
Biliyor musun yaşadığım hayat bazı öyle havasız, öyle dar geliyor ki; açacak bir pencere bile bulamıyorum. Sıkıntıyla, öfkeyle içkiye veriyorum kendimi ama hiç birinden fayda yok. Çokça zaman içimdeki bu karanlık mezarda kendimle baş başa kalıyorum. İnsan böylesi zamanlarda en çok geçmişiyle dertleşiyor. İdealleri, aşkları, sus çiçekleriyle…
İçimizdeki sus çiçekleri konuşmaya başlıyor. Neler neler anlatıyor bir bilsen. Bir aynanın griliğinde tutuklu kalan, bir duvarın önünde öldürülen anılar çıkınca karşına konuşmaya başlıyor sus çiçekleri…
“hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz…” sahi hep çelik adımlarla mı yürüdük bu yollarda? Çocukluğum geliyor aklıma kimi! Karagöz oynatan bir Bekir dayı vardı mahallemizde. Bir seferinde “önceleri ben konuştururdum ama şimdi kendileri konuşmaya başladılar” demişti perdedeki kuklalarını göstererek… Yıllar sonra ancak şimdi anlıyorum kuklaları da sus çiçeklerinin konuşturduğunu.
Şu yalancı tanıklar kahvesinde niçin şiir yazdığımı düşündüm bugün. Soruya ne cevap versem hep biraz eksik kalır biliyorum. Ufo ve vampir hikâyeleri gibi inanılması güç bir şey şiiri niçin yazdığımızın cevabı da. Eskiden halkım için yazıyorum der, kestirip atardım. Kolay cevaptı… Neyse sıkıntıya boğmak, umudunu kırmak niyetinde de değilim. Lisede bir felsefe hocam vardı. Hayatı kayıt altına almayı da ondan öğrenmişimdir işin aslı. “Yazmak, bir inanca tutunmak” derdi. Oysa ben ne vakit Kadıköy’e gitsem Elif’in yüreğinden bir ton çöp çıkarıyorum.
zaman üzeri işlemeli ebruli bir sedef şişe
içine hapis olansa kendisi insanın
peki ya bir yudumda hayat bulan kim?
Biliyorum zor sorular bunlar. Bak gülüşüyor yan masadakiler. Toyluğun hafifleten armağanını bölüşüyorlar korkusuzca. Bir cigara daha yakmalı galiba. Sislerde ilerleyen bir geminin düdüğümü çınladı ne.
Gazeteleri seçim sonuçlarını yorumlayan bayların akıl hocalığıyla okumuyorum ama bu ülkede olup bitenler benimde kulağıma geliyor. Gerçi ne zaman uzak durabildik ki olup bitenden. Bir arkadaşım vardı: yokum artık demişti ben bu oyunda, ürkütmeyecekti bir daha fincancı katırlarını. Ne zaman rastlaşsak oyundan çıkmaya uğraşıyor hâlâ biliyor musun?
Kürt Kürtlüğüne, Türk Türklüğüne, Atatürkçü Atatürkçülüğüne, Alevi Aleviliğine, Müslüman Müslümanlığına tutunuyorsa hâlâ nasıl becerecek değil mi Müslümanlığın Ebu Süfyan takımıyla tekkede dağıtılan yumurtayı bölüşmeyi. Yoksa şu vatan, millet, Sakarya milliyetçiline mi dalmalı o da gözlerini yumup.
Neden bilinmez bir fıkra geldi aklıma. Biraz belden aşağı ama belki de bu umudu Allaha kalmış halkın en iyi tercümanıda bu fıkralar. Adamın biri kadir gecesi ölmüş, cuma günüde toprağa gömülmüş. Onu tanıyan bizim Temel imama sormuş. haçan imam efendu habu adam mübarek kadir gecesi öldü, cuma günü defnettik. Cennetlik midur? İmam kitaba göre öyle demiş. Temel ama hırsız idü, yetimi, fakiri fukarayı soyardu demiş yine de cennetlik midur? İmam Allahın işine karışılmaz demiş. Dediğin günlerde öldüyse cennetliktir. Temel haçan içkisi, kumarı, karı kız ayağı da vardı. Sübyancıydı bir de. Yine de cennetlik midur hoca efendi? Hoca bakmış ki bu adamı başından savamayacak sinirlenmiş epey bir. be adam Onu cuma günü cennete alırlar ama bu dediklerini yapmışsa cumarteside anasını bellerler orada demiş.
her şeye rağmen görüyorsun ya az ısınıverse havalar
şırıltıyla çağıldıyor köpüklenen sular kayalarda
çiçeğe duruyor dal
kanı kaynıyor kertenkelenin…
Ve ben; şu şarabi kederin ezilesi yalınlığında pencerelerimi kırıp bütün kuşlarımı göğe salmak istiyorum. Süt duruluğuyla orada öylece bekleyen uzak, upuzak göğe…
t.kurt.