3 Ekim 2014

UZAK




Sabah güneşi durgun sarı gölgesiyle pencerenin buğulu camında damlacıklar oluşturuyor, hepimizden önce uyanan anneannem pencereden içeri sızan aydınlıkta kehribarlaşan tespihini çekiyordu. Yüzü yılların derin çizgileriyle iyice kırışmış, gözleri bu kırışıklığın altında kaybolmuştu. Yüzyıllık ömrünün bu son günlerinde her tespih tanesi huzura varmanın umuduyla çınlıyor, çıkan ses duvardaki saatin tik- taklarına karışıyordu. Oğullarının, kızlarının hatta torunlarının ölümlerini görmüştü. Ama bu yaşına rağmen erkenden kalkar gün boyu bir şeylerle uğraşırdı. Bazen çamaşırları katlarken uyuya kalır, bazen dolaşık ipleri ayırıp ayrı ayrı sararken sıkıntıya kapılır geçmiş günlerini anımsar, kendi kendine söylenirdi. Kimi güneşli günlerde bahçedeki incir ağacının gölgeliğindeki çimenliğe bağdaş kurar, etrafına biriken torunlarına geçmiş günlerin aklında kalan anılarını anlatırdı. Ben ve kardeşlerim tüm bunları masal gibi dinler, kıtlık zamanları nasıl ağaç kabuklarını yediklerini, seferberlikte Atatürk’ü görüp görmediğini sorardık.

Annem uyanır uyanmaz ise sanki evde her şey uyanır, kahvaltı, okul telaşı ve günlük işlerle zaman çarçabuk geçiverirdi. Babam Arabistan’a çalışmaya gittikten sonra evi çekip çevirmek ona kalmıştı. Bütün bu telaşın üzerine bir de dört çocuğun bitip tükenmek bilmeyen istekleriyle baş etmeye çalışıyordu. Hayatın bu telaşı zeytin yeşili gözlerinin tüm sıkıntısını üzerine yıkar, ama o yine de bunu belli etmez yorgun argın her şeye yetişmeye çalışırdı. Benim başarılı karnelerim onun komşulara övünç kaynağı olur, diğer çocuklarının da bana benzemesi için dualarını eksik etmezdi.

Öyle yaramaz çocuklardık ki, evin içini oyun parkına çevirir, olmadık oyunlar icat ederdik. Yastıklardan at yapar, evin bütün odalarının kapılarını ardına dek açıp, odadan odaya at koştururduk. Ben ve erkek kardeşim kız kardeşlerimizi omuzlarımıza kaldırır, onlarda sevinç çığlıklarıyla tavana dokunmaya çalışırlardı. Elektriklerin kesildiği geceler mum ışığının üzerinde parmaklarımın gölgesiyle tavşan, köpek, martı yapar kardeşlerimde bunları duvarlarda yakalamaya çalışıp o duvardan bu duvara atlarlardı. Büyükannem tüm bunları kıyamet alametine yorar, ama çoğu zaman farkında bile olmadan bu oyunların bir parçası oluverirdi. Bizi birbirimize bağlayan bu bağlılık sonraki yıllarda da hayatın tüm zorluklarına karşın hep bizi koruyan bir kalkan olmaya devam etti. Hangimiz hayatında kötü bir dönem yaşasa hemen bu bağ aklına gelir, yalnız olmadığını bilirdi.

Uzağın yakın olduğu yerde, birbirimize huzur veriyorduk. Tıpkı bir ağacın, bir ormanda huzur bulması gibi…

2

Çoğu zaman rüyalarımı böldüğü için sabahları uyanmayı hiç sevmezdim. Lisenin uzak yolunda sabah sislerinin içinde önce tren istasyonu belirir, sonra asırlık çınar ağaçlarının iri gövdelerinin sıralandığı parke taşlı yol tarihi yalıların denize bitişik duvarlarına çarpan dalgaların sesine karışan öğrencilerle dolup taşardı. İskeleye yanaşan vapurun düdüğü duyulduğunda adımlarımız hızlanır, uzakta lisesinin kapısında müdür yardımcısının çınlayan sesi duyulurdu.

Suyla çalışan motor yapmaya kafasını takmış fizik hocası, Atatürk’ün yokluğuna sitem eden tarih hocası, divan edebiyatının ritimlerini ezbere bilmeyenlere sıfır veren edebiyat hocası, kendi icadı problemleri çözmeye uğraşırken zaman yetmediği için teneffüsü de çalan matematik hocası, uzun çizmeleriyle erkek öğrencilerin sevgilisi İngilizce hocası, bütün öğrencilerin babası olan felsefe hocası sırayla derslerimize girerdi... Arada bir okul sarsıntıyla sallanır rayların asi çığlığı da bizim dersi kaynatma çabamıza katılırdı.

Üç katlı okulun koridorlarında hayat sonrasında ışık görünen bir tünel gibiydi, zamansa herkesin her şeye yakın olduğu ama kimsenin henüz hiçbir şey olmayı düşünmediği zamanlardı. Babalarının gelirine ve çevredeki saygınlığına göre okuldaki çocukların kiminde görülen asalet kalıntısı üstünlük takıntıları kimi zaman keyif kaçırsa da, çokça güzel yüz aşka bayrak olur, söz kılıçları arkadaşlık kınında saklı dururdu.

3

Okulun giriş kapısında her gün değişik sınıflardan iki öğrenci nöbetçi kalır, okula geleni gideni ziyaretçi defterine kaydedip, teneffüs zilini listedeki saat aralıklarına göre çalarlardı. Ben nöbet kolluğunu almak için müdür yardımcısının odasına girdiğimde ilk orda gördüm Selma’yı. Kıvırcık uzun saçları bir tayın yelelerini andırıyor, ela gözleri ışıkta güvercin göğsünde kanatlanmaya hazır mor pullar gibi ışıl ışıl parlıyordu. O an kalbimde hiç duyumsamadığım bir sıcaklığı duydum, sözcüklerimin parçalandığını gördüm. Şarabi bir buyruktu bu. Demiri eriten ateşin sesiydi. İnsanın ilk keşfi, belki de ilk uzağıydı varmak istediği…

O günden sonra her yerde Selma’yı görüyor, her anı o onunla geçirmek için olmadık şeyler tasarlıyordum. Okul yolunda onun yolunu gözler, ders aralarında soluğu onun yakınında alırdım. Daha önce hiç farkına varmadığım o gözler şimdi her yerde benimleydi. İşte o günlerde felsefe hocasının masasında gördüğüm bir kitap “ seçilmiş aşk şiirler” şiiri keşfetmemi sağladı. Cemal Süreya’nın, Orhan Veli’nin, Nazım hikmet’in, Aragon’un, Neruda’nın şiirlerini okudukça nedenini bilmediğim bir sebep beni de yazmaya çağırıyordu.

Lisenin camlarında buğulu bir yalnızlığın gölgelediği, denizin maviliklerinde esen sabah yellerine kendini umarsızca bırakan martılara dalmış, aklımdaki yalnızlığa nasıl son vereceğimi bana fısıldayan şiirlerle matematiğin bile başa çıkamadığı bir hesaplaşmayı yaşıyordum. İçimi karma karışık bir varolma, anlama kavgası, her şeye yabancı olduğum bir dünyayı yeniden keşfetmenin o ilk Alyoşalık günleri kaplıyordu. Babamın yoksulluğunu, annemin yazgısını, kardeşlerimin bayramlık muz sevinçlerini, Selma’nın gözlerini Nazım’ın şiirleriyle açıklamaktı tek yapabildiğim aslında. Oysa bu bile yetiyordu rüzgardan bile hızlı koşmama. Her sabah erkenden uyanıp elindeki Mekke işi tespihle ölümün sabır taşlarını çınlatan büyük annemse büyüdüğümü söylüyordu, iç sesiyle....

Kış ayları okul çıkışı lapa lapa yağan kar yere düştüğünde eriyor, bir o sokakta bir bu sokakta bana karşıcı çıkan o yaşlı adamın çaldığı akardionun sesi içimde ki heyecanın sesi gibi etrafa yayılıyordu. İpek halı dükkânlarının vitrinlerinde el emeği göz nuru halılarda erguvan bir ilmek gibi düğümlenip kalmıştı aklım aşka. Selma benim bu ilgimden hoşlanıyor, ama ancak bir kasaba kızının bir yabancıya yakınlığı kadar yakın davranıyordu.

Zamanla yol boyunca sohbetler etmeye, ona kestane almaya, sonraları birlikte sahildeki banklardan birine oturup beni bugün bile şaşırtan ilginç sohbetler yapmaya başladık. Orada onun sıcak nefesiyle ısınır, dudaklarının yakıcı alevini içinde söndürmenin hayaliyle yazdığım şiirleri ona okurdum. Sahil boyu dalgaların sesinde el ele yürür, kumlara çizdiğimiz kalplerin içine isimlerimizi yazardık. Ve de çokça bu kalbi nedeni bilinmez bir okla delerlerdik.

Aşkın sıcaklığı anımsandıkça insanı o ilk anki duygularla yakmaya devam ediyor. Hayat bize hep şunu öğretmekteki; mutlu dünyaların kapısını aralamadan, mutlu aşklara ulaşmak sadece bir serabın büyüsüne kapılmaktır. Kana kana sevmeyi, yürekten güvenmeyi öğrenmedikçe aşk, hep bir serap olarak kalmaya devam edecek kimbilir...

4

Tren garında bekleşen kalabalıklar, dokuma fabrikasında çalışan işçilerin maaş aldıkları gün yüzlerini kaplayan sevinç, büyükannemin ölümü beklediği günler, babamın uzaklara niçin gittiği, ipek halı dükkânlarının vitrinleri, denizin öte kıyıları… beni hayatı daha çok anlamaya itiyor, umuda yazılmış şiirlerdeki insan öznesini yüreğimde duyumsuyordum. Nazım’ın vapur şiirini sıkça okur, kimi zamanda yorganı başıma çektiğim o uykusuz gecelerde şiir yüklü gemilerinin uzaklara seyrinde uyuya kalırdım.

Kütüphaneden aldığım kitapları okumak beni bilmediğim dünyalara götürüyor, hayatıma yeni anlamlar katıyordu. Kimi zaman Sefiller’de özgürlüğü arayan Jean Valcean oluyordum, kimi zaman Vahşetin Çağrısı’nda ki Buck’un ızdırabını içinde duyumsuyordum. İnce Memed’i okurken gözlerimde Toroslar’da yetişen bir çiçek açıyor, Son Kuşlar gelip yüreğime yuva yapıyordu.

Edebiyat dersinde hoca herkesin sevdiği bir şiiri okumasını istediğinde, ilk şiiri benim okumamı uygun gören arkadaşlarımın bakışları bana çevrilmişti. Sesimi düzeltip çok sevdiğim şiirlerden birini coşkuyla okumuştum. Vapur şiirini çok beğenen hoca bu şiirin kime ait olduğunu sormuştu önce, ben çocuksu bir sevinçle “Nazım Hikmet” demiştim. Hocanın beni dersten dışarı atıp, verdiği vatansever söylev diğer öğrencilerinde tepkisini çekince sınıfın yarısı kendini dışarıda bulmuştu. Sonra bu söylev isyancı öğrencilere okul müdürünün odasında bir kez daha tekrarlandı. “sadece güzel bir şiir okudum hocam” sözleriyle açıkladığım duruma tatmin olmayan okul müdürü bana verilecek ceza için disiplin kurulundaki öğretmenleri toplantıya çoktan çağırmıştı bile.

Evet ben bilinmeyen sınırlara giden, oraları merak eden küçük kara balıktım artık, cezalarla hizaya getirilmeli, sürüye ezberletilenler bana da belletilmeliydi.

Okuldan atılma cezası, felsefe hocasının araya girmesi, annemin yakarışlarıyla okul değişikliğine çevrilmişti. Kalın gözlüklerinin altından hep gülücük saçan o kır saçlı felsefe öğretmeninin “sana Nazım'ı erken öğrettiler Temel” sözleri ilerleyen yıllarda da hafıza defterimde kalacak, o meraklı küçük kara balık yaşam yolculuğunda bundan daima güç alacaktı.

Annemi okula çağrılıp tasdiknamemi verdiklerinde, okulun ön kapısında etrafı zincirlerle çevrili Atatürk büstüyle birlikte tüm anılarımı burada bırakıp başka bir okula giderken, kış güneşi kimseye aldırmaksızın parke taşlı yol boyunca sıralanan çınar ağaçlarının çıplak dalları arasından sızıp üzerimize düşüyordu. Ben Selma’ya ve arkadaşlara uzak kalmanın acısını içimde duyarken, annem benim geleceğime dair korku ve endişeleriyle sessiz yürüyorduk.. Oysa tüm bunlardan habersiz yolcu vapuru iskeleden kalkmış, denizin ortalarına doğru dümen kırmış, suda anaforlar oluşturarak ilerlemekteydi.

Hayatın uzağına yolculuğuma tıpkı bir çığ gibi yuvarlanarak başlamış, her seferinde içimde biraz daha büyüyen o çağrının ilkini orada ilk kez o an duyumsamıştım. Yaşam, şiir kadar gerçek ; şiir, yaşam kadar baştan çıkarıcıydı.

Temel Kurt

10 yorum:

Goksu dedi ki...

Cok guzel olmus, devami var mi? Aldim elime cayimi bi de 7-8 hasan pasa kurabiyemi heyecanla okuyorum!

Adsız dedi ki...

Bu öykü gerçek bir yaşamdan kesit belki;
Bu gün bu öykü çok daha anlamlı çünkü o günden bu yana pek çok yaşanmışlığın süzgecinden geçerek yorumlanarak her olumsuzluğu bir başka güzellikle sanki gökkuşağının yedi rengiyle boyanarak yaşama dair şiirsel bir anlatıma kavuşmuş.
Bazan hala o ilk yazmaya başladığı zamanlardaki yarattığı düşsel yaşamın bir gün gerçek olabileceğini düşleyecek, buna inanabilecek kadar çocuk...
bazan da hiç bir şeyin etkileyemediği bu çocuk yüreği yaşamdan büyük ve derin anlamlar çıkarabilecek kadar bilge...
burada en büyük anlam kendine inanmak, tıpkı şiirlerine inandığı gibi...
güvenmeyi, sevmeyi, aşkı bildiği gibi.
bu büyük bir yürek, insanlığa, canlılığa ve varolmaya dair her türlü sevgiyi, her türlü güzel anlamı ve değeri içinde yaşatabildiği ve bunları insanlarla paylaşabildiği için.tarihin çıkarttığı diğer büyük yürekler gibi.

"bir gün bile yaşamak" için beklemeye ve güvenmeye değer sevgili çocuk...

çavbella. sevgimle kal.

Cüzzamlı Melek dedi ki...

temel'cim,
eline sağlık. ama...
bilirsin uzun şeyleri okuyamam. fenalık basar. kısım kısım okuyorum ama okuyorum yani. bitecek hepsi. söz:))

saklıdefter dedi ki...

sevgiyi,aşkı,yaşam şeklini,şiiri,Nazım'ı ''hayatı'' içinde barındıran mükemmel bir yazı olmuş.
Ne yalan söyleyim bir kaç kez girdim bloğa gözüm korktu ve şimdi okudum 'iyikide'...
Sevgiyle kal.

nehiro dedi ki...

Yaşamın, şiir kadar gerçek ; şiirin, yaşam kadar baştan çıkarıcı" olduğunu çok erken öğrenmişsin küçük kara balık...
Keşke bende senin kadar erken öğrenme şansına sahip olsaymışım...
Ben küçük kırmızı balık...
akvaryumlara konmaya, karşı çıkabilmeyi senin kadar erken öğrenmek isterdim...

Adsız dedi ki...

ne denir ki? sen işte

kara çocuk.

fahriye ablan

sevgiler

Adsız dedi ki...

Nicedir özlemişim soluksuz okumayı.. Sonra tekrar, bu defa sindire sindire..
Abartısız, doğal ve içten anlatımınla, sanki her bir anlatılan yerin resmini de görmeme sebep oldun sevgili Kurt..
Seni kucaklamama ve kutlamama izin ver.

Adsız dedi ki...

Ne güzel bir anlatımdı... Bir çırpıda okudum, su gibi akıp gitti adeta...

Yüreğinize teşekkürler (:



"- Paydos..." - diyecek bize bir gün tabiat anamız, -
"gülmek ağlamak bitti çocuğum..."
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak :
görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...


Nazım Hikmet RAN

maviye iz süren dedi ki...

Cok iyi kusursuz...

Hamiyet Akan dedi ki...

Uzakların yakın olduğu bir bayram geçirmen dileğiyle...

Yeni adresim

ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /