29 Haziran 2009

Düşlediklerim



DÜŞLER

Herkes düş görür, ama benzeşik değil.
Geceleri beyinlerinin tozlu kıvrımında düş görenler,
Sabah uyanır anlarlar boşunalığını
Ama gündüz düşçüleri tehlikelidir,
Düşlerini açık gözle gördüklerinden,
Ve gerçeğe çevirdiklerinden onları.

David Herbert Lawrence (1885 - 1930)

***

Bir acı çocuğum işte,
Gözünüzün önünde.
Halini bilmeyen;
Geleceğini, geçmişini,
Vahşetle kuşattığınız,
Bir acı çocuğum işte…
Yakın durdukça içime,
durmadan iteliyor beni bir dilemma,
kardeşliğin
sınıfsızlığın
sevginin ağzına..

Süha Tuğtepe

YAŞAMAYA DAİR...

Bu Pazar sabahı neden bilinmez yine erkenden uyanıvermişti. Alışkanlıklardan kurtulmak kolay değildi ne de olsa. Günün ilk ışıltısı o sersemleten pırıltısıyla yüzünü mavileştiriyordu. Sabahın ılık rüzgârını içine çekerken kemiklerinin çıtırtısını duydu. Uzaktan sokağın bitiverdiği köşe başından pazarcıların hayhuyları gelmekteydi. Bir sürahi suyla pencerenin pervazına sıra sıra dizili saksıları sulamaya eğildiğinde rastlaştı yine o güvercinle. Belli ki yine yumurta bırakmaya gelmişti. Sardunyalar ve kadife çiçekleri suskunca onları izlemekteydiler. Bir karınca kadife çiçeğinin yaprağında geziniyordu. İnce boynuyla öylece durmuş kendisine bakan bu kül grisi güvercinin boncuk yeşili gözleri sessizliğin diliyle onu gözlüyor ondan izin istiyor gibiydi. Bir adım daha yaklaşınca uçuveren güvercinin ardında bıraktığı o yumurtayı saksının toprağına nasıl ustaca yerleştirdiğini hayretle izledi. O an içinde yaşamın o büyük buyruğunu duydu. Güvercinin gözlerindeki o ürkek bakışla ona ne dediğini, ondan ne istediğini düşündü. Yaşamak asla şakaya gelmiyor, diye fısıldadı yüreğine...


t.kurt

23 Haziran 2009

YOL




Yön, yola çıkanların
Yara yara yürüdükleri
'yol'dur.
Varmaksa, sonu olmayan bir şeydir 'yol' da...

Senden önce yürüyenlerin
Ayak izlerine basarak
Kendini yürümek kim bilir.
Hep kendini yürümek, sonunda kendine döndüğün bu yollarda (yoldaşça)

t.kurt

13 Haziran 2009

YEŞİL





seninle anlam bulan kırmızı soluğum
yüzümün o suskun mavisi
her şey ölüyor sevgili.
oysa sen çocuk İsalar gibisin hâlâ!
öptükçe ellerini, yeşilleniyor içim dışım
hele ki gülümsediğin vakit
bir kuyrukluyıldız geçiyor karanlığımdan sessizce.
bozuluyor ezberim
iki kişi oluyorsun aynalarımda yine.

t.kurt

12 Haziran 2009

DELİLİK



Kalabalık sokaklarda yitip gitmekten kaçıyorum kimi
Kimi yalnızlıkta çekilmez geliyor
Anlayacağın bir boşluğa bıraktım atlarımı
Altın eyerlerine korkuyu yüklenmiş her biri.

Kapımı tıkırdatacak o postacıyı beklerken ömrümün eşiğinde
Ölü mektupların anarşik harfleri uğulduyor beynimin gizemli labirentlerinde
Apar topar alıp vurmaya götürüyorlar beni Bay K'nın yerine
Hayır diyorum, ben cin çıkarmak istemiyorum daha...
Komilinin üzerinde duran mumu yakıyorum
Kaç kez söndürdüğümü anımsıyorum sonra
Suya bırakmak kendimi ve derinlerde seni bulmak istiyorum bir tek.

Yağmur çiseliyor dışarıda
Camlarda tane tane ölüyor an
Felsefenin hayattan alacağını hesaplıyor yaşlı ışık
Biliyorum bunun adı delilik
Var olanı dürtüyor ve eşeliyor
Bir salyangoz yavaşlığıyla kök salıyor içime
Ve gölgelerimi uyandırıyor her sabah...

Söyle hangi tanrıçanın sunağına adanmış bir ülkü bu
Gün be gün yatağını oyarken su!

Temel Kurt

11 Haziran 2009

YEŞİL






Ocaktaki çaydanlık sımsıcak fokurduyordu. Köşesinden minik bir üçgen yapıp kıvırdığı kitabı usulca kapayıp öylece bırakıverdi masanın üzerine. Sigara paketiyle bakıştılar. Yenilmedi kendine. Mutfağa geçip, raftaki kavanozdan iki kaşık çay alıp, attı porselen demliğe, yavaşça gezdirdi sıcak suyu üzerinde, demini almaya bıraktı. Serindi hava, ölgün yıldızların uzayıp giden boşluğunda açık pencereden içeri dolan rüzgârın yumuşak dokunuşları daha bir kendine getiriyordu insanı. İnce belli bardağa dudak payını bırakarak doldurduğu demli çaydan daha bir yudum almamıştı ki; zırıltıyla çaldı telefonu. “avuçlarını aç” dedi telefondaki ses. Açtı nedenini hiç düşünmeden. “ avuçlarına yeşili bıraktım. hadi ellerini yüzüne sür!” Yine düşünmeden yaptı söyleneni. Uzak, çok uzak bir sesti buyuran. Yüzünden kalbine yayılan o huzurla usulca yumdu gözlerini, bir ırmak akıyordu şimdi içinde; derinleştikçe yeşile çalan, yeşilleştikçe sessizleşen bir ırmak…



“Henüz hiç kimsenin, hiç kimseye söylemediği
o sözcüğü arayıp bulmak istiyordu. Harfleri uzak
yıldızların ışıltılarını andırmalı, lilyum çiçekleri
kadar narin, kar tanecikleri kadar dirençli olmalıydı.
Ki yüzyıllar, binyıllar sonra bile hiçbir sözlüğün
gücü yetmemeliydi onu açıklamaya…”


Sabah uyandığında gün yeni yeni ağarmaktaydı daha. Cıvıl cıvıl kuş sesleri doluyordu içeriye. Pencerenin pervazını tepeleme sarmış ortanca sarmaşığının beyaz çiçekleri yeşil yaprakların arasında boyunlarını uzatmış onu gözlüyorlardı sanki. Sabah rüzgârının serinliğinde uzayıp gidiyordu sessiz sokak. Usulca doğruldu yattığı yerden, açık pencereden görebildiği bir avuç maviliğe yürüdü. Gün doğarken ufku kaplayan o tunç kızıllığını seyre daldı. Her şeyin eriyip birbirine karıştığı bu kızıllıkta binlerce yıllık uykusundan uyanan bir safir taşının efsunlu pırıltısıyla ışıdı gözbebekleri. İşte tam o an kanatları maviden söğüt yeşiline narin bir kelebek tıpkı bir peri gibi uçarak geçti gitti bir adım uzağından. Uzanıp dokunmayı diledi ona, ama dokunamadı. Çaresiz, yapayalnız, bir başına duyumsadı kendini…

“Delicesine bir özlemle( çölün yüreğinde
saklı bir vaha serinliği ya da okyanusun
sonsuz dinginliği gibi) bir an evvel bulmak
istiyordu o sözcüğü…”

Yeninden açtı kaldığı yeri bir üçgen yapıp kapadığı kitabı. Sayfalardaki bütün yazılar silinmişti. Kitabın neleri anlattığını düşündü, anımsayamadı. Tüm bu olup bitene bir anlam veremiyor, kendinden şüpheye düşüyordu. Bir kez daha göz göze geldiler sigara paketiyle. Peş peşe yaktı sigaraları. Dumana boğuldu içerisi. Küllük dolmuştu. Son sigarasını da söndürdüğünde tekrar açtı kitabı. Her sayfası ayrı bir yeşildi bu kez; bir orman gibi, bir yaprak gibi, bir ırmak gibi yemyeşil… Kitabın sonuna giden yolu kaybetmiş o sayfa, bu sayfa dolanır olmuştu. Yemyeşil pullarla kaplı kavını değiştiren bir yılana rastladı bir sayfada, çırılçıplak bir yılana. Korktu bu çıplaklıktan. Başka bir sayfada aldı soluğunu. Orada ise her şeyin içini gösteren yemyeşil fosforlu aynaların arasında buldu kendini. Kendi içine baktı. Yeşil, yemyeşildi içi…


“Artık bulmak istemiyordu o sözcüğü,
ama yola çıkmıştı bir kez. Dönüşü yoktu!”


Bıkmadan usanmadan telefon bekledi. Neden beklediğini düşünüyor ama bunu kendine bir türlü izah edemiyordu. Tek tasası kurtulmaktı artık bu çileden. Yalvarmayı, af dilemeyi kuruyor, sonra bütün ezber ettiklerini unutuveriyor tekrar başa dönüyordu. Her bekleyiş bir parça kurtulmak değil miydi zaten. Günler, aylar, yıllar geçti. Asırlar ve… Ne o sözcüğü bulabilmişti, ne de o telefon gelmişti bir daha. Velâkin her sabah hiç aksatmadan kanatları maviden söğüt yeşiline dönüşüveren o narin kelebek uçarak geçiyordu bir adım uzağından. Zamanla ona dokunmaktan da vazgeçtiyse de bir periyi andıran o kelebek yine de uçup gidiyordu bir adım uzağından…




t.kurt

8 Haziran 2009

DİDOU NANA DİDO



“19. Yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın, bir bahçeyi
tasvir eden tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu. Hunt'ın 'Kâinat ışığı' adını verdiği bu tabloda geceleyin elinde bir fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt'a dönerek: 'Güzel bir tablo doğrusu, ama mânâsını bir türlü kavrayamadım.'dedi. 'Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu takmasını unutmuşsunuz da...' Hunt, gülümsedi ve ekledi: 'Adam alelade bir kapıya vurmuyor ki... Bu kapı; insan kalbini simgeliyor... Ancak içerden açılabildiği için dışında kola ihtiyacı yoktur.' Sanatçı ürettikleri, yaşama karşı duruşu ve savunularıyla halkın gönül kapısını çalan ve onun yüreğinde yaşayandır.”

İşte sevgili Kazım Koyuncu(Dido) da bu gönül kapısını çalanlardan biriydi. İçten ve teklifsiz türkülerin sıcacık lisanıyla gönül kapımızı açıp oraya girenlerdendi. Çernobil nükleer santralinde meydana gelen patlamanın yaydığı radyasyon riskiyle Karadeniz bölgesindeki nice yaşıtı gibi o da, bölgeye gerekli yardımı ve desteği sağlamayan yöneticilerin yıllardır değişmeyen 'ölen ölsün kalan sağlar bizimdir' felsefesi sonucu hayatının baharında kanser hastalığından ölerek aramızdan ayrıldı. Dido, bu halkın yüreğinde kardeşliğe, barışa, emeğe, umuda ve doğaya açılan bir kapı oldu. Her ölüm erken ölümdü ama o tıpkı başka bir coğrafyada yaşayan Che gibi, içten ve umut dolu gülümsemesiyle o da ölümsüzlüğü tadanlardandı. Halkının umutlarıyla yoğrulmuş türkülerini söylemekle, halkın yasalarını yapanlardan daha güçlü olduğunu haykırmıştı giderayak. O yüzden o, Sinop'da nükler enerji santrallerinin yapımına karşı çıkan gençlerin yüreklerinde de yaşıyordu, Gebze’de kanserden ölenlerin sitem dolu bakışlarında da.

İki heceyle anlatmak istiyorum seni
yokluğun
öyle yanlız bıraktı ki bizi

``DİDO``

***

Mayıs ayının ilk haftası annemin bilmeyenlerin salatalığa benzettikleri dikenli, yeşil ve eğri büğrü kaktüsleri yeni bir uçkun daha verdi, bu yeni dal öyle tazeydi ki görenlere yaşamın delidolu mucizesini anımsatıyordu. Bir, bir buçuk hafta sonra ise bu uçkunun uç kısmında dikenlerin arasında sarı bir çiçek yeşeriverdi, sarı yaprakları tıpkı yaşama gülümser gibiydi...

Bir günü bile doldurmadan bu sarı çiçekler önce mavileşti, sonra kuruyup döküldüler. Bu belki de botanik âlemin en kısa ömürlü çiçeğiydi. Ama her şeye rağmen bir kaktüsün çiçek açmasına tanık olmak, bir karanfilin, bir gülün açmasına tanık olmaktan daha güzel bir duygu. Kültürel ve yaşamsal anlamda sömürülerek büyük sorunlar yaşamaya mecbur bırakılan bu halkların bir gün mutlaka açacağı çiçekleri anımsatıyor insana, bin türlü baskıya rağmen yine de hayatın asla engellenemeyen dileğini kim bilir!

İşte sevgili Dido da bu çiçeklerinden biriydi halkımızın.

***

Tommaso Campanella, ütopyala¬rın en ünlüsü sayılan eseri 'Güneş Ül¬kesi'ni geçen binyılın ortalarında yazdı.

Aydınlık beyinli bu filozofu tarih, in¬sanlığın en karanlık çağına elçi tayin etmişti adeta... 'Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim' di¬yordu.

Emperyalist paylaşım savaşları (Irak, Filistin, Afganistan… vs) dünyamızı insan için git gide yaşanmaz hale getirmekte, emeğin ve doğanın sömürüsü git gide daha da artmakta, dünya halkları birbirlerine düşman edilmekteler (Arap Yahudi düşmanlığı, Türk Kürt düşmanlığı... vs vs) işte adına yeni dünya düzeni denen bu Globalizm'e karşı Dido; doğacak yeni sabahların çan sesi oldu içimizde...




t.kurt

3 Haziran 2009

Üç Haziran 2009





bugün üç haziran, yeni binyılın eşiğinde zamanın içinden geçip kosmosu düşlemiş şairin ölüm yıldönümü. akşam yağacak gibiydi hava ama yağmadı. gece soğuktu ama üşütmüyor bilakis serinliği mutluluk veriyordu da. az evvel televizyon kutusunun uzaktan kumanda düğmesine dokunup memleketimde ve dünyada olup bitenleri dinledim. mucize gibi, büyü gibi bir şey bu, nerde ne olduysa hemen sana ulaştırılıyor. cinnet haberleri ne karışmış memleketim içimi burksada hızır bekleyen ermişin sabır taşına sığınmaya alışmış olmaktan olsa gerek çabucak unutuverdim bende bıraktıklarını. iflas eden dünya devlerinin mallarına el koyan süper devletleriyse bir süperman edasıyla alkışlamak geçti içimden. padişahım çok yaşa modundan çıkmak için mutfağa yöneldim, demlik fokurtusu beni biraz olsun kendime getirdi.


bugün üç haziran, yıllardır yurtsuz bir sığınmacı gibi sığındığım düş odamda(ki şiirdir) topraktan ve ateşten doğacak o en mükemmel aşkı bekliyorum hala. zaman hain kamcısıyla rüzgarın türkülerini fısıldayarak uğuldamaya ise durmaksızın devam ediyor... bilincime ayna tutan ölülerin arasından varıp buraya sana ulaşmaksa hala bir sincap acemiliğiyle kuşanmakta yüreğimi...


bugün üç haziran, yaşlı çınarların gölgeliğinde uyuklayan marmara'nın artık eskisine pek de benzemeyen maviliğinde adı deniz çocuklar türküler söyleyerek geçiyorlar içimden. işte tam o an bende seni anımsıyorum yeniden. unuttum sandığım seni. ilk ay ırmağın üzerine bıraktığı halesiyle tertemiz gülümsüyor...


bugün üç haziran, insanların değil, çiçeklerin daha çok sevineceğini umarak fısıldıyorum rüzgara yağmuru özlediğimi....



3 haziran 2009 Gebze

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /