip gidiyor denizin maviliği de
Ve örtüyor her şeyin üzerini ölü gölgelerle
Sense o son fotoğraftaki karanlık odaya sığınıyorsun
Siyah beyaz artık benliğin bile…

t.kurt

20 Nisan 2009

...


Sabahın beşi
Gün ağarıyor yavaşça
Büyük ihtimal uyumaktasın daha
Dışarıda incecik bir hilal ışıldıyor
Serçe cıvıltıları kaplıyor dört bir yanı
Bak beyaza kesmiş ayva çiçekleri
Gelip bir güvercin konuyor bamtelime
İçimde bir çiğ tanesi oluyor adın.

Sen benim yağmur suyumsun
Çiğ göllerimde toplaşan.
Minik ördeğimsin
Seviyorum seni!

t.kurt

18 Nisan 2009

TARÇIN




Türkü türkü içime çeksem seni
Nefes nefese bölüşsek sevdayı
İki yıldız ışıldardı göğsünde
Bir hilal doğardı vaat edilmiş toprağından...

Dudağına biber sür.
Öpesim var seni
Çıldırasıya kucaklıyasım
Tarçın eritesim ağzında.

t.kurt

16 Nisan 2009

DÜŞ




Konuşunca daha bir çocuk oluyorsun
Sesinde tufan günlerinin o dizginsiz telaşı
Sis çanları asılı gecelere
Karanlığın ucu bucağı yok
Bak bir mezar daha kazıyor ölü aşklara gölgeler.

Her şey uzaktır kimi yıldızlar kadar
Kimi yanı başında bir kaya gibi suspus.
Ve aylar, yıllar nasıl gelip geçmiştir bilenmez hiç bir zaman
İçinde bir sızı birikir dünden kalan
Ve bilirsin güneşe boylu boyuna uzanınca yılan
Kav değiştirir acılarına gerinerek.

Uzat ellerini göğe çıkalım
Şu selvilerden, şu bulutlardan öteye
Duyuyor musun neler neler fısıldıyor fırtına
Yum gözlerini cennette uyanalım!


T.KURT

15 Nisan 2009

yine uzağa dair



Sana çekirdek almıştım
Çıtlatırız diye.
Bırak saçların dağınık kalsın
Bak gece vardiyası da paydos etti
Elif be'yi öğreniyor yetmişlik Ayşe nine
Sabah kimi gazetelerde güneş doğmuyor
Zaman artık o zamanlar değil
Uzak, upuzak insan kendine bile...


t.kurt

14 Nisan 2009

MASAL





Eskiden, daha bir tırtılken
Yaslanır kozamızın ipek duvarına
Deli divane düşler kurardık...

Bak hava boncuk boncuk dışarıda
Bir mandala tutturulmuş içimiz dışımız
Sus! Ejderhaları uyandırma.

t.kurt

12 Nisan 2009

Sebepsiz






Her şey uzaktır kimi yıldızlar kadar
Kimi yanı başında bir kaya gibi suspus.
Ve bilirsin güneşe boylu boyuna uzanınca yılan
Kav değiştirir acılarına gerinerek.

İnsanın içinde açılan keçiyolunda
İnatçıdır gülüşü sevdanın
Kaldı ki; sevilmese ne çıkar, sevdikten sonra…

t.kurt

11 Nisan 2009

Aşka dair.






Hani bir ipin ucunda rüzgâra bırakır ya sevincini bayrak
Hani denizine kavuşamadan ölür ya kimi ırmaklar
Hani karanlıkta kalır ya bazı bazı küçük bulut, gözyaşına yağmur deriz ya hani
Hani bir dal tomurcuk tomurcuk uçkun verirde uzatır ya başını masmavi göğe çiçek çiçek…

Öylesi sevebilmek seni
Öylesi dokunabilmek göğsünün yumuşaklığına.

t.kurt

10 Nisan 2009

El Dorado'yu aramak




Serin vaat edici bu nisan gecesi sokak lambalarının ışığında kaldırım taşlarına bir gözyaşı iriliğinde düşen yağmur taneciklerine dalıp gitmişti gene. Daldıkça arınıyor; külden çamura, çamurdan kana, kandan cana yeniden hayat sunuyordu içindeki yelkovan kuşlarına.

Uzakta, karanlık ıssız gecenin öte ucunda bir yıldız değdi gözüne. Yüzü ışıdı. Şeker pembesinden süt mavisine yumuşadı yanakları. Şefkatin, adanmışlığın izinde paytak paytak emekleyen minik ördek yavrularının sımsıcak yüreğiyle onu çağırıyordu El Dorado’ya mayısın ateşten sesi. Sustu. Bir efsunlu gülümseme uçkun verdi dudağının ucundan. Aşkın ve hayalin altın şehrine yumdu gözlerini.

El Dorado oradaydı! İnananlar için bir adım uzakta.


t.kurt

9 Nisan 2009

SANA DAİR


Bak yine yağmur yağıyor
Sevincini pay ediyor nisan
Apansız adın düşüyor aklıma
Neyimi bölüşsem çoğalıyor seninle.


t.kurt

3 Nisan 2009

CAVBELLA




Bir nilüferdir bedenin
İçine bir şairin masmavi ellerini daldırdığı.
Ki bataklıkta ince ince çınlar güz kavallarının sesiyle.

Bir kadife çiçeğinin gözleriyle karanlık baksa da kimi
İçimdeki sus çiçeklerinin mayıs coşkusudur
Düşlerimin iki altın düğmesidir umutsuzluğun ikliminde.

Erguvani sabahların lâl sessizliğinde
Kurşuni kubbesinde göğün ışıldarken nisan güneşi
Çıtır çıtır yaşamaktır özlemini senin.

Bir çilek fidesini çorak toprağa tutturmak gibidir seni anlamak...

t.kurt

31 Mart 2009

SUS ÇİÇEKLERİ...




Biliyor musun yaşadığım hayat bazı öyle havasız, öyle dar geliyor ki; açacak bir pencere bile bulamıyorum. Sıkıntıyla, öfkeyle içkiye veriyorum kendimi ama hiç birinden fayda yok. Çokça zaman içimdeki bu karanlık mezarda kendimle baş başa kalıyorum. İnsan böylesi zamanlarda en çok geçmişiyle dertleşiyor. İdealleri, aşkları, sus çiçekleriyle…

İçimizdeki sus çiçekleri konuşmaya başlıyor. Neler neler anlatıyor bir bilsen. Bir aynanın griliğinde tutuklu kalan, bir duvarın önünde öldürülen anılar çıkınca karşına konuşmaya başlıyor sus çiçekleri…

“hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz…” sahi hep çelik adımlarla mı yürüdük bu yollarda? Çocukluğum geliyor aklıma kimi! Karagöz oynatan bir Bekir dayı vardı mahallemizde. Bir seferinde “önceleri ben konuştururdum ama şimdi kendileri konuşmaya başladılar” demişti perdedeki kuklalarını göstererek… Yıllar sonra ancak şimdi anlıyorum kuklaları da sus çiçeklerinin konuşturduğunu.

Şu yalancı tanıklar kahvesinde niçin şiir yazdığımı düşündüm bugün. Soruya ne cevap versem hep biraz eksik kalır biliyorum. Ufo ve vampir hikâyeleri gibi inanılması güç bir şey şiiri niçin yazdığımızın cevabı da. Eskiden halkım için yazıyorum der, kestirip atardım. Kolay cevaptı… Neyse sıkıntıya boğmak, umudunu kırmak niyetinde de değilim. Lisede bir felsefe hocam vardı. Hayatı kayıt altına almayı da ondan öğrenmişimdir işin aslı. “Yazmak, bir inanca tutunmak” derdi. Oysa ben ne vakit Kadıköy’e gitsem Elif’in yüreğinden bir ton çöp çıkarıyorum.

zaman üzeri işlemeli ebruli bir sedef şişe
içine hapis olansa kendisi insanın
peki ya bir yudumda hayat bulan kim?


Biliyorum zor sorular bunlar. Bak gülüşüyor yan masadakiler. Toyluğun hafifleten armağanını bölüşüyorlar korkusuzca. Bir cigara daha yakmalı galiba. Sislerde ilerleyen bir geminin düdüğümü çınladı ne.

Gazeteleri seçim sonuçlarını yorumlayan bayların akıl hocalığıyla okumuyorum ama bu ülkede olup bitenler benimde kulağıma geliyor. Gerçi ne zaman uzak durabildik ki olup bitenden. Bir arkadaşım vardı: yokum artık demişti ben bu oyunda, ürkütmeyecekti bir daha fincancı katırlarını. Ne zaman rastlaşsak oyundan çıkmaya uğraşıyor hâlâ biliyor musun?
Kürt Kürtlüğüne, Türk Türklüğüne, Atatürkçü Atatürkçülüğüne, Alevi Aleviliğine, Müslüman Müslümanlığına tutunuyorsa hâlâ nasıl becerecek değil mi Müslümanlığın Ebu Süfyan takımıyla tekkede dağıtılan yumurtayı bölüşmeyi. Yoksa şu vatan, millet, Sakarya milliyetçiline mi dalmalı o da gözlerini yumup.

Neden bilinmez bir fıkra geldi aklıma. Biraz belden aşağı ama belki de bu umudu Allaha kalmış halkın en iyi tercümanıda bu fıkralar. Adamın biri kadir gecesi ölmüş, cuma günüde toprağa gömülmüş. Onu tanıyan bizim Temel imama sormuş. haçan imam efendu habu adam mübarek kadir gecesi öldü, cuma günü defnettik. Cennetlik midur? İmam kitaba göre öyle demiş. Temel ama hırsız idü, yetimi, fakiri fukarayı soyardu demiş yine de cennetlik midur? İmam Allahın işine karışılmaz demiş. Dediğin günlerde öldüyse cennetliktir. Temel haçan içkisi, kumarı, karı kız ayağı da vardı. Sübyancıydı bir de. Yine de cennetlik midur hoca efendi? Hoca bakmış ki bu adamı başından savamayacak sinirlenmiş epey bir. be adam Onu cuma günü cennete alırlar ama bu dediklerini yapmışsa cumarteside anasını bellerler orada demiş.

her şeye rağmen görüyorsun ya az ısınıverse havalar
şırıltıyla çağıldıyor köpüklenen sular kayalarda
çiçeğe duruyor dal
kanı kaynıyor kertenkelenin…


Ve ben; şu şarabi kederin ezilesi yalınlığında pencerelerimi kırıp bütün kuşlarımı göğe salmak istiyorum. Süt duruluğuyla orada öylece bekleyen uzak, upuzak göğe…

t.kurt.

30 Mart 2009

SİS ÇANLARI





Frengiye tutulmuş
dalgaların vahşi ıslığında
gümüş bir kelebeğin
ışıktan kanatlarıyla
geçebilmek aynalardan.
Suspus iklimlerin
kırık harfleriyle
fısıldamak kulağına:
İlk anne deyişine tutunur gibi
bir çoçuğun.

Ağlamak ve de
sevişir gibi ağlamak bir kez daha.


t.kurt

25 Mart 2009

SONSUZ AŞK





Denizin yüzünde uçsuz bucaksız yayılmış çarşaf gibiydi mavi. Sabah yeline kendini umarsızca bırakmış martılar bu sonsuzlukta oradan oraya keyfince süzülüyordu. Bulutlar da olmasa yer gök bir birine karışmış sanırdınız...

Kadın esen sabah rüzgârını boynuna dolamış, ardında izlerini bırakarak sahil boyunca çıplak ayak yürüyordu. Ara ara eğilip kıyıdaki çakıl taşlarının pırıltılı yüzlerini topluyordu, aradığı yüze benzeterek. Ansızın durdu. Bu sonsuz maviliğe baktı. Ay teni kendini denizin kollarına bırakmak istiyordu. Üzerindeki her şeyden kurtuldu. Göğüslerinin kara üzüm tanesi gibi uçları suya düşmüş karanfil yaprağı gibiydi. Teni mavinin yüreğinde kulaç atarken beline vuran ışıkla lapinalara benziyordu. Özgür martılar gökte, o denizde, kadın ruhu her yerdeydi...

Tüm balıklar onun özgür ruhunu görüp, birbirlerine fısıltıyla onun güzelliğini anlatmaya başladılar. Bir zaman sonra kulaktan kulağa aralarına katılan bu özgür ruh, tüm maviliğin dilinde bir masala dönüştü...Lapina sürüleri, yengeçler, denizanaları, midyeler, akrepler, yunuslar, mercanlar hayranlıkla onu konuşuyordu. Oradan geçmekte olan Kılıç balığı’nın kulağına da gitti tüm denizin bildikleri...

Yavaşça kadına yaklaştı. Gördüğü güzellik aklını başından almıştı. Kadının etrafında döne döne yüzüyor, çığlığa benzeyen sesiyle onu selamlıyordu. Kadın önce korkuyla sahile doğru yüzmeye başladı ama içindeki derinliklerden gelen ses, Kılıç balığı’nın ona zarar vermeyeceğini fısıldıyordu. O sesi dinledi...

Kadın Kılıç balığı’nın özgürlüğüne tutundu; Kılıç balığı kadının aşkına. Maviliklerle vals edercesine suları yara yara yüzmeye başladılar. Ara ara denizin üzerine düşen sabah güneşi de onlara katılıyordu. Denizin oğlu aradığını bulmanın coşkusuyla bütün balıklara aşkını haykırdı, kadınsa martılar gibi çığlık atıyordu sevinçten. Saatlerce yüzdüler...

Derken vakit geceye vardı, ortalığı usul usul kaplayan karanlıkta ışıldayan büyülü bir fener onları davet eder gibi bir yanıp, bir sönüyordu uzaklarda. Yüreklerinin kapısı aynı şarkının sol anahtarıyla açıldı, ışığın yolunda sonsuz aşka doğru yüzdüler. Işığa vardıklarında kadın çoktan bir denizkızına dönmüştü. İşte o günden beri sonsuz aşkın güzelliği ışık kadar hürdü tüm yüreklerde...


T.KURT

21 Mart 2009

SEÇİMLERE VE İNSANA DAİR DÜŞÜNDÜKLERİM...





KARAGÖZ’LÜ ŞİİR

Uzuneşek oynamaktan tutsak
Bir topumuz vardı
Bir de Maradona’mız Latin Amerika’dan

Kibrit kutusunda vasati kırk yıl
Bir de hepsi hepsi bir karagöz resmi işte
Sol yanımızda duran

ZEZE

'söğüt ağacından
zeze yapmak
çocukken en çok sevdiğim şeydi'

uzaklardan geldim!
heybemde
kıyılardan topladığım
ölü deniz yıldızları.
göğsümde kaynayan ocakta
ak düşlerim...

BARIŞ

Yaşamak biraz eflatun olsaydı
Kırmızı görünseydi
Sabah sabah gözüme hayat…
Gecenin mavisine saklansaydı
Çocuk yanlarım.

Olmasaydı savaşlar
Ölmeseydi parmaklarım...
Ellerim, ellerine öğretseydi dokunmayı
Usul usul büyüseydi serçe parmaklarım.

HATIRA

Saçların söğüt ağacının gölgeliği a kızım
İki zeytin tanesini, üç dilim ekmeği bölüştüğümüz.
O gülüşün yok mu ya: Güvercingöğsü mor
Bıraksalar koparacak hâlâ dizginlerini...

ÖZGÜRLÜK

Hani, kapanırken zarf
Erir ya tunç bir gökyüzü gibi satırlar
Güvercingöğsü
Mor, yeşil, eflatun
Öylesi geliyorsun aklıma...

Kömürden, demirden, sudan ve ateşten bilyeler biriktiriyorum sana...

BARIŞ

Ali topu Ayşe'ye at
Ali topu Berfin'e at
Ali topu Rachel'e at
Ali topu Temel'e at.

Kilimlerin üzerinde oynayan çocuklar olmalıyız
Öküzün boynuzunda dursa bile zaman...

ANNE

Bu günlerde rüya göremiyorum
Oysaki atlasta hâlâ bolca mavilik var
Küresel ısınma belirtisi galiba tüm bunlar.

Babasız bir İsa gibi piç bu zamanda
Avuntumuz anne sevgisi hâlâ...

GÜNEŞİ KOVALAYAN TÜRKÜ

Kaya gibi sessizce
Kaldırıp başımı arada bakarım kıyılardan
Fısıldar kulağıma dalgalar
Güneşi kovalayan türkülerini.

Portakal ağacı gülümser
Gün yanığı yüzüyle
Duyumsarım içtenliğini
Anlarım ki; o da bizden biri

DEVRİM

Bir avuç ışığa sarkıtılan kovadır devrim
Kuyu kadar derin
Kuyu kadar karanlık bu dünyada…

Çocukların gözlerinde uzak bir yıldızın ışıltısı
Ellerinde yaprak yaprak karanfil sevincidir devrim.

Bir bakmışsın yanı başında kıyı
Bir bakmışsın ufukta kaybolan gemidir devrim.

Sonu sevmekle biten bütün cümlelerde
Bir zamirin aşkına benzer devrim...

AY GÜNLÜĞÜ

Kıyıları hançerlemiş akşamlar
yüreğine saplı deniz
kaybolan gemilerin mendireğinde giden uyku...

Yalnızlığın güncesi
kırık aynalarda
param parça bir begonya gülüşü...

Tütün kokan uzaklar
ay yüzlü akşamlar
en keskin kılıçlarıyla kınında uyuyan mısralar...







HANİ SORARLAR YA; KİME OY VERECEKSİN, DİYE. BEN BÖYLESİ SORULARA HEP GÜLÜP GEÇMİŞİMDİR. YUKARIDAKİ ŞİİRLERİ ZAMAN İÇİNDE YAZMIŞIM. GALİBA ÖTESİNDE BİR SÖZE DE GEREK YOK GAYRİ...

SEVGİYLE KALINIZ.

TEMEL KURT



.

19 Mart 2009

AŞK




uzak ufuklara asılı çanlarda ölü gölgeleri
denizkızlarının
vakitler lâl, yelkovan kuşları kanatsız
suspus iklimlerde
ağızlarda badem tadı ilk öpmelerin.


gülün kaderine işlenmiş kan rengi bir unutuş…



T.KURT

16 Mart 2009

UZAK




usul usul büyüyen kız çocuklarına




1

Denizin mavisini görebileceği bir duvara tutunur erguvan
dokununca kapanan küstüm çiçekleridir mimozalar
ayrılık karanfil kokar,gözlerin papatya
gitme yüzüm solmasın...

Uzak iklimlerde de çocuklar vardır kuşları çok seven
gemiler değil, denizlerdir uzaklaşan bizden bazen...

2

Güzeldir, çığlık çığlığa merhaba demek karanlık bir deniz mağarasında yaşama
güzeldir Akdeniz sisi içinde soluklanmak...

Bağıran bir şehir büyür içimde
perdeleri en yüksek sestir yaşamak...

Bazen bir söz, bir tohum gibi düşer yere
açılır şehrin kapıları
hafiften bir rüzgar bile yeter kapı eşiğinden kayıp gitmene.
Kök salıp kalabilmek için gidilir bazen de...

Denizin tuzu bile yetmez bazen, saçlarından alıp seni geri getirmeye.
O vakit denilir ki 'Gurbet bu: gidip de dönmemek var; gelip de....'

3

Parmaklarınla yüzündeki bulutlara dokundun mu
gözlerinden gerisi bir karanlıkta kaldın mı hiç
oysa bir tutamdı saçların
...

Senin ve benim ayazım çıplak mavi
tangodan geride kalan bozgun ömrümüzde
dudaklarında duru bir deniz
mavisi dökülmüş ufkumuz.
Hadi git;
karanfil ve tarçın kokulu sabahlar için uyan sevgili...



temel kurt

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /