21 Ekim 2010

MAVİ MASAL

Sonbahar penceremde yağmurun şarkılarını mırıldanırken ben avuçlarımda bir mumun yandığını hissediyor, nefes bile almıyordum. Ama yine de sönüyordu mum. Mum sönünce gidip uyuyor ve gene o mucizeler dükkânının kapısında buluyordum kendimi. Yaşlı masal satıcısı beni artık tanıdığından umutsuzca gülümsüyor, artık ezberlediğim sözlerini yineliyordu; senin aradığın masalları artık hiç kimsecikler yazmıyor evlat diyordu. Ben gene o geceyi o mucizeler dükkânında sabahlayarak geçiriyor, sonra da uyanıp umutsuzca gene çileli hayatıma dönüyordum. Oysa yaşamak ağır bir yük gibi sırtımda taşıdığım çileye dönüşmeden önce geceleri hiç sevmez o dükkânın varlığından habersiz küçük mutluluklarımla tıpkı bir yorga atı gibi dolu dizgin ömrümün yılkısında tozu dumana katıp koştururdum. Evet o zamanlarda da zulmün kaplanları eline geçirdikleri her bir şeycikleri parçalar, insanları korkuturlardı ama zor da olsa birkaç yürek bir araya gelip adaletin kaplanı oldun mu hesap değişir bütün acılar unutulur hiçbir şey mucizelerin eline kalmazdı…

Gene zor etmiştim geceyi. Dışarıda kar yağıyordu. Mucizeler dükkânındaki ihtiyar o yılın son hesaplarını tutuyor olduğundan olmalı işi başından aşkındı. Sırtına tuhaf bir elbise geçirmiş, tepeden tırnağa kırmızılara bürünmüştü. Beni görünce gene sırıtır gibi gülümsedi. Nedense bu gece kimsecikler gelmiyordu dükkâna. Bütün hesaplarını yazıp çizen ihtiyar bana dönüp; demek bu gece için seni bana yardımcı verdiler, git arabayı al gel yolumuz uzun, dağıtılacak çok masalımız var, dedi. Şaşırmıştım ama belli etmedim, çıkıp ren geyiklerinin çektiği arabayı dükkânın önüne getirdim. Kimi uçarak, kimi kayarak, kimi denizleri aşarak bizden masal bekleyen mutsuzlara birer çuval masal götürüyorduk ya ben hala kendi masalımı nasıl bulabileceğimden başka bir şey düşünmüyordum. Taki yolun sonuna gelip, ihtiyarın elindeki son çuvalla bana gülümsediğini fark edinceye kadar. Bu senin evlat, artık burada senle ayrılıyor yolumuz dediğinde evimin kapısının önünde olduğunu fark etmiştim. Sessizce çuvalı alıp, indim kızaktan. Ben gidince aç ve sende doyana dek masalının keyfini çıkar demesiyle kaybolması bir oldu ihtiyarın. Heyecandan yüreğim bir soba gibi kütürdüyordu. Artık daha fazla dayanamayıp çuvalı açtım. İçinde iki satır bir mektup vardı. Mucize beklerken bulduğum bu iki satır yazıda şunlar yazılıydı: her insanın hayatı onun masalıdır…

O sıra uyanıverdim işte. Dışarıda gün her zamanki gibi yeni yeni ışıyor, gökyüzü maviye boyanıyordu.

t.k

ölümsüz acı

eğer bir kez olsun ölmeyi başarabilseydim
doğardım ikinci kez seninle birlikte
çünkü sayılar sonsuza doğru nasıl bilinmez oluyorlarsa
yaşarken de ben öyleyim
yaşamaksa bu...

t.k

14 Ekim 2010

ANLAR ÜZERİNE...

Aralıksız yağan sonbahar yağmurunun tıpırtısına vermişim kulağımı. Elim yavaşça üzerinde katran karası bir akciğer fotoğrafının basılı olduğu sigara paketine uzanıyor. Kibritin şavkıyla aydınlanıyor odanın karanlığı. İlk nefeste sigara içmenin kötülüğü ikincisinde keyfi geliyor aklıma da bir türlü bu zevkimden vazgeçmeye kıyamıyorum. Yaramaz Duman minderinin üzerinde mışıl mışıl uyumakta, bendeyse bugün yine başka bi haller var. Biraz şiir okuyup sonra da uyumaya çalışmak geliyor aklıma. Okuma lambasını yakıp, kütüphanemin raflarından rastgele bir şiir kitabını alıyorum. Şans bu ya "kötülük çiçekleri" çıkıyor bahtıma. Daha da kötü oluyorum. niyeyse bir kadeh rakıyı yuvarlayasım geliyor aklıma. Tek başına da içilmez ki bu meret. Ayak parmaklarım üzerinde mutfağa gidip tabakta bi dilim peynirle dönüveriyorum odama. Suyla buluşunca aslan sütü oluyor gene kadehteki rakı. Ağzımda anason kokusu, yüreğimde derin bi sızı. Hesapsızca büyüyor kederim. Nerden geliyorsa aklıma eski günler geliveriyor. Malum yolun yarısı geçmiş, yayınladığı kitaplar kimse tarafından fark edilmemiş yapayalnız bir şiir yazarıyım. Sanki bu cümleyi bilinçli kurmuşum gibi şair olduğumu bir türlü kabullenmiyorum, rakının etkisi bu olsa gerek. Birdenbire keder iyice depreşiyor içimde de umutsuzca kendi şiir kitaplarımı okumaya başlıyorum. Ay günlüğünü niye tuttuğumu yüreğime bu dizeleri kimin fısıldadığını düşünüyorum, işte tam o an yaşadığım ama asla unutmaya kıyamadığım anlar geliyor yine aklıma da dalıp gidiveriyorum...


İlkokula başlamış abc’yi sökmüş, epeyce de kıdemli bir öğrenci olmuştum. O yıllarda ilkokula siyah önlükle gidilir, beslenme çantasında hep yerli malları taşınırdı. Okulumuzun bahçesinde altında oyunlar oynadığımız bir kiraz ağacı vardı. Mayıs aylarında meyvesini verir bu meyveler okulun bütün öğrencilerine ne hikmetse yeterde artardı. Mandolin çalmayı çok seven kır saçlı öğretmenimiz mutluluğu konu alan bir resim yapmamızı söylediğinde ben resim defterime alelacele bu kirazın meyvelerini çizivermiştim. İki kırmızı noktayı bir çöpün ucunda birbirine bağladığım bu resimde bir kırmızı nokta annem ötekide babamdı. Şiirlerimde bütün mutlulukları kiraza benzetmemin de nedeni galiba buydu.

Boş arsalarda beşte devre onda biten maçlar oynardık. Ben hep fenerin kaptanı olurdum fakat çok gol yiyince adım kovaya çıkardı. Sonra sonra futbola ilgimi kaybettim ya önce kanaryaları, sonra martıları şimdilerdeyse albatrosları şiirlerimde çoklukla kullanmamda bu yüzdendi.

Lisede sevdiğim kıza okumak için şiir ezberlemek gelivermişti aklıma nedense. Tesadüfen bir nazım şiiri geçmişti elime de onu o gece ezberlemiştim. Sonraları başıma bin türlü dert açan bu nazım şiirleri benim şiirle tanışmamın ilk kapısı olmuştu. O kız hayatımdan çıktı, bugün görsem anımsar mıyım bilmiyorum ama o nazım hikmet şiiri hâlâ aklımdadır.

Evimizde kimse kitap okumazdı. Kendimi bildim bileli babam hep uzak ülkelerde çalışır, bunun nedenini ben anneme sorunca ekmek parası için oralara gittiğini söylerdi. Liseye beni babam kaydettirmişti. Emeğiyle çalışan, ömrü boyunca haram nedir bilmemiş iyi bir inşaat ustasıydı. Beni okula kaydederken okuyup adam olmamı tembihlemişti sıkı sıkıya. Cenaze namazında hoca dua okurken onun bana bunları tembihlediği gelmişti aklıma. Solcu olmuş şiirler yazmış içeriye düşmüş, barışı savunmuştum da anca o anda öğrenmiştim adam olmanın böylesi zor bir iş olduğunu. Dediğini yapıp adam olduğum içinse o an çok mutluydum.

Yatakta iki kişiydik. Yanımdaki kız beni çok sevdiğini söyledikçe bende şiire bata çıka mutluluğun yılkı atını sürmekteydim içimdeki güneşe doğru. Zaman geçtikçe mutluluğun yılkı atlarının kolay kolay güneşe varamadıklarını öğrendim bin bir acıya bata çıka. Hayatımım bu en uzak anı şiirlerimin de sebebi oldu bundan ötürü. Her şey uzakta bitti.

İlk okuduğum roman suç ve ceza'ydı. Bir genç daracık köhne bi odada aklından binbir türlü düşünce geçiriyor, bunun için cinayet işliyor, sonunda da bir hayat kadınıyla evlenip sıradan bir mutluluğu yaşıyordu. Alyoşalık zamanlarımda okuduğum bu roman kitapların dünyasına dalmama neden olmuş, sonrasında okuduğum yüzlerce romanın, düşünürün, yazarın kapısını bana aralamış ama ben aradığım kitabı bir türlü bulamamış o yüzden o kitabı kendim yazmaya karar vermiş ama o kitabı kimsenin yazamayacağını geç de olsa anlamıştım.

Karlı bir İstanbul sabahında boğazı vapurla geçmek karşıya, dalgaları yara yara unutmak zamanı, dahası asla varamamak karşı kıyıya. Peşine düşmek aklındaki sorunun; aralıksız elli yıl yağan yağmurları, yüzyıldır ışımayan geceleri görmek. On bin yıl yaşayan zalim krallardan kaçan kırlangıçlara rastlamak, bin yıldır açmamış bir güle yarenlik etmek, susmak ve de konuşmak mavi hecelerle…

...

Vesselam aynalardan geçtiğim anlar hep şiirlerime yansıdı, bu yansıma durgun ve durağan bir olgu değil yaşadıkça gelişen diyalektik bir tamamlanmaydı. Sonrası hiçbir zaman gelmeyen bir akış yani….

sevgimle temel

9 Ekim 2010

soru

Ah bu tuz yığını mavilik
bak fırtına biriktiriyor gene kuzeyde
yalnızlığın ağacı hüzün alacası
kibritimde bitmiş
hay aksi
söyle neden öldürmüştü ihtiyar denizci albatrosu?

t.k

8 Ekim 2010

UZAK

(yazdığım bir romandan rasgele bölümleri ara ara böyle yayınlıyorum işte. sevgiyle )

(uzak/sayfa 76-85)
...........

Yapayalnızdı işte. Ne yapsın, ne etsindi, bilemiyor, sonrasını getiremiyordu. Yaşamın kıyısında içinden çıkılmaz bir vurdumduymazlığa koyuvermişti kendini. Günler günleri kovalıyor, geriye dönüp baktığında her şey orada, o lanet olasıca anda düğümlenip kalıyordu. Yitirdiklerini özlüyor, bu acısıyla vahasını özleyen bir çöl gibi seraplarda yaşıyordu. Oysa dışarıda hayat olanca coşkunluğuyla yaşanıyor, suların mavi yüzünde çanlar bir türlü susmak bilmiyor, kırlangıçlar şehri yavaş yavaş terk ediyor, güller yeniden açmak için soluyor, kardeşleri okul kitaplarını ciltliyor, annesi gurbetteki babasının yolunu gözlüyordu. İçinin bu amansız hastalığı demiri çürüten nem gibi çürütmekteydi onu. Denizin mavi yüzündeki anafor yarası gibi onu girdaplara sürükleyen, dört bir yanını kuşatan, hiç iyileşmeyen bir söz yarasıydı yalnızlık… Geriye dönüp içinin aynalarına baktıkça orada yüzünün nasıl yitip gittiğini görüyor, uzak upuzak yıldızlara dokunmayı düşleyen bir çocuğun çaresizliğiyle kalakalıyordu. Artık düş görmek istemiyor, kurbağanın hep kurbağa olarak kalacağına inanıyor ama yine de bilincini kuşatan bu çemberden bir türlü kurtulamıyordu. İşte o günlerde lisede yarım yamalak okuduğu şiirleri tekrar başucunda buluverdi. Neruda’nın karaya hasret gemilere merhaba dediği çanları çınlatıyor, Nazım’ın elleriyle okşuyordu Vera’nın saman sarısı saçlarını. Bir yanı şiirin derin sularına batan bir batık, diğer yanı özlemin çöllerinde yitip giden o altın nehir gibiydi. Sığındığı bu fildişi kulelerde, insanın kendi karanlık kuyusuna saldığı bir kovaydı şiir, bir yudum su umanı da vardı, Yusuf’unu bekleyeni de.
Öylece çıkıyordu her sabah evden. Nereye gideceğini, ne yapacağını düşünmüyor dolanıyordu saatlerce. Kâh bir deniz kıyısına gidip gemileri seyre dalıyor, kâh raylarda yürüyordu saatlerce. Mahalleli; içeri gire gire tırlattı derdi onu görünce. Umursamıyordu hiçbir şeyi. Birkaç kez hocaya su okutup gizli gizli içirdiyse de annesi fayda etmedi. Köyden geldikten sonra Kemal’le kaldıkları evden getirdiği o koliyi açıncaya kadar iyi idi oysaki… Üçü birlikte çektirdikleri o fotoğrafı görünce oldu olan. Rabia’nın ağzı kulaklarında kahkahası kalemle çizilmiş bir resim gibi duruyor, Kemal sanki küs gibi bakıyordu ona. Okul mokul, yaşamak maşamak, devrim mevrim umurunda değildi artık. Bütün sebeplerini yitirmiş, kör olasıca bir kederin karanlık suskunluğuna gömülmüştü işte. Ta ki öyle umarsızca dolaşırken Tülay’la rastlaşana kadar…
- Merhaba Taner nerelerdesin sen yahu, yer yarıldı da içine girdin sanki
Tülay’la rastlaşmaları iyi olmuştu bu kimsesizliğinde. Oturup konuştular uzun uzun. Anlat anlat bitmiyordu laf kızda. Yeni kurulan sol partilerden birine gidiyormuş ara sıra. Memlekette olup bitenleri konuşup, kimi gazete bile satmaya çıkıyormuş partidekilerle. Senden iyi olmasın ya iyi insanlarmış oradakiler de. Öyle içten, öyle teklifsiz konuşuyordu ki, susup tatlı tatlı dinliyordu Taner. Bir ara sen neler yapıyorsuna bile getirdi lafı kız. Ne desin, hangi cümleye sığdırsındı günlerini şimdi, bilemedi. Yaşıyoruz çok şükür, dedi gülerek. Aziz Nesin hikâyelerinde bir adam gibi duyumsadı o an neden bilinmez kendini. Sert bir rüzgâr esmeye başladı, salındı çam ağaçları. İyice kararmıştı bulutlar. Bir garson elinde tepsiyle sıcacık çayları servise çıkmıştı. İki çay daha içtiler. Bir mağazada işe başlamıştı, giysi reyonuna vermişlerdi onu, çıkarıp bir kâğıda çalıştığı yerin telefonunu yazıverdi. Arasındı, görüşsünlerdi, uzak durmasındı öyle, o da gelsindi partiye, işçilerin, emekçilerin partisiydi ne de olsa. Kemal’le partiyi aradıkları günler şöyle bir gelip, geçti gözünün önünden, sustu. Çatallanan sesiyle; gelirim, dedi. Hava soğutmuştu epeyce, inceden bir yağmur başladı kalktıkları sıra. Nazım’dan bir şeyler okudu yol boyu kıza. Minibüs duraklarında vedalaşıp ayrıldılar. Arkayı dörtlemeden kalkmıyordu minibüsler. Ter kokuyordu içerisi, yorgun, bitkin inşaat işlerinde çalışıp evine dönenlerdi yolcuların çoğu. Patırtı, kütürtü, her kafadan bir ses, balık istifi vardı eve yine. Sofrayı kuruyordu annesi. Bir tabakta ona koydu. Ödenmemiş elektrik faturaları duruyordu masanın üzerinde, onları görünce, bir an önce iş bulması gerektiği geldi aklına. Yarın kalkıp iş aramalıydı tezinden. Kimse kırmızı halılar serip karşılamasa da onu hayata dönmüştü işte. Salona geçip biraz televizyon izledi, Fenerbahçe’nin yeni transferlerini anlata anlata bitiremiyordu spiker. O gece yatarken Tülay’ın söyledikleri geldi apansız aklına gene; demek sonunda akıl edilip kurulabilmişti işçilerin, emekçilerin partisi de. Gece lambasının loş sarı ışığında usul usul kapanırken gözleri, düşlerinin yılkı atlarıyla bambaşka dünyalara dalıp gitmişti yine.
Kalktığında dokuza geliyordu saat. Bir şeyler atıştırıp, minibüsle Gebze’ye çıktı. İş Bulma Kurumu’nun panolarına bakındı. İki, üç ilanın telefonlarını yazdı kâğıda. Gidip telefon kulübelerinde sıra bekledi. Aradığı işler askerlik yapmış eleman istiyorlardı. Olmadı. Epey bir dolandı orada burada, yoruldu, parklarda oturdu. Bugün arayana iş miş yoktu! Açlık bastırınca bir simit aldı, susamlarının yanığı tatlı gelmişti yine. Eğilip avucuyla su içti çarşıdaki tarihi çeşmenin pirinç musluğundan. Güvercinler kanat çırpıyordu dört bir yanda, mis gibi kızarmış kestane kokusu geliyordu burnuna. Ne olacak yaşamak bedavaydı ne de olsa. Yazdan kalma hava iyice kızdırmıştı gün ortasında. Bir çınar gölgeliği bulup yasladı sırtını. Okul bahçesinde teneffüse çıkıyordu çocuklar, serçeler gibi cıvıldıyorlardı dört bir yanda. Bir sigara yaktı, Rabia geldi neden bilinmez aklına. Derin bir nefes çekti içine. Üfledi dumanını kış güneşinin yüzüne, güldü haline. Sağına, soluna bakındı. Bütün gölgelikler doluydu. Ne yapsam, nasıl akşam etsem, diye düşünürken Tülay’ın bahsettiği şu yeni kurulan parti geldi aklına. Kolunda gezinen bir karıncayla birlikte düştü yola. Bir kıza laf atıyordu bir delikanlı. Başka kapıya oğlum, diyordu kız hafif işveli sesiyle. Elektrik tellerinde dineliyordu uçmaktan yorgun düşen güvercinler…
İki kişi vardı içerde. Kirli bir sakal bırakmıştı gençten olan, diğerinin kalıncaydı bıyıkları. İyi karşılamışlardı onu. Çok geçmedi koyulaştı sohbet. Zamanla açıldıkça açıldı Taner de, bir iki de şiir okudu Nazım’dan. O vakit kalmadı aralarında hiçbir mesafe. Hep gelsindi, onunda partisiydi zaten bura. Çıkmaya hazırlanmıştı ki Tülay girdi kapıdan. Taner’i orada görünce ışıdı gözleri, daha bir mavileşti yüzü. Bir şeyler dedi ya, ne dediğini kendide bilemedi. Korkak, tedirgin çekine çekine gelip, gidenler bir, iki laf ediyor, umutlarını, umutsuzluklarını dillendiriyorlardı.
Birlikte çıktılar. Akşamın serininde dolu filelerle evinin yolunu tutanlarla doluydu belediyenin yeni yaptırdığı otobüs durakları. Sıcacık gülümsüyor, içten, pazarlıksız anlatıyordu düşlerini Tülay. Belli ki çoktan kendine ayırmıştı Taner’i. Küçücük ellerine, yüzündeki çiçek bozuğu çillerine şöyle bir baktı gizlice, tatlı bir sıcaklık kaynadı içinde. Yol ağzında bir kamyonun kasasında batan geminin mallarını satıyordu üç adam, itiş, kakışta kapanın elinde kalıyordu sattıkları. Bu hafta sonu var mıydı bir işi? Eskihisar’a gitsinlerdi, bi güzel bi güzeldi ki oralar. Olur, dedi. İki gün vardı daha hafta sonuna fakat nasıl etse de bulsaydı biraz para. Aç açına mı bakacaklardı denize. Az paraydı ya yoktu işte. Kimse bulamadı para isteyecek, bir de koca memlekette devrim yapacaklardı hani. Niçin olur demişti ki sanki. Bir sebep bulsa, gitmese, kızı arasaydı telefonla, yok yok o da olmazdı, yakışmazdı ona. Tavşanına akıl danıştı ama ondan da pek bir ses çıkmadı. Parası mı vardı ki versin, ağzı var, dili yok bir oyuncaktı ne de olsa. Satacak bir şeyler arandı, kitaplarından başka bir şey de gözükmedi gözüne. Utana, sıkıla annesinden istedi.
Çarşaf gibiydi Marmara. Gemiler demirlemişti açıkta. Tatlı bir yel esiyor, ışıl ışıl parlıyordu gökyüzünde güneş, yazdan kalmaydı hava. Daha bir güzeldi bugün Tülay da. Saçlarını mı yaptırmıştı bu kız ne. Arandı arandı bulamadı o tatlı çillerini, nereye saklanmışlardı acaba? Oturup o yaşlı sakızağacının altına konuştular hayata dair, kim bilir kimlere gölgelik etmiş, ne dilekleri dinlemişti vaktiyle. Martılar süzülüyordu maviliklerde, dalgaların sesiyle söylüyordu türkülerini deniz. Ne zaman göz göze gelseler, gülümsüyor, daha bir mavileşiyordu Tülay’ın yüzü. Uzatsa elini çekmezdi geri belli. Uzatsa mıydı? Bilmiyordu.
Kalkıp dolandılar kıyı boyunca, oltacılara rasgele dediler gülümseyerek. İçinde kocaman denizler olan şiirler okuyordu Taner. Susmak bilmiyordu bir türlü. Sen çalışmıyorsun, hesaplar benden, diyordu her seferinde Tülay. Şimdi kolunun altına alsa mıydı şu kızı, şöyle sarmaş dolaş mı gezinseydiler, dudağının uçuna bir gül mü dikseydi yoksa? Bilemiyordu.
Ne tez akşam olmuştu o gün bilemedi ikisi de. Eve döndüğünde o gece hep Tülay’ı, ona niçin uzak olduğunu düşündü. Rabia geldi aklına, sonra da ninesinin kesesinden çıkan o küçük kara taş. Uzatıp serçe parmağını dudağının kenarındaki benine dokundu, ter bastı içini. Sonra öylece bir elveda bile demeden çekip gittiğini anımsadı yine. Sustu. Karanlık, acıtan bir susuştu bu.
Günler gelip, geçiyor, iş bakıyordu sağda solda. Sendikaya Bekir Abi’ye uğradı bir gün. Toplu sözleşmede pürüz çıkmış filanca iş yerinde de, onu çözmeye gitmiş Bekir Abiler. Çayını içmiş, çıkıyordu ki, kapıda karşılaştılar. Neler yapıyordu, iyi miydi Taner? Ne olsundu, iyiydi işte, kazanamamıştı fakülteyi, iş bakıyordu buralarda. Askerlik yapmış olsaydı kolaydı ya zordu bu sıra. Belli ki onun derdi başından aşkındı, çıktı. Dolandı epey bir sağda solda, akşamı zor etti yine. Sigara parasını bile zor denkleştiriyordu. Fabrikadaki günleri geldi aklına. Az mazdı ya iyiydi o günleri. Fabrika deyince Recep Usta geldi aklına. Kardeşiyle bir dükkân mı açmışlardı buralarda ne? Bir uğrasa, hatırını sorsa, ne kaybederdi sanki?
Güler yüzlü, oldukça da konuşkandı kardeşi, onun da burnu ele veriyordu hemencecik memleketini. Recep abisi bu sıra siyasetle uğraşıyordu, pek durmuyordu dükkânda da. Sosyal demokratlardan encümen adayıydı yerel seçimlerde. Çayını bitirince, selam bırakıp çıktı. Ne zor şeydi iş bulmak bu zamanda böyle. Parasız kaldın mı geçmiyordu bir türlü saatler bile. Eve gidince televizyona bakındı biraz. Bir umut deyip çarkıfeleği çeviriyordu yarışmacılar, haberler iç karatıyordu. Yeni banknotlar yoldaydı. Bu mevsimde bile güney sahillerinde üstsüz güneşleniyordu çıpıldak çıpıldak karılar. Hakkâri’de bir karakolu basmıştı teröristler, çok şehit vardı gene. Koalisyon hükümeti dağılmış, seçime gidiyordu memleket. Milli piyangonun yılbaşı ikramiyesi dudak uçuklatıyor, uzadıkça uzuyordu Nimet Abla gişesinde kuyruklar…
Sağda, solda iş bakarak, arada Tülay’la buluşarak parasız pulsuz gelip çatmıştı yeni yıl. Pek kar yağmamıştı ya amansızdı soğuklar. Parasızlıktan Gebze’ye bile çıkamıyordu çokça. Mahalle kahvesinde al kızı, ver papazı akışına koy vermişti hayatı. Arada yatarken Rabia geliyordu aklına. Bir sigara parası bulamadığı şu günlerde nasıl kıyıp da yaşadıklarına, kızsındı o kıza da. Cesaret edip de bir kere bile gidememişti Bayram Hoca’yı görmeye bile. Gitse ne diyecekti hem adama. İşte böyle geçirdi kışı, ilk cemrenin yolunu nasıl bekliyorsa hava öyle sabırsız bekliyordu o da baharını.
Erik ağaçları yalancı çiçeklerini açmış, şubat güneşinin sıcaklığı sert geçen bir kıştan sonra yüzleri biraz olsun güldürür olmuştu. Mahalle kahvesinde otururken seçim amaçlı bedava dağıtılan bir yerel gazetede bir ilan ilişti gözüne. Gebze’de yeni kurulmuş bir yerel gazeteye muhabir aranmaktaydı. Lisede okul gazetesi çıkardıkları geldi aklına nereden geldiyse. Bir umut deyip aradı ilanda verilen numarayı. Sekreter kız çıktı telefona. Yarın saat onda gelsindi, görüşsünlerdi. Kapadığında telefonu bir dal çıtırdadı niyeyse içinde. Dışarıda hafif hafif serpiştirmeye başladı yine sulu sepken bir kar.
Kapıdan uğurlanan kış soğuklarının bacadan geri döndüğü bu yeni günde, görüşmeye gittiği gazetede bıyıkları alttan, üsten terbiyeli, Hacivat kılıklı bir müdürdü görüştüğü. Toparlak yüzü, numaralı gözlükleriyle mülayim bir görüntüsü vardı adamın. Doğrusu kanı ısınmadı ya pek, işsizlikten de iyice bunalmıştı, geriye dönecek yol parası bile yoktu cebinde. Gazete okumayı sevmeyen velâkin gazete çıkarmaya soyunmuş bu adam, bu genç delikanlının maaşın hiç lafını etmeden işe istekli olduğunu üst üste yinelediğini görünce; yarın gel başla, bir bakalım delikanlı, dedi. Bir iş bulabilmişti sonunda. Sıcacık bir sevinç kaynadı içinde. Zamanla gazetenin bütün girdi çıktı, getir götür işleri ona yüklenecekti ya şimdilik adı muhabir olarak denenmek için alınmıştı gazeteye.

6 Ekim 2010

ateş ile duman




duman'la tanışıklığımız yeni
velakin dostluğumuz uzun sürecek gibi.
biraz yaramaz fakat çok sevimli
süt içmeye bayılıyor
henüz kitap okuyamıyor
çünkü o daha çooook küçük :)

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /