24 Temmuz 2009

mırıldandıklarımdan

...

annelerin ninnilerinden
spikerlerin haberlerine kadar
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı.
anlamak sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık
anlamak gideni ve gelmekte olanı...

n.hikmet


...


Bir parça mavilik kes patiskandan
İki heceyle an adımı
Bak giden gemilerin rotasında nasılda köpürmekte deniz
Oysa herkes bilir; iz tutmaz asla sular
Söyle, neden unutkan bir Cezayir menekşesi değildir anılar?

t.kurt

21 Temmuz 2009

GÜNEŞ




Bu gece ateşbö-ç-ükleri ne çok
ey yol?
Eski bir evin kapısında asmalı kilit
elleri/n
İki şehri birbirine bağlayan...

2

Ben gece açık bıraktığım kitaplar yüzünden üşürdüm
Ne zaman uyansam
Penceremin önünde unutulmuş sığırcık türküleri
Penceremin önünde iğde kokusu sabahlar...

3

İki raya tutunarak giden bir tren gibidir yalnızlık
Yokluğunsa, kitapların arasında kurutulan gelinciğin yemini
Bu sabah ellerin yağmura dokundu. Tuttum, ellerini öptüm
Ellerin, çiçek açtı. Ellerinle seviştim
Ellerin, ellerim, ellerimiz güneşti...


T.KURT

17 Temmuz 2009

GÜNEBAKAN ŞİİR




'yaban balı özgürlük kokar' bilirim
bilirim nicedir eşek arılarının derdini
bilirim de bulamam ben de
mumların sarı ışıkta parladığı o uzak yeri.

bir boşluk büyür içimde
Van Gogh sarısı bir bela sarar benliğimi
şu erguvan şehrinde
kaybetmişimdir sende kendimi…

t.kurt

15 Temmuz 2009

GÜNEBAKAN





Çıkarı olmadan kimsenin kimseye gülmediği bu üçe al, beşe sat dünyasında, zayıf yanlarının sesini işitmiş, gelmişti buralara ya aradığı cevabı bulamamıştı burada da. Neydi aşk, neydi yaşamak dedikleri? Neredeydi kalbindeki vişne bahçesi? İşte bu cevapsız kalan soruların arasında uyumaya çabalıyordu. Zaman sonra pencerenin aralığından uzayıp giden mavi karanlıklarda o da yitip gitti.

Düşünde serin bir nisan sabahı yaşlı bir çiftçinin nasırlı avuçları arasında bir ayçiçeği tohumu olarak buldu kendini. Evet, minnacık bir tohumdu yalnızca. Ellerini arandı bulamadı, yüzünü arandı bulamadı, saçlarını arandı bulamadı. Çiftçinin terli avuclarından savrulduğunu hissetti bir tek, döne döne düştüğünü ve de sürülmüş toprağa. ayılıp kendine geldiğinde zifiri karanlıktı dört bir yanı, yıldızları arandı başının üzerinde, bulamadı. Bir yılan tıslayarak geçti yanı başından, korkularının sesini işitti yeniden. Bir başına kalakalmıştı işte bu karanlıkta.uyuyor muydu, ayık mıydı, bilmiyor, ışığın yedi rengini özlüyordu yalnızca. Yeşili, sarıyı, kırmızıyı, maviyi…

Uyandığında iki yeşil yapraktı, nazlı nazlı salınıyordu incecik esen mayıs yelinde. Bir karınca gelip sırtını dayayıvermişti su yeşili gövdesine. “ gökyüzü ne kadar uzak böyle” diye söyleniyordu kendi kendine. Duyuyor ama konuşamıyordu onunla. Sıcak, sımsıcaktı hava, iyice kızdırmıştı güneş. Uzatıp köklerini toprağın derinine bir yudum su arandı. İçtikçe büyüyor, sarı saçları uzuyordu çiçek çiçek. Işığı emiyordu doğa ananın göğsünden, daha bir parıldıyordu o vakit yüzü. Işıkla yatıyor, ışıkla kalkıyor, güne bakıyordu hep. Sevmiyordu gecenin karanlığını, korkuyordu karanlıktan. Başını yere eğip ağlıyordu. Ağladıkça yüreği küçük parçalara bölünüyor, yüzlerce kalbi oluyordu Sabahları serçeler cıvıldayarak uyandırırdı onu. Aç serçelere küçük kalplerini ikram ederdi.

Düşünden uyandığında gün yeni yeni doğmaktaydı denizin öte yakasında. Işığın buyruğuyla yaşayanlar geldi aklına ilk. Gülümsedi kendine. O vakit bir günebakandı o da. Demek ki; insan ancak kendini sevdikçe sevebiliyordu bir başkasını da. Ve işte o vakit buluyordu kalbindeki vişne bahçesini...

t.kurt

14 Temmuz 2009

...aşka dair






bir kedi yavrusu çıktığı yerde korkuyla miyavlamaktaydı
yaşamanın olağan korkusuydu bu.
bir saban gömülmüştü toprağa iyice
bir dal çiçeklenmiş
bir mektubu eşiğin altından usulca atıp terli anlını silmişti daha geçen gün sözleşmeli işe alınmış genç postacı.
şeş kapısını almaya zar atıyordu yaşlı bir adam
ocaktaki çaydanlık fokurduyordu
minareden okunan ezan sesine karışarak.
genç bir şair ve iki ak güvercin sığınmıştı yaşlı bir çınarın gölgesine
gün ışığında kızıla çalıyordu yapraklar.
uzakta bir sevgili çıkamıyordu işin içinden bir türlü
yalancıydı, yalancıydı bütün erkekler!


t.kurt

13 Temmuz 2009

sorular








insan kendisiyle bile barışık değilken
niçin sever bir başkasını?
bakmak görmekti değil mi?
hadi bana gördüklerini anlat?
kaç gri lekeli kuş gördüğünü misal?









şiir:t.kurt

fotoğraf:misha gordin







5 Temmuz 2009

AŞKA DAİR




Yanımda olsaydın, kalkıp duş almaya gitseydik. Apansız suyu açsaydım, soğuktan ürperseydin. Dişlerin birbirine vursa, dökülüverseydi incilerin, dudağının uçuna bir karanfil çizseydim, mavi mavi gülseydin. Bir istiridyenin içene koyup taşısaydım yatağa. Öylece durup yüzünün patiska yumuşaklığıyla baksaydın yüzüme, ellerinin yanıklarını öpseydim. Yeni açmış zerdali çiçekleri gibi koklasaydım saçlarını. Nefesin nefesime karışsaydı, dokunsaydım usulca en yumuşak yerine. Uyusaydık. O mavi kanatlı kırlangıç görünseydi ikimize de.

Yelkovan akrebi daha hızlı kovalasa, senden önce uyanıverseydim. Yüzündeki o çocuğa baksaydım. Sussaydım. Eğilip gözlerinden öpseydim. Uyansaydın. Gülümseseydin, bir mayıs sabahı gibi çiçeğe dursaydı yüzün. Göğsünün yumuşaklığına yaslasaydım başımı, kavak yelleri dolansaydı başımda. Sokaktan bağırarak bir simitçi geçseydi, uzuneşek oynayan çocuk sorsaydı bu kaç diye. Sonra apansız bir yağmur yağsaydı, sussaydı sokak. Yağmurun sesine karışsaydı sesin. Perdenin aralığından usulca başını uzatsaydı sabah güneşi yedi renge boyasaydı tenini.

Kol kola atıverseydik kendimizi dışarı. Gidip bulsaydık o yaşlı çınarı, iki güvercin ötüşüyle karşılasaydı bizi. Martı çığlıklarına karışsaydı hürriyetin sesi, serçeler gibi cıvıldasaydı dört bir yanımızda mutlu çocuk sesleri, bir geminin düdüğü çınlasaydı, deniz çalkalansaydı köpürerek, ayrım gayrım senlik benlik olmasaydı insanların arasında… Kimi o yaşlı çınar kadar bilge, kimi bir söğüt kadar çocuk, kimi bir çam gibi erkek, kimi bir erguvan gibi kadın olsaydı…

İlk kar yağsaydı içimize, saat kulelerinde ren geyikleri çekseydi zamanı, mutlu ölseydik birlikte…

ateşinsesi.

1 Temmuz 2009

Kemal Özer'i yitirdik.






sanıyorum iki binlerin başıydı, Kadıköy'de bir panelde şiirin dününün ve bugününün konuşulduğu bir sohbette bir arada olmuştuk. yaşının olanca olgunluğuyla az konuşan biri izlenimi bırakmıştı üzerimde, o yüzden Kemal Abi'yi her anımsadığımda bu mütavaziliği gelir aklıma. yaşadığım her evde onun bir kitabı olduğundan belki de o gün onu daha çok dinlemenin özlemiyse hep içimde kalmıştır. elbetteki bir şairi, düşlerinin kızıl atlılarına karışmış bir şairi anlatmak epey zor bir iş, ki niyetim bu da değil zaten. memlekete bir yolunu bulup baş olmuşların, hamutuyla götürenlerin, yalanların, yanlışların bizi köşe bucak sardığı bu zamanda içimde biriken o haziranda ölmenin leylak ve mor renkli acılarını, o kadim sızıyı buraya not düşmek istedim yalnızca...

hadi gelin yüreğimizin olanca çoşkusuyla sözü şiirin kızıl atlılarına bırakalım...


AĞIT


annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar'la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği


Kemal Özer





GÜNEŞİ KOVALAYAN TÜRKÜ

Kaya gibi sessizce
Kaldırıp başımı arada bakarım kıyılardan
Fısıldar kulağıma dalgalar
Güneşi kovalayan türkülerini.

Portakal ağacı gülümser
Gün yanığı yüzüyle
Duyumsarım içtenliğini
Anlarım ki; o da bizden biri

t.kurt

kahin ve şair





Yapayalnızdı işte. Ne yapsın, ne etsindi, bilemiyor, sonrasını getiremiyordu. Yaşamın kıyısında içinden çıkılmaz bir vurdumduymazlığa koyuvermişti kendini. Günler günleri kovalıyor, geriye dönüp baktığında her şey orada, o lanet olasıca anda düğümlenip kalıyordu. Yitirdiklerini özlüyor, bu özlemin acısıyla vahasını özleyen bir çöl gibi seraplarda yaşıyordu. Oysa dışarıda hayat olanca coşkunluğuyla yaşanıyor, suların mavi yüzünde çanlar bir türlü susmak bilmiyor, kırlangıçlar çılgınca oradan oraya uçuşuyor, güller en kırmızı renkleriyle hayatı her gün selamlıyor, şarap içenleri cennete çağırıyordu. Oysaki yalnızlık demiri çürüten nem gibi içini çürütmekteydi onun. Denizin mavi yüzünde anafor yarası gibi onu girdaplara sürükleyen, dört bir yanını kuşatan, hiç iyileşmeyen bir söz yarası gibiydi yalnızlık… Geriye dönüp içinin aynalarına baktıkça orada yüzünün nasıl yitip gittiğini görüyor, uzak upuzak yıldızlara dokunmayı düşleyen bir çocuğun çaresizliğiyle kalakalıyordu. Artık düş görmek istemiyor, kurbağanın hep kurbağa olarak kalacağına inanıyor ama yine de onu kuşatan bu çemberden bir türlü kurtulamıyordu. İşte o günlerde lisede yarım yamalak okuduğu şiirleri tekrar başucunda buluverdi. Neruda’nın karaya hasret gemilere merhaba dediği çanları çınlatıyor, Nazım’ın elleriyle okşuyordu Vera’nın saman sarısı saçlarını. Bir yanı şiirin derin sularına batan bir batık, diğer yanı özlemin çöllerde kaybolup gitmiş o altın nehir gibiydi. Sonrası yoktu hiçbir şeyin. İnsanın kendi kuyusuna saldığı bir kovaydı şiir, bir yudum su umanı da vardı, Yusuf’unu bekleyeni de. Sığındığı bu fildişi kulelerde vahşetin çığlıklarını duyuyor, aşka susamışların feryatlarını işitiyor, acılarından korkmamayı öğreniyor, kimi de insanın nasıl küllerinden doğduğuna tanık oluyordu.

….



ateşinsesi

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /