18 Aralık 2015
13 Aralık 2015
sana dair
biliyor musun, bazen buz dağlarının altını hiç bilmeseydim keşke diyorum
diyorum ya, apansız senin bir karanfil gibi koktuğun geliveriyor aklıma
işte o vakit seviyorum yine aklımı :)
başka türlüsü donardı içim bu soğuklarda...
tk
1 Aralık 2015
10 Kasım 2015
Özlemin güzelliğine övgü
Bir boşluğa düşmüşsen
Kırılmışsa içinde incecik
dalların
Yani bir çizik atmışsa
zaman kalbine
Gitmek kalmaktır, unutma
bunu.
Gecelerine çağırmışlar
Acem halıları sermişler
önüme
Geçememişim öte kıyısına
zamanın
Kalmışım kalbimdeki narın
içinde.
Sana suskun hasretler
biriktirdim
Annemin yazmasındaki yayla kokulu
çiçeklere benzeyen
N’olur gel al artık onları
kalbimden
Bir, iki satır söz bırak
yerine…
tk
30 Ekim 2015
1 Kasım seçimlerine dair
dışarıda gri gökyüzünde yağmur bulutları dolanıyor,takvim yaprağından 29 ekimi koparıyorum.yeni bir gün daha başlıyor, oysa ben ardımda sadece bir günü değil kırk yılı bıraktığını biliyorum.kırk yıldır bu dünyada, bu toprak parçasında yaşıyor olmanın dayanılmaz hafifliğiyle gülümsüyorum içimdeki çocuğa,işte her şeye rağmen yaşamın en sevdiğim yanı bu gülümseme anı.
insan hayatı çok uzun bir romana benzer, ki bazı sayfaların dipnot bilgisi o romanlardan daha bir kalındır,ben en çok o dipnot bilgilerini okumayı severim. çünkü orada aşk, orada umut, orada hüzün vardır. yaşamı güzelliklerin kitabı olabilmiş bütün hayatlar işte bu dipnotları okunası kitaplardır.peki bu kitapları kimler yazar? işte cevaplanması gerekli olan güzel bir sorudur bu,bu sorunun kısa bir cevabı olsa da bu cevabın dipnotları çoktur. bu sorunun kısa cevabı şudur:emeğe, barışa, aşka inanmış hayatlardır bu kitapları yazabilenler,varın dipnotlarını da siz hayal edin.
yaşadığımız dünyanın bütün güzelliğini yaşayarak ölebilmek en doğal hakkımızdır,işte buna demokrasi diyorum ben,benim şiirlerimdeki "uzak" işte böyle bir güne uyanan insanların sabahıdır.işte bir kasımda yaşadığımız topraklarda yapılacak seçimlerde bu dileğimize biraz daha yaklaşmanın seçimi olacak. ya sessizliğe sığınıp olan biteni görmezden geleceğiz ya da bu yalan, kan ve hırsızlık düzenine karşı barışın, aşkın ve adaletin sesi olacağız.karar sizin
26 Ekim 2015
11 Ekim 2015
6 Ekim 2015
BEKLEMEYE DAİR...

"İstanbul da İstanbulluğunu yaşıyor gene. Kuzeyden, Haliç üstlerinden çıkıveren kış azgını kara bulutları, maviliklere mızrak gibi çakılmış minarelerin onuruyla kabaran, kurşunlu, ağırbaşlı kubbeleri, körolası açlığın kavgasında tedirgin dolanan delifişek martıları, gelin gibi gezinen tekneleri, Boğaz'da yarışan lüferleri, istavritleri, uskumruları, kuyruğu sokakları süpürerek götüren derya kuzusu torikleri, balıkçı tablalarına manda gibi serilmiş, Marmara'da ırıpları paralayan orkinoslarıyla; Langa'dan, Hacıbayram'dan, Topkapı dışlarından Yakacık'a, kenti çevrelemiş bağları, bahçeleri, bostanlarıyla; çivi kestiren poyrazların yolunu keserek saldırıp denizleri, insanları allak bullak eden yapışkan lodosları, lokanta vitrinleri önünden yutkunarak geçen işsizleri, açları; çamurlu izbe sokaklarda şölen çağrısı gibi yayılan kızarmış balık kokularının mutsuz ettiği yabanıl sokak kedileriyle sekiz yüz binlik İstanbul kenti, kıran kırana savaştaki bir dünyanın ortasında, boynunu bükmüş, karanlık bir beklenti içindeydi. Yalnız İstanbul mu, tüm Türkiye bekliyordu bu acılı karanlık içinde. Tür tür, biçim biçimdi bekleyenleri ülkenin. Ağa çiftliğinin kapısındaki çoban köpeği gibi bekleyenler vardı. Kocası savaşa gönderilmiş, gözleri uzayıp giden yollarda asker karısı gibi bekleyenler vardı. Karaya çöreklenmiş, çatal dilli bozyılan gibi bekleyenler vardı. Kesim yerinde toplaşan sürüsünün başına dikilmiş celep gibi bekleyenler vardı. Susuzluktan kavrulan topraklarında yağmur duasına çıkmış köylüler gibi bekleyenler vardı. Hana yıktığı kervanındaki mallara alıcı gözleyen vurguncu bezirganlar gibi bekleyenler vardı. Karanlıkta direğe çekilmiş kızıl bayrak gibi dondurucu yellerde çırpınarak yürüttükleri acılı kavgada bekleyenler vardı.... "*
DEVRİM
Bir avuç ışığa sarkıtılan kovadır devrim
kuyu kadar derin
kuyu kadar karanlık bu dünyada…
Çocukların gözlerinde uzak bir yıldızın ışıltısı
ellerinde yaprak yaprak karanfil sevincidir devrim.
Bir bakmışsın yanı başında kıyı
bir bakmışsın ufukta kaybolan gemidir devrim.
Sonu sevmekle biten bütün cümlelerde
bir zamirin aşkına benzer devrim...
t.kurt
* Vedat Türkali'nin Güven romanından alıntıdır
DEVRİM
Bir avuç ışığa sarkıtılan kovadır devrim
kuyu kadar derin
kuyu kadar karanlık bu dünyada…
Çocukların gözlerinde uzak bir yıldızın ışıltısı
ellerinde yaprak yaprak karanfil sevincidir devrim.
Bir bakmışsın yanı başında kıyı
bir bakmışsın ufukta kaybolan gemidir devrim.
Sonu sevmekle biten bütün cümlelerde
bir zamirin aşkına benzer devrim...
t.kurt
* Vedat Türkali'nin Güven romanından alıntıdır
kakakatür: Hanzala/fethi el naci/barışı bekleyen çocuk
3 Ekim 2015
25 Eylül 2015
ELSA VE UZAK
ve yol onu alıp, öyle uzağa götürmüştü ki
yolculuğunda içini döktüğü günlüğü olmasa
sırlarını bende bilemeyecektim.
en büyük korkusu aştan
ve adaletsizliktendi,
ekmeği bölüşemeyen bu vahşi canlı türü
aslında aşkı da bölüşmeyi çoktan unutmuştu.
gökyüzü hep uzak
taşlar hep suskundu.
-ki yüzlerde öyle
...
yol sona ersin
bir şey olsun
ölüm mesela
ya da ne bileyim bir deniz çıksın karşısına
ve iskelede kalkmaya hazır bir gemi olsun istiyordu ya
istedikleri hem yanı başında
hem çok uzaktaydı
tıpkı her seferinde ilk öpüşmesini anımsadığı gibi çok uzakta.
....
apansız gün doğuveriyor
sonra gene gece oluyordu
günler uzun ve acı dolu
geceler kısa ve sessizdi
gecelerin konuğu yıldızlarsa
bildikleri kadar pırıltılıydılar
tanrı yok ve hiç olmadı diyordu kuzeydeki parlak yıldız
güneydeki adaletin ve aşkın da olmadığını söylüyordu
bir tek doğudan doğacak o büyük yıldız ışığa inanmayı vaaz ediyor
ve acıyı yayıyordu dört bir yana
...
yol bitmiyor,
uzadıkça uzuyordu
hayat iyi şeylerin günlüğünü tutmayı çoktan unutmuş
mor menekşeler yurtlarına bir çiçekçide mülteci olmuşlardı
-ki salyangoz yavaşlığıydı bu
aynı kadrandaki akrep ve yelkovan gibi birbirlerini kovalayan(belki de arayan)
…
t.kurt
16 Eylül 2015
KEÇİ ÇOBANI

Öğlen güneşi bir bıçağın yüzünde ışıldar gibi parlıyor,gökyüzü yangından geriye kalan kül grisi yüzüyle herşeyin üzerini örtüyordu. Bütün keçiler kaynağın başında toplanmış kana kana su içiyorlardı.Küçük kız da keçiler gibi eğilmiş dudaklarını suya değdirerek su içiyordu,yeşil gözleri suda dört yapraklı bir gonca gibiydi.
Parmaklarıyla keçileri saymaya başladı.Serçe parmağını tuttuğunda gözleri Mercan adlı kırmızı ve siyah benekli yavru keçiye bakıyordu,iki Zeytin,üç Kıdıman,dört Gökkeçi,beş Aykızı,altı Teke...Hepsi tamamdı,günün bu saatleri iri meşe ağacının gölgesi uyku zamanıydı keçiler için.
Mercan yere uzanmış Zeytin`de onun boynuna koymuştu başını, hemen ortalarında Kıdıman bir küme halinde uyuyorlardı,diğerleri de ayrı ayrı ama birbirlerine yakın uyuyorlardı, sadece Teke bu keçilerin biraz daha uzağında ama onlara bakarak uyuyordu.Küçük kız azık için getirdiği lavaş ekmeğinin arasına tulum peynirini kınalı elleri ile usulca döküyor maharetle dürümünü hazırlıyordu,gözleri Mercan ve Zeytin`in koyun koyuna yatmasına takılmış, bunu çok kıskanmıştı.
"kardeşlik ne güzel bir şey" diye geçirdi içinden.
Suyun sesi ve rüzgarın serin esintisinin meşe yapraklarındaki uğultusu ile oda göz kapaklarını kapattı,bir çıtırtıyla uyandığında bunun ordan geçmekte olan küçük bir kaplumbağa olduğunu farketti, keçilere baktı göz uçuyla sonra yine gözlerini kapattı.Vücudunun toprakta açtığı sıcak çukuruna gömüldü.
Düşünde yemyeşil, geniş kırlarda otlayan keçiler arasında küçük bir kuzu olarak gördü kendini.Keçiler ve kuzu sevinçle oyunlar oynuyorken birden güzel bir yağmur yağmaya başladı, oyunlarına doğa anada katılmıştı.Yağmur damlacıkları önce hepsinin yüzlerine düşüyor sonra onların sevinçle gülen yüzlerindeki tatlılıkla birleşip toprağa akıyordu,her biri bir çiçekte büyüdüğünü görüyordu yüzlerinin,kuzu yüzünü narin bir papatyada görüp hemen tanıdı, bu tatlı düşün içerisinde bir dokunmayla uyandı, gelen annesiydi,yağmura sarılır gibi sarıldı ona
"seni çok seviyorum ana",dedi. Annesine sımsıkı sarılarak.
...
t.kurt
NOT: Annemin çocukluğuna dair anlattığı anılarından derlediğim bu hikaye bu bloğu takip eden tüm barış gönüllülerine hediyemdir.
Parmaklarıyla keçileri saymaya başladı.Serçe parmağını tuttuğunda gözleri Mercan adlı kırmızı ve siyah benekli yavru keçiye bakıyordu,iki Zeytin,üç Kıdıman,dört Gökkeçi,beş Aykızı,altı Teke...Hepsi tamamdı,günün bu saatleri iri meşe ağacının gölgesi uyku zamanıydı keçiler için.
Mercan yere uzanmış Zeytin`de onun boynuna koymuştu başını, hemen ortalarında Kıdıman bir küme halinde uyuyorlardı,diğerleri de ayrı ayrı ama birbirlerine yakın uyuyorlardı, sadece Teke bu keçilerin biraz daha uzağında ama onlara bakarak uyuyordu.Küçük kız azık için getirdiği lavaş ekmeğinin arasına tulum peynirini kınalı elleri ile usulca döküyor maharetle dürümünü hazırlıyordu,gözleri Mercan ve Zeytin`in koyun koyuna yatmasına takılmış, bunu çok kıskanmıştı.
"kardeşlik ne güzel bir şey" diye geçirdi içinden.
Suyun sesi ve rüzgarın serin esintisinin meşe yapraklarındaki uğultusu ile oda göz kapaklarını kapattı,bir çıtırtıyla uyandığında bunun ordan geçmekte olan küçük bir kaplumbağa olduğunu farketti, keçilere baktı göz uçuyla sonra yine gözlerini kapattı.Vücudunun toprakta açtığı sıcak çukuruna gömüldü.
Düşünde yemyeşil, geniş kırlarda otlayan keçiler arasında küçük bir kuzu olarak gördü kendini.Keçiler ve kuzu sevinçle oyunlar oynuyorken birden güzel bir yağmur yağmaya başladı, oyunlarına doğa anada katılmıştı.Yağmur damlacıkları önce hepsinin yüzlerine düşüyor sonra onların sevinçle gülen yüzlerindeki tatlılıkla birleşip toprağa akıyordu,her biri bir çiçekte büyüdüğünü görüyordu yüzlerinin,kuzu yüzünü narin bir papatyada görüp hemen tanıdı, bu tatlı düşün içerisinde bir dokunmayla uyandı, gelen annesiydi,yağmura sarılır gibi sarıldı ona
"seni çok seviyorum ana",dedi. Annesine sımsıkı sarılarak.
...
t.kurt
NOT: Annemin çocukluğuna dair anlattığı anılarından derlediğim bu hikaye bu bloğu takip eden tüm barış gönüllülerine hediyemdir.
2 Eylül 2015
güne dair
bazen susmak istiyorum
yağmurun yağışı gibi susarak doyurmak içimdeki çorak toprağı
kimi kısacık şiirler beni alıp götürür çölde bir vahaya
işte bu şiirler susmak gibidirler
öyle kötü zamanlardan geçiyor ki insan hayatı
savaşın ve kanın kutsallığıyla
talan ediliyor içimizdeki tüm vahalar
barışın ve aşkın cömert topraklarında bir karanfil acısıyla da olsa
gene de ben o kısa şiirlere inancımı koruyorum
dün gece düşümde bir kuyruklu yıldızın peşi sıra dolandım durdum karanlıkları...
tk
yağmurun yağışı gibi susarak doyurmak içimdeki çorak toprağı
kimi kısacık şiirler beni alıp götürür çölde bir vahaya
işte bu şiirler susmak gibidirler
öyle kötü zamanlardan geçiyor ki insan hayatı
savaşın ve kanın kutsallığıyla
talan ediliyor içimizdeki tüm vahalar
barışın ve aşkın cömert topraklarında bir karanfil acısıyla da olsa
gene de ben o kısa şiirlere inancımı koruyorum
dün gece düşümde bir kuyruklu yıldızın peşi sıra dolandım durdum karanlıkları...
tk
30 Ağustos 2015
23 Ağustos 2015
GERÇEK AŞK

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, devenin tellal, pirenin berber olduğu bir zamanda kartlar ülkesinin uçsuz bucaksız kül rengi kıyılarında ırmak seslerine komşu ahşap bir kulübede Yaşlı Maça Kızı’nın evlat edindiği çirkin bir Sinek İkili yaşarmış. Güzeller güzeli Sinek Kızı’yla yakışıklı Kupa Bey’inin yasak aşkından doğan bu kızı bir sabah kapısında bulan Yaşlı Maça Kızı dinmeyen evlat özlemiyle Kartlar Tanrısı’na dualar edip bağrına basmıştı.
Zaman gelip geçmiş ama Sinek İkili hep Sinek İkili olarak kalmıştı. Öyle çirkin öyle çelimsizdi ki diğer İkililer bile onu oyunlarına almıyorlardı. Hayatın yalnızlık olduğunu, mutluluğu bundan ibaret sanarak büyüyordu bu Çirkin Sinek İkili.
Kartlar ülkesinin yaşlı kralının yakışıklı oğlu Kupa Valesi’nin tahta çıkması için evlenmesi gerekiyordu. Çünkü bu yılın sonuna dek kalbinin prensesini bulup evlenemezse koz maça olacak, tahta Maça Bey’i geçecekti.
Yaşlı kral oğlunu bir an önce evlenmeye ikna etmek için kartlar ülkesinin tüm güzel kızlarının katıldığı balolar düzenliyor, bunun için hiçbir masraftan kaçınmıyordu. Ama ne yaparsa yapsın aşka inanan oğlu kalbinin sahibini bir türlü bulamamıştı.
Günlerden bir gün krallıktaki diğer valelerle bir araya gelip av partisine çıktılar. Her vale bir yöne gidecekti. Kupa Valesi doğuyu, Maça Valesi batıyı, Sinek Valesi kuzeyi, Karo Valesi güneyi seçti. En iyi avı bulup avlamaktı düşleri. Doğunun uzak, hiç kimsenin henüz varamadığı topraklarında bir ırmak çıktı karşısına Kupa Valesi’nin. Su içmek için eğildiğinde suda çok güzel bir yüz gördü. İşte aradığım aşkı sonunda buldum, dedi kendi kendine. Doğrulup kalktığındaysa karşısında çirkin mi çirkin Sinek İkili’yi buldu yalnızca. Okuduğu bir masalı anımsadı o an. Öpsem bir prensese dönüşür mü acaba, diye geçirdi aklından. O an bu düşünceye o kadar inandırmıştı ki kendini yaklaşıp apansız öpüverdi Sinek İkili’yi.
Masala göre göğün gürlemesi, yıldırımların çakması, ortalığın zifiri kararması ve tekrar aydınlandığında bu çirkin sinek ikilinin güzeller güzeli bir prensese dönüşmesi gerekiyordu. Ama bunların hiç biri gerçekleşmemişti. Hatta Çirkin Sinek İkili bile telaşla kaçıp gitmişti yanından Kupa Valesi’nin.
Diğer valelerle buluşmayı kararlaştırdıkları yere vardığında, tüm valeler bu çirkin mi çirkin gencin üzerine çullanıp onu yakaladılar. Söyle kimsin sen, nereden buldun bu giysileri, ne yaptın kupa valesine, dediler. Ne dedi ne anlattıysa bir türlü inandıramadı kendisinin Kupa Valesi olduğuna oradakileri. Zincire vurup saraya götürdüler, ama saraydakilerde inanmıyordu onun Kupa Valesi olduğuna. Acılar içindeki Kupa Bey’inin fermanıyla halkın gözü önünde asılmasına karar verildi. İpe giderken bile susmak bilmez bir yaşama çabasıyla Kupa Valesi olduğunu haykırıyordu.
Ancak asıldığı ipte eski haline dönünce herkes anlamıştı onun yakışıklı Kupa Valesi olduğunu.
t.kurt
Zaman gelip geçmiş ama Sinek İkili hep Sinek İkili olarak kalmıştı. Öyle çirkin öyle çelimsizdi ki diğer İkililer bile onu oyunlarına almıyorlardı. Hayatın yalnızlık olduğunu, mutluluğu bundan ibaret sanarak büyüyordu bu Çirkin Sinek İkili.
Kartlar ülkesinin yaşlı kralının yakışıklı oğlu Kupa Valesi’nin tahta çıkması için evlenmesi gerekiyordu. Çünkü bu yılın sonuna dek kalbinin prensesini bulup evlenemezse koz maça olacak, tahta Maça Bey’i geçecekti.
Yaşlı kral oğlunu bir an önce evlenmeye ikna etmek için kartlar ülkesinin tüm güzel kızlarının katıldığı balolar düzenliyor, bunun için hiçbir masraftan kaçınmıyordu. Ama ne yaparsa yapsın aşka inanan oğlu kalbinin sahibini bir türlü bulamamıştı.
Günlerden bir gün krallıktaki diğer valelerle bir araya gelip av partisine çıktılar. Her vale bir yöne gidecekti. Kupa Valesi doğuyu, Maça Valesi batıyı, Sinek Valesi kuzeyi, Karo Valesi güneyi seçti. En iyi avı bulup avlamaktı düşleri. Doğunun uzak, hiç kimsenin henüz varamadığı topraklarında bir ırmak çıktı karşısına Kupa Valesi’nin. Su içmek için eğildiğinde suda çok güzel bir yüz gördü. İşte aradığım aşkı sonunda buldum, dedi kendi kendine. Doğrulup kalktığındaysa karşısında çirkin mi çirkin Sinek İkili’yi buldu yalnızca. Okuduğu bir masalı anımsadı o an. Öpsem bir prensese dönüşür mü acaba, diye geçirdi aklından. O an bu düşünceye o kadar inandırmıştı ki kendini yaklaşıp apansız öpüverdi Sinek İkili’yi.
Masala göre göğün gürlemesi, yıldırımların çakması, ortalığın zifiri kararması ve tekrar aydınlandığında bu çirkin sinek ikilinin güzeller güzeli bir prensese dönüşmesi gerekiyordu. Ama bunların hiç biri gerçekleşmemişti. Hatta Çirkin Sinek İkili bile telaşla kaçıp gitmişti yanından Kupa Valesi’nin.
Diğer valelerle buluşmayı kararlaştırdıkları yere vardığında, tüm valeler bu çirkin mi çirkin gencin üzerine çullanıp onu yakaladılar. Söyle kimsin sen, nereden buldun bu giysileri, ne yaptın kupa valesine, dediler. Ne dedi ne anlattıysa bir türlü inandıramadı kendisinin Kupa Valesi olduğuna oradakileri. Zincire vurup saraya götürdüler, ama saraydakilerde inanmıyordu onun Kupa Valesi olduğuna. Acılar içindeki Kupa Bey’inin fermanıyla halkın gözü önünde asılmasına karar verildi. İpe giderken bile susmak bilmez bir yaşama çabasıyla Kupa Valesi olduğunu haykırıyordu.
Ancak asıldığı ipte eski haline dönünce herkes anlamıştı onun yakışıklı Kupa Valesi olduğunu.
t.kurt
18 Ağustos 2015
16 Ağustos 2015
12 Ağustos 2015
10 Ağustos 2015
"Hiroşima'da öleli oluyor bir yetmiş yıl kadar"
9 Ağustos 2015
70
yıl önce ABD, İkinci Dünya Savaşı'nın edimsel olarak bitmiş, İtalya ile Almanya'nın teslim olmuş ve Japonya'nın da teslim
olmak üzere olduğu günlerde Hiroşima (6 Ağustos) ile Nagazaki'ye (9 Ağustos)
iki atom bombası attı. Ne yazık ki yakın tarihin en büyük savaş ve insanlık
suçları arasında yer alan bu korkunç saldırının üzeri giderek bir unutkanlık
perdesiyle örtülüyor. Emperyalist burjuvazi ve onun denetimindeki tekelci
burjuva basını bu büyük suçu unutturmayı başarabildiği içindir ki insanlık
1960'ların ikinci yarısı ve 1970'lerin başlarında Vietnam-Laos-Kamboçya'da bir
soykırımın gerçekleştirilmesine tanık oldu. 1990'ların başından günümüze kadar
uzanan Irak toplumkırımını, son yıllarda yaşadığımız Afganistan, Suriye,
Somali, Libya, Yemen felaketlerini vb. bundan ötürü yaşadık ve yaşıyoruz. Ve
bunun içindir ki Filistin halkı 1948'den bu yana ağır çekim bir jenosidin
hedefi oluyor.
İran'ın sözümona nükleer silahlara sahip
olmasını engellemek amacıyla yapılan görüşmelerin -en azından şimdilik-
başarıya ulaşmış gözüktüğü günümüzde geniş kapsamlı bir nükleer savaş tehlikesinin
hiç te az olmadığını ve ABD-Rusya-Çin arasında meydana gelebilecek böylesi bir
savaşın, tüm insanlık için çok büyük bir felaket anlamına geleceğini çok çabuk
unutuveriyor insanlık. Unutulan ya da unutturulan bir başka husus ta şu:
Tekelci burjuva basını İran'ın barışçı nükleer çalışmaları ya da olmayan
nükleer silah çalışmaları üzerinden bir dezenformasyon kampanyası yürütür ve
“İran tehdidi” hakkında kıyamet koparırken, kimse ne yüzlerce nükleer silaha
sahip olduğu bilinen İsrail'in adını ağzına alıyor, ne de Siyonist devletin,
İran başta gelmek üzere kendisini tehdit edeceğine inandığı ülkelere karşı bu
silahları kullanacağı gerçeğini.
Bugün ilerici ve dürüst insanlar IŞİD, El
Nusra, Ahrar el-Şam gibi İslami terör örgütlerinin korkunç ve iğrenç vahşetini,
cinayet ve katliamlarını haklı olarak kınıyorlar. Son aylarda bu barış ve
demokrasi yanlısı insanlara, yıllardır bu ve benzer örgütleri doğrudan ve
dolaylı bir biçimde desteklemiş olan “uygar” ABD ve Batı Avrupa yöneticileri de
katılıyor ve hatta kendilerine inanmak gerekirse bu örgütlerin Suriye'de,
Irak'ta vb. yaptıklarından ONLAR DA “kaygı” duyuyorlar! Elleri pek çok halkın
kanlarıyla lekeli olmasına rağmen ikiyüzlülükleri hiçbir sınır tanımayan bu
“uygar” bay ve bayanların, dillerinden düşürmedikleri terörizmin esas
kaynakları olduklarını bilmeseydik, onların anlattığı bu masallara
inanabilirdik belki. Bu arada şu soruyu da sormalıyız kendimize: Acaba
emperyalistlerin doğrudan kendi elleriyle uyguladıkları vahşet ve terör, Suudi
ve Türk gericiliğinin ortağı olduğu IŞİD gibi örgütlerin uyguladığı terörden
daha mı masum ya da temiz? Birazcık tarih bilgisi olanlar bu soruyu gereksiz
bulacaklardır elbet. Gene de bu soruyu, tekelci burjuva basınının ve onun
efendilerinin, 70. yıldönümünde de unutturmaya çalıştıkları ABD nükleer
terörüne, onun Hiroşima ve Nagazaki'deki kurbanlarına biraz daha yakından
bakarak yanıtlayalım.
Bombardıman
70 yıl önce Hiroşima ve Nagazaki'de esas
olarak askeri hedeflere değil, sivil halka karşı kullanılmış olan atom
bombalarının çok büyük bir sivil insan kaybına yol açtığını biliyoruz. ABD
savaş uçakları 6 Ağustos 1945’te 350,000 kişinin yaşadığı Hiroşima kentine
“Little Boy” (=Küçük Oğlan) adı verilen 15 kilotonluk bir atom bombası ve 9
Ağustos’ta 270,000 kişinin yaşadığı Nagazaki’ye “Fat Man” (=Şişko) adlı 21
kilotonluk ikinci bir atom bombası attılar. Her iki kentte de onbinlerce, büyük
olasılıkla 100-150,000 insan anında yaşamını yitirdi. (Her iki kentteki
binaların ve bu arada resmi binaların büyük çoğunluğunun yerlebir olması,
yıkılması ve yanması ve patlamaların ardından ortaya çıkan kaotik ortam
nedeniyle kesin rakamlar bulunmamakla birlikte ilk anda Hiroşima'da 70,000 ve
Nagazaki'de 40,000 insanın yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.)
Daha da korkunç olanı kurbanların yaşamlarını
yitirme biçimiydi: Her iki kentin üzerinde patlayan atom bombasının yaydığı
korkunç sıcaklık, patlama gücü ve basıncın etkisiyle sıfır noktasına nisbeten
yakın olanların hepsi ilk elde öldü. Bu ölenlerin çoğunun cesetleri buharlaşmış
ve geriye bu talihsiz insanlardan hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. Sıfır
noktasına yakın insanların beden organları anında kaynamış ve kemikleri kömüre
dönmüştü. Nedeni açık: Joseph Siracusa, Nuclear Weapons: A Very Short
Introduction/ Nükleer Silahlar: Çok Kısa Bir Giriş adlı kitabında Hiroşima'daki
patlama anını şöyle anlatıyordu:
“Bu en korkunç anda Hiroşima’nın yüzde 60’ı yerle bir oldu. 1 milyon derece santigradın üzerine çıktığı tahmin edilen patlama ısısı, kenti kuşatan havayı tutuşturdu ve 256 metre çapında bir ateş topu oluşturdu.”
“Bu en korkunç anda Hiroşima’nın yüzde 60’ı yerle bir oldu. 1 milyon derece santigradın üzerine çıktığı tahmin edilen patlama ısısı, kenti kuşatan havayı tutuşturdu ve 256 metre çapında bir ateş topu oluşturdu.”
Kuru istastiklerin ötebine geçerek bu iki
kentte yaşanan trajediye göz attığımızda, patlama sonucu buharlaşarak, yanarak
ya da yıkılan binaların altında kalarak anında ölenlerin belki de talihli
sayılmaları gerektiğini söyleyebiliriz. Bedenlerinin bir bölümü radyasyonun ve
ısının etkisiyle yanan ya da bazı organları kopan, bedenleri deforme olan,
derileri bir eldiven gibi soyularak dökülen, ama hemen ölecek kadar talihli
olmayanlar, günlerce ve haftalarca korkunç acılar içinde kıvranarak can
çekişerek öldüler.
Patlamadan hemen sonraki günlerde hafif yaralılarda iştah kesilmesi, beden tüylerinin dökülmesi, bedenlerinde mavi lekeler çıkması ve ardından ağızdan, burundan ve kulaklardan kan gelmesi olaylarına rastlandı. Doktorların A vitamini enjeksiyonu yaptığı hastalarda ise, iğnenin girdiği yerde et çürümeye başlıyor ve hasta ölüyordu. Belki de kurtarılabilecek durumda olan onbinlerce insan ise ne yazık ki kurtarılamadı; nükleer patlamalar ve onun yol açtığı yangınlar nedeniyle hastaneler bütünüyle ya da kısmen yıkılmış ve kullanılmaz hale gelmiş, sağlık personeli de tıpkı diğer insanlar gibi ABD nükleer teröründen etkilenmiş ve dolayısıyla sağlık sistemi de büyük ölçüde çökmüştü. Hangi ileri ülkenin sağlık sistemi, hiçbir zarar görmemiş olsa bile, bu denli büyük bir felaketi bir yana bırakalım, bunun çok daha küçük ölçekli bir versiyonuyla başa çıkabilir ve böyle bir durumda aciz kalmazdı?
Patlamadan hemen sonraki günlerde hafif yaralılarda iştah kesilmesi, beden tüylerinin dökülmesi, bedenlerinde mavi lekeler çıkması ve ardından ağızdan, burundan ve kulaklardan kan gelmesi olaylarına rastlandı. Doktorların A vitamini enjeksiyonu yaptığı hastalarda ise, iğnenin girdiği yerde et çürümeye başlıyor ve hasta ölüyordu. Belki de kurtarılabilecek durumda olan onbinlerce insan ise ne yazık ki kurtarılamadı; nükleer patlamalar ve onun yol açtığı yangınlar nedeniyle hastaneler bütünüyle ya da kısmen yıkılmış ve kullanılmaz hale gelmiş, sağlık personeli de tıpkı diğer insanlar gibi ABD nükleer teröründen etkilenmiş ve dolayısıyla sağlık sistemi de büyük ölçüde çökmüştü. Hangi ileri ülkenin sağlık sistemi, hiçbir zarar görmemiş olsa bile, bu denli büyük bir felaketi bir yana bırakalım, bunun çok daha küçük ölçekli bir versiyonuyla başa çıkabilir ve böyle bir durumda aciz kalmazdı?
Görgü tanıklıkları
Russia Today gazetesi 5 Ağustos 2015
tarihli sayısında, bir muhabirinin birkaç hibakuşa (ABD nükleer teröründen sağ
kurtulanlara Japonya'da verilen isim) ile yapılmaş mülakatları da içeren bir
yazı yayımladı. “ ‘Faceless body belonged to my sister’: Hiroshima, Nagasaki
nuke survivors recall horrors 70 years on” (=“ ‘Yüzü olmayan beden kızkardeşime
aitti’: Hiroşima ve Nagazaki'den sağ kurtulanlar 70 yıl önceki dehşeti
anımsıyorlar” başlıklı yazıda Hiroşima'ya atom bombası atıldığında bu kentte
yaşayan 13 yaşındaki bir kız olan Çiyoko Kuvabara'nın şu sözlerini aktarıyor:
“Her tarafta cesetler vardı ve bir anne çocuklarını aramak için gezindiğinde bazan, ‘anne... anne’ haykırışları duyardı. Anneler çocuklarının yüzlerine baktıklarında bile onları tanıyamıyorlardı. Konuşurken gözleri yaşaran Kuvabara, ‘ama annelerini tanıyan çocuklar oluyordu’ dedi.”
“Her tarafta cesetler vardı ve bir anne çocuklarını aramak için gezindiğinde bazan, ‘anne... anne’ haykırışları duyardı. Anneler çocuklarının yüzlerine baktıklarında bile onları tanıyamıyorlardı. Konuşurken gözleri yaşaran Kuvabara, ‘ama annelerini tanıyan çocuklar oluyordu’ dedi.”
Russia Today, patlamanın elinin derisini
alıp götürdüğünü ve Nagazaki'nin bombalanması sırasında erkek kardeşlerini ve
kızkardeşini yitirdiğini söyleyen 82 yaşındaki Sanae İkeda ile de konuştu.
İkeda patlamadan sonra ortalıkta dolaşan bedeni yanmış birini gördüğünü, ama
onun erkek mi kadın mı olduğunu anlayamadığını söyledikten sonra kızkardeşinin
tümüyle deforme olmuş bedenine nasıl rastladığını şöyle anlatıyordu:
“Kendisini bulduğumda bedeninin kapkara
ve kömürleşmiş olduğunu gördüm. Ellerimle tuttuğum bedenin yüzü yoktu. Sonra,
onun paçalı donunun bel kısmına ait olan uçkuru buldum. Donunun dış tarafı
tamamen yanmıştı, fakat iç taraftaki uçkur iyi durumdaydı. Uçkurun içindeki
küçük çiçekleri gördüğümde bu bedenin küçük kızkardeşime ait olduğunu anladım.”
Kasım 1945'e gelindiğinde bu iki kentte
iki atom bombasının yol açtığı ölü sayısı 200,000’e yaklaşacaktı. 1950 yılına
gelene dek ise “Küçük Oğlan”ın ve “Şişko”nun patlaması sonucunda yaralanan ve
hastalanan yüzbinlerce kişi daha yaşamını yitirecek, bu trend 1950'yi izleyen
yıllar ve onyıllarda da sürecek ve değişik kanser türlerinin hızla artması
sonucunda onbinlerce kadın deforme ve sakat bebekler getirecekti dünyaya.
Nükleer saldırının kurbanlarını anmak için yapılan anıtlardaki rakamlara göre,
Ağustos 2014 tarihi itibariyle Hiroşima'da 292,325 ve Nagazaki'de 162,409 olmak
üzere bu iki kentte 450,000'den fazla insan ölmüştü.
Herhalde suçlarının büyüklüğünün farkında
olmalarından ve bu suçların dünya kamuoyunda mahkum edilmesini önleme
kaygısından olsa gerek Hiroşima ve Nagazaki görüntülerine sıkı bir sansür
uyguladılar. Bu iki kentin bombalanmasının ardından Japonya'nın teslim olması
üzerine ülkeye giren ABD kuvvetleri, bombalanan kentlere ait tüm görünülerin
yayınlanmasını yasakladılar. Bazı gazetecilerin ve fotoğrafçıların çektiği
resimler uzun yıllar “çok gizli” statüsüne tabi tutuldu.
“Yangın kasırgası”
Bu arada, dikkatlerin tek yanlı bir
biçimde Hiroşima ile Nagazaki üzerinde toplanmasının ABD emperyalistlerinin
terörist eylemlerinin bir başka biçiminin gözden kaçmasına yardımcı
olabileceğini anımsatmak isterim: ABD'nin Japon kentlerine karşı, esas olarak
sivilleri hedef alan diğer ya da konvansiyonel silahlarla yaptığı
bombardımanlarda ölenlerin sayısı, 6 ve 9 Ağustos nükleer saldırılarında ölenlerin
sayısından daha az değildi. Örneğin, 9-10 Mart 1945’te ise 334 B-29 dev
bombardıman uçağı 6 milyon kişinin yaşadığı Tokyo’yu üç saat boyunca
bombalamışlardı. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 84,000 kişinin öldüğü
ve 41,000 de kişinin de yaralandı bu bombardımanda 1,665 ton yangın bombası
kullanılmıştı. Kentin içinden geçen ırmağın sularının kaynadığı saldırıda
265,000 dolayında bina yıkıldı ve yaklaşık 42 kilometrekarelik bir alan tamamen
kül oldu. B-29 uçaklarının pilotları ise yanan insan eti kokusundan ötürü
kusmamak için oksijen maskesi takmak zorunda kalmışlardı. 9-10 Mart 1945'te
yapılan bu korkunç bombardıman asla türünün tek örneği değildi. ABD savaş
uçakları 1943 ortalarından başlayarak, esas olarak sivil hedefler sayılması
gereken Japon kentlerine karşı, “yangın kasırgası” adı verilen bu terör
yöntemini sistemli bir biçimde uygulamış ve dolayısıyla çok sayıda savaş suçu
işlemişlerdi. Ağustos 1945’e, yani Hiroşima ile Nagazaki'ye atom bombaları
atılmasına gelindiğinde, “yangın kasırgası”na yol açan hava bombardımanı
terörüne hedef olan Japon kentlerinin sayısı 58’i bulmuş ve ABD emperyalistleri
ellerindeki yangın bombaları tükendiği için bombardımanlarına ara vermek
zorunda kalmışlardı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ve
Britanya hava kuvvetleri bu barbarca savaş yöntemini Almanya'ya karşı da
kullanmış ve esas olarak sivil hedef konumunda olan Alman kentlerine, yüzlerce,
bazan binlerce ton patlayıcının kullanıldığı ve çok sayıda sivilin yaşamını
yitirdiği ve altyapılarıyla birlikte kentlerin büşük zarar gördüğü saldırılar
düzenlemişlerdi. Bunların en önemlilerinden biri de ABD ve Britanya savaş
uçaklarının, 13-14 Şubat 1945'te askeri bir değeri olmayan Dresden kentine
karşı gerçekleştirdikleri ve ezici çogunluğu sivil olmak üzere yaklaşık 180,000
kişinin ölümüne yol açan bombardımandı. Mickey Z, 8 Şubat 2003’de yazdığı “From
Dresden to Baghdad” (=“Dresden’den Bağdat’a”) adlı makalede 1.2 milyon insanın
bulunduğu Dresden’e 700,000 adet bomba atıldığını ve kentin bazı yerlerinde
ısının 1,000 derece santigrada çıktığının tahmin edildiğini belirttikten sonra
bombardımanın yol açtığı yıkımı şöyle anlatıyordu:
“Dresdenlilerin yüzde 70’i ya
havasızlıktan boğularak ya da bedenlerini kırmızıya ya da yeşile çeviren
zehirli gazlardan etkilenerek öldüler. Aşırı sıcak bazılarının bedenlerini
eriterek sakız gibi kaldırımlara yapıştırırken bazılarını da 90-120 cm. boyunda
büzüşmüş ve kömürleşmiş cesetlere dönüştürdü. Temizleme ekipleri, olayın
yakınlarındaki oyuklarda bulunan ‘insan çorbası’nın arasında yürümek için
kauçuk tabanlı botlar giymek zorunda kalmışlardı. Başka bazı durumlarda ise,
aşırı derecede ısınmış havanın kurbanları gökyüzüne doğru çektiği ve bunların
cesetlerinin küçük parçacıklar halinde Dresden’in 24 km. uzağına kadar uzanan
bir alana saçıldığı görüldü.”
Sonuç
İnsanlara karşı nükleer silah kullanmış
ilk ve tek ülke olma “onuru”nu taşıyan ABD bugüne kadar Hiroşima ile
Nagazaki'nin bombalanması için herhangi, hatta göstermelik bir özür bile
dilemedi. Bunda da şaşırtıcı bir yan yok. 1941 yılından bu yana hemen hemen
sürekli savaş halinde olan ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana pek
çok ülkeye askeri olarak müdahale etmiş, askeri darbeler tezgahlamış, iç
savaşlar kışkırtmış, pek çok ülkenin liderine ve yöneticilerine karşı suikast
ve terör eylemleri gerçekleştirmiştir. Dünyanın dörtbir tarafına yayılmış
binden fazla askeri üssü bulunan ABD, askeri harcamalar konusunda da rakipsiz
bir konumdadır ve tüm diğer emperyalist rakiplerine büyük fark atan bir
askeri-emperyalist süper devlettir. SIPRI'nün (=Stockholm Uluslararası Barış
Enstitüsü) 2010 yılı rakamlarına göre ABD'nin askeri harcamaları 698 milyar
doları buluyordu. Bu rakam, ABD'nden sonra gelen 17 ülkenin askeri harcamaları
toplamına eşitti. ABD donanmasının büyüklüğü ise, kendisinden sonra gelen 13
devletin donanmasının toplamına eşitti. Gene aynı kurumun rakamlarına göre,
2001-2010 yılları arasında askeri harcamalarını yüzde 81 oranında arttıran ve
böylelikle dünya askeri harcamalarının yüzde 43'ünden sorumlu olan bu süper devletin
askeri harcamaları, -2010 yılı itibariyle- en yakın rakibi Çin'inkini 6'ya,
Rusya'nınkini ise 12'ye katlıyordu. 2100'dan bu yana bu oranlarda sadece
önemsiz değişiklikler olmuştur.
* * * * *
Bu yazıyı büyük şair Nazım Hikmet'in,
Sadako Sasaki anısına yazdığı o ünlü şiiriyle noktalıyorum. Sadako Sasaki ABD,
“Little Boy” (=Küçük Oğlan) adlı atom bombasını Hiroşima üzerinde patlattığında
2 yaşındaydı. Evleri, bu bombanın patladığı noktanın 1.5 km. kadar uzağında
olan bu kız çocuğu 12 yaşındayken lösemi (=kan kanseri) hastalığına yakalanmış
ve ölmüş ve daha sonra bir barış sembolü haline gelmişti.
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler.
Hiroşima 'da öleli, oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kaât gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler.
Hiroşima 'da öleli, oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kaât gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.
Garbis Altınoğlu
8 Ağustos 2015
herkese selam.sana hasret
tren raylarının arasında koşuyorum, rayların arası gelincik,papatya ve minik mavi mine çiçekleriyle kaplı,sonsuzluğa giden çiçekli bir yoldayım.elbette bu bir düş ve ben bu düşü henüz görmedim.
uzakta, hiç tanımadığınız bir blog sayfasında yazanlar bazen içinizde nakış nakış çiçekli bir kilim dokur ya,ben işte böylesi bir duyguyu yukarıda anlatmaya çalıştığım düşe, koşmak istediğim o çiçekli yola benzetiyorum.biliyor musunuz kedilerin bıyıkları ve patileri bana çocukluğumuzun sihirli sandığını açan anahtarı çağrıştırır.
uzun zaman oldu bloggerde yazalı,bu zaman zarfında bir çok sayfa ile kesişti yolum,içtenliğin o serin rüzgarıyla çölde bir vaha gibi tutunduğum onlarca güzel blogger tanıdım,onların mavi dünyaları içtenliğin pınarları gibi üçüncü sınıf burjuva siyasetçilerinin din ve milliyetçilikle yoğurdukları bu güzelim vatan toprağında bana daima güç kattı.dostluk ve insanlık adına öğrendiğim çok şey oldu onlardan, velhasıl sözümüzü bir dize ile noktalayalım:
herkese selam,sana hasret:)
uzakta, hiç tanımadığınız bir blog sayfasında yazanlar bazen içinizde nakış nakış çiçekli bir kilim dokur ya,ben işte böylesi bir duyguyu yukarıda anlatmaya çalıştığım düşe, koşmak istediğim o çiçekli yola benzetiyorum.biliyor musunuz kedilerin bıyıkları ve patileri bana çocukluğumuzun sihirli sandığını açan anahtarı çağrıştırır.
uzun zaman oldu bloggerde yazalı,bu zaman zarfında bir çok sayfa ile kesişti yolum,içtenliğin o serin rüzgarıyla çölde bir vaha gibi tutunduğum onlarca güzel blogger tanıdım,onların mavi dünyaları içtenliğin pınarları gibi üçüncü sınıf burjuva siyasetçilerinin din ve milliyetçilikle yoğurdukları bu güzelim vatan toprağında bana daima güç kattı.dostluk ve insanlık adına öğrendiğim çok şey oldu onlardan, velhasıl sözümüzü bir dize ile noktalayalım:
herkese selam,sana hasret:)
7 Ağustos 2015
ATEŞ KARINCALARI
İstanbul’da parklar ateş karıncalarının istilasına uğradığından beri oralarında eski tadı kalmamıştı. Karşılarına çıkan her canlıya saldıran bu bücür canavarları ölüm bile durduramıyordu. Bu yüzden halkın Büyük Çoban’ı bu canavarlar için milli mücadeleyi başlatsa da, bundan da pek bir sonuç alınamamaktaydı. Her köşe başında tetikte bekleyen karınca savar timleri ne yaparsa yapsın, bu bücür canavarların sonu bir türlü gelmiyordu. İki bin yirmi iki yılının bu aralık günü kavurucu sıcak insanın beynine işliyor, ama yine de ateş karıncalarının saldırısına uğramak korkusu insanları daracık beton kutularını andıran evlerine hapis etmeye yetiyordu.
Evlerdeki televizyon gün boyu Amerikan işgaliyle dört bölgeye ayrılmış İran’dan gelen binlerce ölüm haberiyle iç karartmaktaydı. Uzun yıllar ülkeyi yöneten Büyük Çoban olmasa, insanın kendini camdan atıp intihar etmesi an meselesiydi.
Son gelişmeleri ülkesi menfaatine büyük bir titizlikle inceleyip yardımcılığına eski düşmanlarından amansız kurt Serincek’i atayacak kadar bilge ve mütevazı Büyük Çoban’ın tek düşündüğü yalnızca sürüsünün mutluluğuydu. Aşk, özgürlük, bilim, barış gibi günahlardan iyice arınmış sürüsünün, yenilmez, değişmez sonsuz lideriydi o.
Korunaklı şehirlerin sınır boylarında yükselen duvarlar yoksullar için bir engel olsalar da, bu canavar ateş karıncalarını durduramıyorlardı. İki bin yirmi iki yılı İstanbul’u çevreleyen bu duvarların dışında bin bir türlü suçla, hastalıkla, fuhuşla, iç içe geçse de, duvarların korunaklı yanında şimdilik tek dert ateş karıncalarıydı.
Çölün ortasında bir vaha gibiydi Büyük Çoban’ın sürüsünü güttüğü yer. Her koyun uyanık olmaya, bu vahayı korumaya adamalıydı kendini. Sürüden ayrılanı göz açıp kapayıncaya dek bir kurtun kapması an meselesiydi. Her an gözetleniyor, her şey büyük Çoban’ın çizdiği doğrultuda yeniden tasarlanıyordu. Dün doğru kabul edilen bugün yanlış; bugün doğru kabul edilen yarın yanlış kabul edilebileceği için önemli olan bugündü. Bugün Büyük Çoban vardı, ve tek dert ateş karıncalarıydı.
t.kurt
2 Ağustos 2015
bateri
dün gece bilmediğim bir viski içtim, şimdi uyandım ama sanki hala kafamın içinde bateri çalıyor birileri.aslında arkadaşın içmeye ihtiyacı vardı, ben azcık eşlik edecektim, ama baktım benim daha çok ihtiyacım var,yani böyle başladık,bildiğimiz içkiler bitmiş ama bizim sorunlar çözülmemişti ki bilmediğimiz bu viskiyi uykusundan uyandırdık,uzun izah ettim bu baş ağrısının sebebini ama böyle oldu işte. bazen bir şey boğar seni,derinlere inmek orada mercan resifleri her yanını sarsın istersin.sarar mı sarmaz mı bilmeden başında bir bateri gürültüsüyle dönersin geriye.şair olmak zor zanaat. bir de devrimci şair olmak... bu blogger'de yazmak, iç dökmek gibi gelir bana,bu yüzden burada yazmayı seviyorum,belkide bir dönem bu, bir zamanlar dergilere şiirler, yazılar yollardım, şimdi düşünüyorum da bir çok güzel dostla ve güzel sözle böyle böyle tanışmış oldum,zenginleştim yani. içinden çıkamayacağımız hiçbir şey yok aslında,sorun bu hayatı bize yaşanmaz kılan fikirlerin ve insanların varlığı.örneğin yobazlık,faşistlik bu fikirlerin başında geliyor bu ülkede,beni işte en çok bunlar boğuyor ve bu yüzden derinlere inmek, Yediuyuyanlar gibi o derinlerde uyumak ve uyanınca Altınçağ'ı bulmak istiyorum, ama şu bateri gürültüsüyle uyanıyorum her defasında, sahi niçin böyle oluyor?
şiirlerimi ve yazılarımı okuyanlar benim uzak imgemi bilirler. Sahi nedir uzak; sayamadığımız kadar çok kuşun aynı anda havalanması mı göğe, mercan resifleri, palyaço balıkları mı, Tanrıca Kibele'nin hayat verdiği o büyülü toprak mı, Gılgamış'ın aradığı ölümsüzlük mü, bu ülkenin anakarasında deniz olduğunu bilmek mi, sahi nedir uzak?
Barış
getiriyorlar sözleri,götürüyorlar sözleri
zamana ayar vermeye uğraşıyorlar
kurban adıyorlar tanrılarına
oysa görüyor musun bak;
nasıl da büyüyor o nilüfer bataklığın koynunda
tk
29 Temmuz 2015
12 Temmuz 2015
Kayıp zamanın izinde
Ölmezken güneşin hükmü
Neydi bu şehri öldüren?
Duyuyor musun
Bütün barbar dualarında aynı çocuk ağlıyor
Barış barış diye...
tk
24 Haziran 2015
içimde
ağır bir karanfil kokusu alıyorum uzaklardan
sanki annem annesinin eline su döküyor
kafamın içindeki vişne bahçelerini aramayı bırakmalıyım belkide
belkide tez vakit bi mimoza çiçeğine rastlamalıyım
olmadık şeyler geliyor aklıma
kum saati nar çiçeği yağmur tanesi
balinalar kuğular ve karıncalar
çocukların gözlerinde ölü kuşlar
kuşların gözlerinde anka ülkesi
günler bu kadar uzun ömür ki bu kadar kısayken
acep kim sallıyor bu çanı
içimde....
tk
14 Haziran 2015
amentü

Onu düşününce yüreğine bir altın gömdü. Bir gün sonra bir ağaç filiz verdi gömdüğü yerde, yaprakları altın sarısı bir ağaç. Rüzgârın uğultusu bin yıldır susmayan bir arp gibi hışırdıyordu o altın sarısı yapraklarda. Üç gün sonra ilk altınları toplamaya başladı. Yağmur damlacıklarıyla pırıl pırıl parıldayan çil çil altınlardan ne kadar toplarsa toplasın asla eksilmiyordu altınlar.
Adanmışlığın ve aşkın Amentüsüydü bu bereketin sırrı.
Temelce
Temelce
9 Haziran 2015
annemin rüyaları
seçimler yapıldı,oy çalınmasın nöbetçisi gönüllülerdendim,bazıları şairliğimden olsa gerek ki beni orada gençlerin arasında görünce keyifle güvenle gülüyorlardı,benim onları üniformalıların ve bürokrasinin şerrinden koruyabileceğime inanan gençlerdi bu bazıları,bu yüzden işte şiirin gücüne bir kez daha inandım bende.unutmamak lazım doğa selfi çektirmez...
hdp demokratik programıyla yüzde on üç oy alıp yüzünüzü bi Neruda dizesi gibi gülümsetti. annem senin oy verdiğin parti sonuncu olmuş gene Temel deyince ben bir kez daha gülümsedim. en güzeli ne biliyor musunuz sevgili blok arkadaşları insan emeğin sömürülmemesine oy verince iyi bi şarabın tadını almış gibi hoş oluyor.birde seni başkan yaptırmadık ya oh olsun.:)
kuşlar yavrulama mevsimine girdi,kirazlar sepetlerde görücüye çıktı,domatesler artık bahçeden geliyor, karpuz kavun ucuzladı. bütün bunlar annemin hayatında çok önemli. o tıpkı Calvino romanlarındaki karakterler gibi hiç farkına varmadığımız bu ayrıntıları hep fark eder. annem kuş yuvalarını bozanları hiç sevmez. evinde karınca görünce sevinir. namaz kılarken dualarında hep annesini hatırlar. benim okuduğum bazı kitapların önenini kalınlığından anlar ve şöyle der,bu kitap kuran gibi kalın Temel...onun ölçü sistemi böyledir ama insanları ölçerken terazisi yüreği olur. misal bu seçimlerdeki adaylardan en çok genç olan cici çocuğu sevmişti.semt pazarından alış veriş yaparken yüzünü bi sevinç kaplar,salatalığın domatesin soğanın iyisini görür görmez tanır ve fiyatını sonra öğrenir pahalılığa kızar,gülleri de çok sever,ama koparılmamış gülleri.onun dini başka bir şeydir,hiç okumadığı kalın bi kitaba inanır...:)annemin rüyaları hep çocukluğundandır,bazen otlattığı keçilerden zeytinle konuşur,bazen derenin suyuna ayaklarını sokup kayalarda oturur ve almış yıl sonrasını düşünür.rüyasında annesini gördüğünde hep iyi şeylerin olacağına inanır.
dip not:(annem bu sabahta rüyasında annesini görmüş)
hdp demokratik programıyla yüzde on üç oy alıp yüzünüzü bi Neruda dizesi gibi gülümsetti. annem senin oy verdiğin parti sonuncu olmuş gene Temel deyince ben bir kez daha gülümsedim. en güzeli ne biliyor musunuz sevgili blok arkadaşları insan emeğin sömürülmemesine oy verince iyi bi şarabın tadını almış gibi hoş oluyor.birde seni başkan yaptırmadık ya oh olsun.:)
kuşlar yavrulama mevsimine girdi,kirazlar sepetlerde görücüye çıktı,domatesler artık bahçeden geliyor, karpuz kavun ucuzladı. bütün bunlar annemin hayatında çok önemli. o tıpkı Calvino romanlarındaki karakterler gibi hiç farkına varmadığımız bu ayrıntıları hep fark eder. annem kuş yuvalarını bozanları hiç sevmez. evinde karınca görünce sevinir. namaz kılarken dualarında hep annesini hatırlar. benim okuduğum bazı kitapların önenini kalınlığından anlar ve şöyle der,bu kitap kuran gibi kalın Temel...onun ölçü sistemi böyledir ama insanları ölçerken terazisi yüreği olur. misal bu seçimlerdeki adaylardan en çok genç olan cici çocuğu sevmişti.semt pazarından alış veriş yaparken yüzünü bi sevinç kaplar,salatalığın domatesin soğanın iyisini görür görmez tanır ve fiyatını sonra öğrenir pahalılığa kızar,gülleri de çok sever,ama koparılmamış gülleri.onun dini başka bir şeydir,hiç okumadığı kalın bi kitaba inanır...:)annemin rüyaları hep çocukluğundandır,bazen otlattığı keçilerden zeytinle konuşur,bazen derenin suyuna ayaklarını sokup kayalarda oturur ve almış yıl sonrasını düşünür.rüyasında annesini gördüğünde hep iyi şeylerin olacağına inanır.
dip not:(annem bu sabahta rüyasında annesini görmüş)
5 Haziran 2015
4 Haziran 2015
28 Mayıs 2015
yaklaşan genel seçimlerde kararsızlar için bir film önerisi
kimi aşlar vardır fi tarihinden kalma
kimi aşklar vardır che tarihinden kalma...
tk
dipnot:filmin tamamını aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz
http://www.720pfilmizleme.net/motosiklet-gunlugu-720p-izle.html
26 Mayıs 2015
DELİLİK
Kalabalık sokaklarda yitip gitmekten kaçıyorum kimi
Kimi yalnızlıkta çekilmez geliyor
Anlayacağın boşluğun ellerine bıraktım atlarımı
Gümüş eyerlerine korkuyu yüklenmiş her biri.
Kapımı tıkırdatacak o postacıyı beklerken ömrümün eşiğinde
Ölü mektupların anarşik harfleri uğulduyor beynimin gizemli labirentlerinde
Apar topar alıp vurmaya götürüyorlar beni Bay K'nın yerine
Hayır diyorum, ben cin çıkarmak istemiyorum daha...
Komodinin üzerinde duran mumu yakıyorum
Kaç kez söndürdüğümü anımsıyorum sonra
Suya bırakmak kendimi ve derinlerde seni bulmak istiyorum bir tek.
Her sabah binlerce yıldızı öldürdükten sonra güneşin doğduğunu görüyorum…
Yağmur çiseliyor dışarıda
Camlarda tane tane ölüyor an
Felsefenin hayattan alacağını hesaplıyor yaşlı ışık
Biliyorum bunun adı delilik
Var olanı dürtüyor ve eşeliyor
Bir salyangoz yavaşlığıyla kök salıyor içime
Ve ben henüz uyanmadan gölgelerimi uyandırıyor her sabah...
Söyle hangi tanrıçanın sunağına adanmış bir ülkü bu
Gün be gün yatağını oyarken su!
t.kurt
Kimi yalnızlıkta çekilmez geliyor
Anlayacağın boşluğun ellerine bıraktım atlarımı
Gümüş eyerlerine korkuyu yüklenmiş her biri.
Kapımı tıkırdatacak o postacıyı beklerken ömrümün eşiğinde
Ölü mektupların anarşik harfleri uğulduyor beynimin gizemli labirentlerinde
Apar topar alıp vurmaya götürüyorlar beni Bay K'nın yerine
Hayır diyorum, ben cin çıkarmak istemiyorum daha...
Komodinin üzerinde duran mumu yakıyorum
Kaç kez söndürdüğümü anımsıyorum sonra
Suya bırakmak kendimi ve derinlerde seni bulmak istiyorum bir tek.
Her sabah binlerce yıldızı öldürdükten sonra güneşin doğduğunu görüyorum…
Yağmur çiseliyor dışarıda
Camlarda tane tane ölüyor an
Felsefenin hayattan alacağını hesaplıyor yaşlı ışık
Biliyorum bunun adı delilik
Var olanı dürtüyor ve eşeliyor
Bir salyangoz yavaşlığıyla kök salıyor içime
Ve ben henüz uyanmadan gölgelerimi uyandırıyor her sabah...
Söyle hangi tanrıçanın sunağına adanmış bir ülkü bu
Gün be gün yatağını oyarken su!
t.kurt
18 Mayıs 2015
SUSKUN

Suların duru, masalların gri olduğu bir ülkede; saçları temmuz güneşinde kızaran başağı andıran, gözleri karanlıkta gümüş aydınlığı fenerler gibi parıldayan, iki yıldızın düştüğü göğsünde hiç kimsenin henüz sonsuz uykusuna dalmadığı, mavi sözcükler kadar güzel bir kadın yaşarmış.
Bu gri ülkede günler, öyle uzak, öyle kederli, öyle çekilmezmiş ki; bundan kurtulmak için herkes kendi sevdasına dörtnala koşan mavi yeleli bir atın yolunu gözler, yalnızlığın ateşinde yanarmış.
Oysa beklemek; yeniden başlamanın hiç açılmayan kapısıymış.
Bu mavi kadın her akşam bir dileğe gözlerini kapar, aynı kahredici sabahlara uyandığında ise susarmış.
Çünkü susmak, mavi kanatlı meleklerle konuşmanın tek yoluymuş…
t.kurt
Bu gri ülkede günler, öyle uzak, öyle kederli, öyle çekilmezmiş ki; bundan kurtulmak için herkes kendi sevdasına dörtnala koşan mavi yeleli bir atın yolunu gözler, yalnızlığın ateşinde yanarmış.
Oysa beklemek; yeniden başlamanın hiç açılmayan kapısıymış.
Bu mavi kadın her akşam bir dileğe gözlerini kapar, aynı kahredici sabahlara uyandığında ise susarmış.
Çünkü susmak, mavi kanatlı meleklerle konuşmanın tek yoluymuş…
t.kurt
13 Mayıs 2015
zıpla zıpla zıplamayan ...
biz ne mi istiyoruz?
haftada dört gün tatil, üç gün iş olsun
kediler ve köpekler sokaklarda keyfince dolaşabilsin
insanlar kargalara da yem serpsin
kışın soğuktan, yazın sıcaktan çocuklar üşümesin
sokaklarda
ne cumartesi, ne pazar, ne pazartesi ağlamasın artık analar
sığırcık valslarına karışsın kahkahaları bütün
kadınların…
biz ne mi istiyoruz?
kağıt helvasına kaymaklı dondurma koydurmak
boş zamanlarımızda balığa gitmek, dolu zamanlarımızda balık yemek
gülmek,gülmek,gülmek artıkın hiç zıplamamak istiyoruz…
tk
9 Mayıs 2015
neden sosyalistim,lütfen izleyin
portakalı boyayan kim?
kimdir bu lanet olasıca düzende yaşama sabrını bana veren?
galiba her şey beşinci mevsimin yüzünden...
beşinci mevsim; barışı, sosyalizmi,
seni falan filan düşünmekle geçirdiğim günler...
t.k
kimdir bu lanet olasıca düzende yaşama sabrını bana veren?
galiba her şey beşinci mevsimin yüzünden...
beşinci mevsim; barışı, sosyalizmi,
seni falan filan düşünmekle geçirdiğim günler...
t.k
2 Mayıs 2015
GÖKKUŞAĞI
Gökyüzü turuncudan kızıla insanın hiç tanık olmadığı kadar güzeldi. Çatalkuyruk kırlangıçlar bu anın tadını doyasıya çıkarıyor, maviliklerde keyiflerince uçuşuyorlardı. Martılardan bazıları da onlara katılmıştı. Boğazın iki yakasını birbirine bağlayan bu eski köprünün üzerinde Cavbella’yla elma çayı içmekteydim ama onun gözlerinin o tatlı karalığı etrafımızı kuşatan bu manzaradan bile daha güzeldi. Elma çayını kristal bardaktan içmek öyle hoştu ki, usulca ona yaklaştım ve tuz kristalini andıran dudaklarından bir buse kopardım, içimde şarabi bir düş ışıldadı o an “Seni seviyorum Cavbella” dedim fısıltıyla. Kalktık bu muhteşem boğaz manzarasını arkamızda bırakıp akşam yemeğini Atina da yemek için jet-taksiye doğru yürümeye başladık.
Güneş ışınlarının parçalanıp tersten bir denklemle enerjiye çevrildiği, ışığın gücüyle çalışan bir ulaşım aracı idi jet-taksi, onunla bulutların arasında kuşlar gibi yolculuk etmek anlatılmaz bir güzellikti. Pamuksu bulut kümelerinin içinden geçerken en çok sevdiğim şey Cavbella’yla soluksuz öpüşmekti. Onu öperken Cavbella bana sarılıp “Uyumak istiyorum, hadi eve gidelim sevgilim, bugün sadece uyumak istiyorum” dedi ansızın. Atina’ya gitmekten vazgeçtik, onu eve götürdüm. Evde Şarlo`yu seyredip güldük. Bir an yüzyıllar önce yaşamış bu adamı düşündük; inanılmayacak kadar komikti, iyi ki bize bu filmleri bırakmıştı. Soyunduk ve istiridyenin içinde yıllarca ışığı özlemiş bir inci gibi tüm yüreğimizle o büyük ve rahat yatakta çılgınca seviştik. Bir yumurtanın içindeki ak ve sarı gibi birbirimize karışmıştık. Sustuk. Dışarıda esen rüzgâr bahçedeki ıtır çiçeklerinin kokusunu tül perdenin gözeneklerinden geçirerek odaya dolduruyordu. Maviye boyalı duvarlarsa denizin henüz varılmamış kıyılarını anımsatıyordu. O an Cavbella göğsümün çukurunda uyuyuncaya kadar yüzünün bereketli ovalarında akan bir ırmak gibi çocuklaşmıştım.
Televizyon kapalı olduğunda takvim oluyordu. Takvime baktım 2098 yılı, nisan ayı, günlerden salı. Çalıştığım fabrikaya gitmek için usulca kalktım, o hâlâ uyuyordu. Yüzüne eğilip serçe parmağımla mavi yazmak geçti aklımdan ama uykusuna kıyamadım. Üzerimi giyinip ağaçlı yolda yürümeye başladım. Eskiden tekerlekli otomobillerin ve benim çok sevdiğim trenlerin geçtiği bu yollar şimdi çeşit çeşit ağaçlarla kaplı çok güzel yürüyüş yollarıydı. Benim çalıştığım fabrikaya giden yol çınar ağaçlarıyla doluydu. Yürürken çınar yapraklarına basıyordum, bu çok hoşuma gidiyordu. Fabrikada dört saat çalışıyordum. Çalıştığım fabrika eski bir silah fabrikasıydı, şimdi ise burada dünyadaki diğer canlılara gıda üretimi yapılıyordu. Doğal dengeyi korumak için ek gıda üretimi yapıyorduk, işim çok rahat ve severek yaptığım bir işti, zaman çabucak geçiyordu... İşten arta kalan zamanlarımın bir bölümünü spora ayırıyordum. Buz pateni bizim en çok sevdiğimiz spordu. Özellikle Cavbella’yla birlikte el ele kaymak, o dengeyi yakalamak ve o an yalnızca birbirimize güvenmek çok hoştu, ikimiz de dünya kupasına katılmış ama başarılı olamamıştık. Aslında illa da kazanmak duygusu da pek yoktu spor yapanlarda, yalnızca sevdikleri sporları yapıyorlardı.
Ağaçlı yolda yürürken birdenbire yağmur yağmaya başladı. Tane tane, usul usul yüzüme çarpan yağmurun ferahlığı gökyüzünün serinliğiyle kaplıyordu ruhumu. Sonra yağmur dinince gökkuşağı rengârenk bir yol gibi belirdi bulutların arasında.
Işığın bütün renkleri açığa çıktı, bu anı doyasıya seyrettim. Yerdeki su birikintilerinde güneş çılgınca ışıldıyor, yüzüm o an tıpkı ay çiçeklerine benziyordu. Gökkuşağı içimde özgürlüğün bayrağı gibi dalgalandıkça, ben onu seyre doyamıyordum. Çünkü gökkuşağı şu an dünyamızın yönetildiği paylaşımcı sistemin adıydı, bayrağı da yedi renkten oluşuyordu. Atalarımız bu sistemi kurmak için çok mücadele vermişlerdi. 1 Mayıs 2061 tarihinde büyük bir nükleer savaşın sonrasında, yoğun tartışma ve kavgalar sonrası kurulmuş, yaşatılması da kurulması kadar zor olmuştu. Ama yaşatılmış ve bugün artık bütün acılar geçmişte kalmıştı. Dünyada herkesin bildiği bir dil konuşuluyor, dünya kaynakları ihtiyaca göre kullanılıyor, tüm canlılar korunuyor, insan nüfusu kaynaklara göre artıyordu. Işık enerjisi üretimi çok basit olduğu için enerji paylaşımı sorun olmaktan çıkmıştı. Devletler ortadan kalkmış, ülkeler arasındaki sınırlar kaybolmuştu. Kültürel çeşitlilik çok gelişkindi. Artık dünyanın bütün halkları, türküleri kadar hürdü. İnsan için hiç bir ayrım söz konusu değildi. Dinler artık milatlarını tamamlamış, insan aklına teslim olmuştu. Bir mayıs ile yedi mayıs bütün dünyada özgürlük kutlamaları ile geçiyordu…
O sıra telefonum çaldı, arayan Cavbella’ydı. Nerede olduğumu sordu. Ben de ona neler kaçırdığını anlattım. Ses tonum gökkuşağı kırmızısıydı...
…
Geceyi sarsıntılarla bölen uğultuyla uyandığımda tüm bunların bir rüya olduğunu anlamam pek zor olmadı. İnsanlar yıkılan binalardan don gömlek kendilerini dışarıya atıyor, gecenin ayazında küme küme yakılmış ateşlerin başında korkulu gözleriyle analar çocuklarını bir tavuğun yavrularını sayması gibi sayıyordu. Her bir eksik, candan kopan bir feryadın çağrısı gibi gecenin sessizliğini hançerliyordu.
t.kurt
Güneş ışınlarının parçalanıp tersten bir denklemle enerjiye çevrildiği, ışığın gücüyle çalışan bir ulaşım aracı idi jet-taksi, onunla bulutların arasında kuşlar gibi yolculuk etmek anlatılmaz bir güzellikti. Pamuksu bulut kümelerinin içinden geçerken en çok sevdiğim şey Cavbella’yla soluksuz öpüşmekti. Onu öperken Cavbella bana sarılıp “Uyumak istiyorum, hadi eve gidelim sevgilim, bugün sadece uyumak istiyorum” dedi ansızın. Atina’ya gitmekten vazgeçtik, onu eve götürdüm. Evde Şarlo`yu seyredip güldük. Bir an yüzyıllar önce yaşamış bu adamı düşündük; inanılmayacak kadar komikti, iyi ki bize bu filmleri bırakmıştı. Soyunduk ve istiridyenin içinde yıllarca ışığı özlemiş bir inci gibi tüm yüreğimizle o büyük ve rahat yatakta çılgınca seviştik. Bir yumurtanın içindeki ak ve sarı gibi birbirimize karışmıştık. Sustuk. Dışarıda esen rüzgâr bahçedeki ıtır çiçeklerinin kokusunu tül perdenin gözeneklerinden geçirerek odaya dolduruyordu. Maviye boyalı duvarlarsa denizin henüz varılmamış kıyılarını anımsatıyordu. O an Cavbella göğsümün çukurunda uyuyuncaya kadar yüzünün bereketli ovalarında akan bir ırmak gibi çocuklaşmıştım.
Televizyon kapalı olduğunda takvim oluyordu. Takvime baktım 2098 yılı, nisan ayı, günlerden salı. Çalıştığım fabrikaya gitmek için usulca kalktım, o hâlâ uyuyordu. Yüzüne eğilip serçe parmağımla mavi yazmak geçti aklımdan ama uykusuna kıyamadım. Üzerimi giyinip ağaçlı yolda yürümeye başladım. Eskiden tekerlekli otomobillerin ve benim çok sevdiğim trenlerin geçtiği bu yollar şimdi çeşit çeşit ağaçlarla kaplı çok güzel yürüyüş yollarıydı. Benim çalıştığım fabrikaya giden yol çınar ağaçlarıyla doluydu. Yürürken çınar yapraklarına basıyordum, bu çok hoşuma gidiyordu. Fabrikada dört saat çalışıyordum. Çalıştığım fabrika eski bir silah fabrikasıydı, şimdi ise burada dünyadaki diğer canlılara gıda üretimi yapılıyordu. Doğal dengeyi korumak için ek gıda üretimi yapıyorduk, işim çok rahat ve severek yaptığım bir işti, zaman çabucak geçiyordu... İşten arta kalan zamanlarımın bir bölümünü spora ayırıyordum. Buz pateni bizim en çok sevdiğimiz spordu. Özellikle Cavbella’yla birlikte el ele kaymak, o dengeyi yakalamak ve o an yalnızca birbirimize güvenmek çok hoştu, ikimiz de dünya kupasına katılmış ama başarılı olamamıştık. Aslında illa da kazanmak duygusu da pek yoktu spor yapanlarda, yalnızca sevdikleri sporları yapıyorlardı.
Ağaçlı yolda yürürken birdenbire yağmur yağmaya başladı. Tane tane, usul usul yüzüme çarpan yağmurun ferahlığı gökyüzünün serinliğiyle kaplıyordu ruhumu. Sonra yağmur dinince gökkuşağı rengârenk bir yol gibi belirdi bulutların arasında.
Işığın bütün renkleri açığa çıktı, bu anı doyasıya seyrettim. Yerdeki su birikintilerinde güneş çılgınca ışıldıyor, yüzüm o an tıpkı ay çiçeklerine benziyordu. Gökkuşağı içimde özgürlüğün bayrağı gibi dalgalandıkça, ben onu seyre doyamıyordum. Çünkü gökkuşağı şu an dünyamızın yönetildiği paylaşımcı sistemin adıydı, bayrağı da yedi renkten oluşuyordu. Atalarımız bu sistemi kurmak için çok mücadele vermişlerdi. 1 Mayıs 2061 tarihinde büyük bir nükleer savaşın sonrasında, yoğun tartışma ve kavgalar sonrası kurulmuş, yaşatılması da kurulması kadar zor olmuştu. Ama yaşatılmış ve bugün artık bütün acılar geçmişte kalmıştı. Dünyada herkesin bildiği bir dil konuşuluyor, dünya kaynakları ihtiyaca göre kullanılıyor, tüm canlılar korunuyor, insan nüfusu kaynaklara göre artıyordu. Işık enerjisi üretimi çok basit olduğu için enerji paylaşımı sorun olmaktan çıkmıştı. Devletler ortadan kalkmış, ülkeler arasındaki sınırlar kaybolmuştu. Kültürel çeşitlilik çok gelişkindi. Artık dünyanın bütün halkları, türküleri kadar hürdü. İnsan için hiç bir ayrım söz konusu değildi. Dinler artık milatlarını tamamlamış, insan aklına teslim olmuştu. Bir mayıs ile yedi mayıs bütün dünyada özgürlük kutlamaları ile geçiyordu…
O sıra telefonum çaldı, arayan Cavbella’ydı. Nerede olduğumu sordu. Ben de ona neler kaçırdığını anlattım. Ses tonum gökkuşağı kırmızısıydı...
…
Geceyi sarsıntılarla bölen uğultuyla uyandığımda tüm bunların bir rüya olduğunu anlamam pek zor olmadı. İnsanlar yıkılan binalardan don gömlek kendilerini dışarıya atıyor, gecenin ayazında küme küme yakılmış ateşlerin başında korkulu gözleriyle analar çocuklarını bir tavuğun yavrularını sayması gibi sayıyordu. Her bir eksik, candan kopan bir feryadın çağrısı gibi gecenin sessizliğini hançerliyordu.
t.kurt
28 Nisan 2015
tüm dostlara bi hediye/hoş geldin bir mayıs/hoş geldin bahar
karanlık bir gecede kuş yuvalarını
kuyu ağızlarını ışıtır gibi...
kuyu ağızlarını ışıtır gibi...
13 Nisan 2015
24 Mart 2015
Mavi'ye
Kimi kadınlar vardır nehirlere benzer
Denize dökülmeyi düşler masmavi bakışları
Oysa bir tek zamandır bunu başarabilen
Işığın gümüş ellerinde
Eflatun ölüm olsa da sonları…
Susup öpsem alnındaki kırlangıç izini
Karışsam kalbindeki o eflatun ırmağa
Bilirsin çocuktur her gemi biraz
Bağlansa da bir iskeleye zamanın kollarıyla…
tk
14 Mart 2015
mırıldandıklarım

Al işte yine düşmüştü içinin karanlık kuyularına. Huzursuzluğun çanları çalıyordu kulaklarında. Tedirgin, yapayalnız duyumsuyordu kendini. Ufalıp masanın üzerindeki küçük cep aynasına sığmıştı ya ne kadar baksa da yüzünü tanıyamıyordu orada. Kumandanın düğmesiyle o kanaldan, o kanala gezindi yalancı dünyalarda. Kimi kutu açıyordu, kimi parmak çeviriyordu, kimi yalancı şahitler gibi soluksuz anlatıyordu memlekette olup biteni. İyice bir sıkıldı canı. Kalkıp internette gezindi birazda. Tek tek insanların dertleri daha beter etti onu. Önüne gelen şiir yazıyor, kimse yazılanla itibar etmiyordu. Güvercin postalarının getirdiği haberlerin özlemi iyice burktu yüreğini. İçerisi dar geldi. Balkona zor attı kendini. Serindi ortalık ama üşütmüyordu rüzgâr. Rüzgâra karşı bir sigara yaktı. Derin derin bir nefes çekti içine. Mavi karanlıklarda tek tük ışıyan yıldızlar ilişti gözüne. Yoldan geçen arabaların ışıkları uzaktan akan bir nehri andırıyordu. Göğe başını uzatmış selvi ağacı parmak uçlarıyla yıldızlara dokunuyordu. Bahçedeki ayva ağacının beyaz çiçekleri daha bir beyazdı karanlıkta. Neden bilinmez içtiği sigaranın ucundaki közü bu karanlıkta bir ateşböceğine benzetti. Bir şiir mırıldandı kendine. Karanlıkları yara yara ışıklar içinde bir uçak geçiyordu başının üzerinden. Bir kitabın kopmuş sayfaları gibiydi zaman. Keşke tanecikleri ördek yavrularına benzeyen o tatlı nisan yağmurlarıyla ıslansaydı. Gök üç kez gürlese, yıldırımlar üç kez çaksaydı. Oysa sigarası sönmeye başlamıştı yavaş yavaş.
Suspus bir kederin gözbebeklerini kaplayan ışıktan ürpertisinde lal olmuştu içi…
t.kurt
Suspus bir kederin gözbebeklerini kaplayan ışıktan ürpertisinde lal olmuştu içi…
t.kurt
9 Mart 2015
sana ben peri,kuşlar anne derdi
bilir misin lavanta kokusunu?
hiç rastgeldin mi gün batımına?
çok konuşasın varken,susup kaldığın olmadı mı hiç?
yoksa senin bir gece yarısı hiç mi yolunu kesmedi
ayışığı?
portakal çiçeklerinin
yağmurun, sütün, mavinin
yanık karanfillerin
yani ince şeylerin adıyla aradım seni
hani birisini seversin de onun asla haberi olmaz ya
hani ırmaklar uyur ya geceleri öylesi...
biliyor musun aşk dedikleri tamamlamakmış kendini
denizde martı,dalında çiçek misali
belkide ayrılık ondan bunca uzun
belkide aşk ayrılık sadece...
ejderha ağzı geceler parçalıyorken ellerimi
anımsıyorum gümüş bir şamdanın aydınlığıydı yüzün
sana ben peri,kuşlar anne derdi
ah bilsen; ne çok,ne çok özledim seni..!
tk
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yeni adresim
ara ara aşağıdaki adresimde yazacağım https://atesinsesi.wordpress.com/ /
-
Kimi kadınlar vardır nehirlere benzer Denize dökülmeyi düşler masmavi bakışları Oysa bir tek zamandır bunu başarabilen Işığ...
-
Suların duru, masalların gri olduğu bir ülkede; saçları temmuz güneşinde kızaran başağı andıran, gözleri karanlıkta gümüş ayd...
-
bilir misin lavanta kokusunu? hiç rastgeldin mi gün batımına? çok konuşasın varken,susup kaldığın olmadı mı hiç? yoksa ...